İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.
A. B. ERCİLASUN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
A. B. ERCİLASUN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Nisan 2018 Pazar

BAŞ ÖRTÜSÜ


Ahmet B. ERCİLASUN
15 Nisan 2018

                 Baş örtüsü konusuna artık rahat bir şekilde eğilebiliriz. Çünkü baş örtüsünü savunanların istedikleri olmuş, üniversitelerde ve resmî dairelerde baş örtüsü serbest hâle gelmiştir. Ancak konu, bir özgürlük sorunu olduğu kadar dinî bir zorunluluk olarak da algılanmaktadır. Bu algı da başlarını örtmeyenlerde "Acaba dine aykırı mı davranıyorum, günaha mı giriyorum?" sorusunun ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Bu sebeple baş örtüsü kavramının geçtiği Nur suresindeki 31. ayetin ilgili kısmına yeniden bakmak yararlı olacaktır. Ayetin ilgili kısmı şöyledir:

                Ve kul li'l-mu'minâti ... lâ yubdîne zînetehunne illâ mâ zahera minhâ ve'l-yadribne bi-humurihinne 'alâ cuyûbihinne ...

                Ayetin bu bölümüne verilen karşılığı birkaç mealden aktaralım.

                Diyanet İşleri Başkanlığı: Mümin kadınlara da söyle ... Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler.

                Hasan Basri Çantay: Mü'min kadınlara da söyle ... Zînetlerini açmasınlar. Bunlardan görünen kısmı müstesna. Baş örtülerini, yakalarının üstünü (kapayacak suretde), koysunlar.

                Seyyid Kutub: Mü'min kadınlara de ki ... Kendiliğinden görünenleri dışındaki süslerini teşhir etmesinler. Baş örtülerinin uçlarını yaka altlarına kadar sarkıtsınlar.

                Süleyman Ateş: İnanan kadınlara da söyle ... Süslerini göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hariç. Baş örtülerini (göğüs) yırtmaçlarının üstüne koysunlar. 

                Hüseyin Atay: İnanan kadınlara da söyle ... Süslerini, kendiliğinden görünen dışında, açmasınlar, başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar.

                Yaşar Nuri Öztürk: Mümin kadınlara da söyle ... Süslerini/zînetlerini, görünen kısımlar müstesna, açmasınlar. Örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.

                Abdulkadir Şener, Cemal Sofuoğlu, Mustafa Yıldırım: Ey Peygamber! Mümin kadınlara da söyle ... Zorunlu olarak görünenler dışında zînet yerlerini de açmasınlar. Başörtülerini göğüs bölgesindeki yırtmaçların üzerine sarkıtsınlar (göğüs ve gerdanlarını örtsünler).

                Sonuncu mealde bir de dipnot var: "Arap kadınları İslâm'dan önce de başlarını 'Hımar' denilen bir örtü ile kapatıyorlardı ve genellikle hımarın uçlarını arkalarına sarkıtıyor, gerdan ve göğüs kısımları ise açık kalıyordu. Kur'an-ı Kerîm mümin kadınların sokağa çıkarken veya yabancı erkeklerin yanında başörtülerinin uçlarını arkaya değil, açık olan göğüs bölgesini kapatmak üzere öne sarkıtmalarını ve bunun iffet açısından daha uygun olduğunu bildirmektedir."

                Ben din öğrenimi de görmüş bir dil bilimciyim. Ayette kastedilen açıktır: Göğüs kısmı kapatılacaktır. "Göğüs kısmı kapalı elbiseler giyiniz." de denilebilirdi. Ancak amaç, Kureyş kadınlarının giyeceklerini değiştirmek değil göğüslerin örtülmesini sağlamaktır. Bu da Kureyş kadınlarının giyinişlerinden hareketle belirtilmiştir. Zaten başlarında hımar denilen baş örtüleri var. Onların uçları arkaya sarkıtılmasın, öne sarkıtılarak göğüsler kapansın. Ayet, baş örtüsü takın demiyor, zaten (gelenek dolayısıyla) başlarınızda bulunan örtülerin uçları ile göğüslerinizi kapatın, diyor.

                Ayetin anlatmak istediği budur. Şöyle bir cümle kurayım: "Ceketlerinizin yenleri bileklerinize kadar gelsin." Bu cümle, "Ceket giyin." anlamına gelmez; "Ceket giyerseniz o ceketin yenleri uzun olsun, bileklerinize kadar gelsin." anlamına gelir.

                Ancak ille de "Kastedilen önemli değildir, lafzi (kelime kelime) anlam önemlidir." diyorsanız o zaman, Kureyş kadınları gibi göğsü açık bırakan elbiseler giyip göğsünüzü baş örtülerinizin uçlarıyla örtmelisiniz. Çünkü ayet kelime kelime bunu diyor. Fakat elbette lafız değil, anlatılmak istenen önemlidir ve ayete göre kadınlar, neyle olursa olsun, göğüslerinin yırtmaçlarını örtmelidirler. Bunun baş örtüsüyle olması şart değildir.

                Kendiliğinden veya zorunlu olarak görünenler dışındaki "zinet" ile kastedileni anlamak için din bilginleri ciddi bir araştırma yapmalıdır. Böyle bir araştırmada Kureyş kadınlarının giyiniş tarzlarını incelemek çok önemlidir. Birkaç tefsire baktım, fakat ikna olmadım. Her hâlde ilahiyatçılarımız konuyu aydınlatmışlardır veya aydınlatacaklardır.

Kaynak Yeniçağ: Baş örtüsü - Ahmet B. Ercilasun

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/bas-ortusu-47050yy.htm



Selam...

T.C. / M. Kemal Adal 



25 Aralık 2017 Pazartesi

DİNDEN BAĞIMSIZ DÜŞÜNMEK


KONUK YAZAR

Ahmet B. ERCİLASUN

Ahmet B. ERCİLASUN
24 Aralık 2017

Eskiler lâ-dinî derlerdi. "Dinî olmayan, din dışı, dinden bağımsız" anlamında.
"Din dışı" terimi, dinsizlik kavramını da çağrıştırdığından lâ-dinî terimi için "dinden bağımsız" tanımını kullanmak daha uygundur. Çünkü lâ-dinî, "dinsiz" anlamında değil, "dinden bağımsız" anlamındadır.

                Türkiye nüfusunun % 99'u Müslüman'dır ve hiç şüphesiz her Müslüman kendi dinî hayatını düzenlemek ve yaşamakta serbesttir. İnsanlar bireysel olarak inandıkları dinin emir ve yasaklarına uymak, ayinlerini yerine getirmek isterler. Toplum düzenini bozmadıkça inandığı dine uygun yaşamak her insanın hakkıdır.

                Ancak din konusunda unutulmaması gereken çok önemli bir nokta vardır. O da şudur: Din, her şeyden önce bir iman, bir inanmak işidir. Mensup olduğunuz dinin kabullerine inanırsınız. Mesela bir Müslüman, Tanrı'nın varlığına, onun bir ve benzersiz olduğuna, peygambere Tanrı'dan vahiy geldiğine inanır. Başka dinlere mensup olan insanların da kendilerine özgü inanışları vardır. Çoğunlukla insanlar, dinlerinin kabullerine, kutsallarına, tartışmaksızın iman ederler.[DİP NOT (MKA): 1]

                Peki, "dinden bağımsız olmak" ne demektir ? Bir insan hem dindar, hem dinden bağımsız olabilir mi? Bence olabilir ve olmalıdır.[DİP NOT (MKA): 2]
Özellikle aydınların, düşünürlerin, bilim ve sanat adamlarının zihinleri "dinden bağımsız" olmalıdır. Aksi takdirde yaratıcı ve özgün olmaları zordur.

                Şunu demek istiyorum. Herhangi bir konuda bir araştırma yapan, bir teori, bir düşünce geliştirmek isteyen insan, "Acaba benim dinim bu konuda ne diyor, acaba bu konuyu araştırırsam günaha girer miyim?" tereddüdü içinde olmamalıdır. Araştırmasını, teorisini dinden bağımsız olarak geliştirmelidir.  Böyle tereddütler, düşüncenin ve araştırmanın önüne daha baştan engel olarak çıkar.

                Elbette "dinden bağımsız düşünmek" bir tercih meselesidir. "Ben sadece öbür dünyamı mamur etmek istiyorum." diyebilir ve kendinizi dine adayabilirsiniz. Buna hiç kimse bir şey diyemez. Ama bu dünyada yaratıcı olmak, özgün düşüncelere, eserlere, buluşlara imza atmak istiyorsanız işinizi "dinden bağımsız" yapmalısınız.[DİP NOT (MKA): 3]

Bu tutum, özellikle İslam âlemi için hayati derecede önemlidir. Türk, Arap, Acem, Pakistanlı, Malezyalı… Eğer İslam dünyası, Batı tarafından sömürülmek istemiyorsa, Batı'nın oyuncağı olmak istemiyorsa bilim ve sanata yönelmek, bu alanlarda Batı'yı geçmek zorundadır. Bunun için de bağımsız düşünmek, zihinleri, her türlü peşin fikir ve kabulden uzak tutmak şarttır. Bütün Müslümanlar tercihlerini "öbür dünyalarını mamur etmek" için kullanırlarsa, İslam âlemi, sömürülmekten asla kurtulamaz.

Bunları niçin yazıyorum? Batı'nın vahşi sömürü sistemine karşı Müslümanlarda iki türlü tavır görüyorum. Bir kısmının hiçbir şey umurunda değil. Sömürülmüşüz, aşağılanmışız, birbirimize kırdırılıyoruz… Sanki böyle şeyler olmuyor. Müslüman vatandaş namazında, abdestinde ya, dünya ne olursa olsun. O vatandaş öbür dünyasını kazanmakla meşgul.

Bir kısım Müslümanlar da bağırıyor, çağırıyor; haçlı, siyonist, evanjelist diye tozu dumana katıyor; düşmanların bayraklarını, resimlerini yakıyor, çiğniyor; Avrupa'ya, Amerika'ya haddini bildiriyor. Daha da ileri gidenler İhvan oluyor, El-kaide oluyor, Işid oluyor.

Netice? Sıfıra sıfır, elde var sıfır. Batı sömürmeye devam ediyor.  Peki, nasıl oluyor da onlar hâkim, biz mahkûm oluyoruz? Çünkü onlar, bağımsız düşünmeye alışmış zihinleriyle düşünüyorlar, araştırıp inceliyorlar, üretiyorlar. Her gün binlerce patent. Yeni buluşlar, yeni eserler…

İslam dünyasında ise eller ya tespihte, ya pankartta. Akıllara gelince. Onlar Cennet yolunda. [DİP NOT (MKA): 4]

Kaynak Yeniçağ: Dinden bağımsız düşünmek - Ahmet B. ERCİLASUN

DİP NOT (MKA):

Saygıdeğer Yazarın bu makalesinde, "Bilim Adamı, Düşünür, Aydın" sıfatlarına uygun olarak yapıp vurguladığı tespitlere ve çözüm uyarısına gönülden katılıyorum.

Bu sebeple ve bundan hareketle, “RESUL KUR’AN VE ATATÜRK” ü algılamam ve anlayışım çerçevesinde  “Kişisel bakış açımdan”,  konuya aşağıdaki hususlarda  “din ve laiklik” ekseninde,  katkı ve desteğimi, “herkese açık” sunuyorum.


KUR’AN’ AYETLERİ İLE VERİLEN MESAJLARA GÖRE:

1. İman; insanin, baskı altında olmaksızın ve kendi hür iradesiyle, (gönlüyle ve aklıyla) “dininin vahiy kaynaklı kabullerini” Kalben onaylaması ve diliyle ikrarıdır (beyanıdır).

Riya olasılığı sebebiyle kişinin Dil ile ikrarı / beyanı, insanlar arası ilişkilerde dünyevi kabul olup, dünyevi işler için gereklidir.

Din bazında, Aslolan İMAN için, sadece kalpteki samimi kabul yeterli olup, Allah ile kulu arasındadır.

Kişilerin İmanının ne olduğu hakkında hüküm yalnız ve ancak Allah’ındır (12. sure (YÛSUF) 40. Ayet)  ve Allah kimseyi hükmüne ortak etmez. (18. sure (KEHF) 26. Ayet)

İçinde bulundukları yer ve zamanda, insanların yaşadıkları ortamda var olan dinlerden tercih ettiğinde, mevcut olanı “sorgulamaksızın”, tartışmasız kabulü Taklid-i İmandır. İnceleyip, “sorgulayarak”,  Kur’an’ın mealen ifadesi ile “aklı ve gönlü çalıştırarak” yapılan kalbi kabul ise Tahkik-i İmandır.

Kur’an’ın Öğüdü, Çoğunluğun yaptığının aksine Tahkik-i İman sahibi olma yolunda ilerlemektir. (17. sure (İSRÂ) 36.):

Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır. 17. sure (İSRA) 36. ayet

Her türlü  cehaletin sebebi,  anlayamamaktan ziyade sorgulama yetersizliğidir.

Sorgulamadan bir yolun / bir kişinin ardına düşmektir. 

Dinde tartışmasız / sorgulamasız kabul anlamında “nas / dogma / inak” olan, Allah’ın vahyettiği Kur’an ayetinin orijinal lafzında ifadesini bulan “ayetin mutlak - ilahi manası ve hükmüdür.”

İster Arapça ana dili olan Arapçasından, ister Arapça bilmeyen ana diline yapılmış çevirilerinden okunsun, ‘‘KUR’AN’A NİSPET ETTİĞİMİZ SINIRLI ANLAYIŞIMIZ VEYA KUR’AN’DAN ANLADIĞIMIZ, KUR’AN’IN MUTLAK MANASI VE HÜKMÜ OLARAK GÖSTERİLEMEZ.’’

Bu sebeple Kur’an ayetleri ile ilgili orijinal Arapça lafzı hariç olmak şartıyla, Arapça ve / veya çevrildiği ana dil ile insan algı ve anlayışının ifadesi olan, her “meal,” “tefsir” ve “ayet mana ve hükümleri”nin açıklamaları, Dinde tartışmasız / sorgulamasız kabul olan “nas / dogma / inak” değillerdir.

Kur’an ayetlerinin anlam ve hükümlerini algı ve anlayışımız, ilgili konuda Tahkik-i iman sahibi olmak için, süreci içinde, her zaman sorgulanmalıdır.49. sure (HUCURÂT) 14. Ayet:

 Bedeviler: "iman ettik." dediler. De ki: "siz iman etmediniz. Ancak 'müslüman' olduk deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir. Eğer Allah’a ve resulüne itaat ederseniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiçbir şey eksiltmez. Çünkü Allah gafûr'dur, rahîm'dir." 49. sure (HUCURÂT) 14. ayet

"TAHKİK-İ İMAN" DA: HER "MÜMİN", KENDİNE "MÜÇTEHİD"DİR. "İÇTİHAD"I DA SADECE KENDİSİNİ BAĞLAR.


2. Dindar bir kişi için, Tahkik-i iman faaliyeti, değişik konu başlıklarında, kişisel ömür boyu devam eden bir süreçtir.

Bu süreçte ilk ve en önemli husus, iman edilecek konunun, o dinin vahyedilen kitabında yazılı olan bir “din konusu” mu yoksa yalnız ve ancak Allaha özgülenmesi gereken dinin vahyedilen kitabında bahsedilmeyen (serbest bırakılmış alanlardaki) bir “rivayet, gelenek, görenek, bidad, hurafe konusu” mu olduğunun doğru olarak belirlenip tespit edilmesidir.

Bu süreçte “DİNİN KONUSU” ile “BİLİMİN KONUSU” ayırt edilerek tespit edilmelidir.

Bu tespit doğru olarak yapılmazsa, “rivayet, gelenek, görenek, bidad, hurafe ” olan birçok şey, “dini” konu olup “din”leşir ve din yozlaşır.

Bu tespit doğru olarak yapılmadan, "Acaba benim dinim bu konuda ne diyor,”  sorusunun doğru cevabını bulmak muhaldir (olmaz, olamaz). İlaveten Bunun tespit edilmesinde  acaba bu konuyu araştırırsam günaha girer miyim?" tereddüdü içinde olmayı gerektiren bir Kur’an ayeti yoktur.

MÜMİN VE MÜSLİM BİR DİNDAR KİŞİ, BU TESPİTİ DOĞRU OLARAK YAPTIĞINDA, hem acaba bu konuyu araştırırsam günaha girer miyim?" endişe ve tereddüdü olmaksızın, üstelik hem de   "Acaba benim dinim bu konuda ne diyor,”  sorusunu da kendisine sorarak, DİNDEN BAĞIMSIZ DÜŞÜNEBİLİR” .

İşte Böyle Kişiler, “DİNDAR”lıklarından taviz vermeden “BAĞIMSIZ DÜŞÜNEBİLİR” zihniyetine “TAHKİK-İ İMAN”ları ile varabilmiş kişilerdir

EĞER KİŞİ, “BAĞIMSIZ DÜŞÜNEBİLİR” ZİHNİYETİNDE DÜŞÜNMEYE ALIŞMIŞ, KENDİ AKLI DAHİL HİÇBİR ŞEYİ PUTLAŞTIRMADAN HERŞEYİ SORGULAYABİLİR MÜMİN – İNANAN / İMANLI BİR KİŞİ İSE, BU BAĞLAMDA:

“Bir insan HEM DİNDAR, HEM DİNDEN BAĞIMSIZ olabilir mi? Bence olabilir ve olmalıdır.”

Bir insan HEM DİNDAR, HEM LAİK olabilir mi? Bence olabilir ve olmalıdır.

Bir insan HEM DİNDAR, HEM ATATÜRKÇÜ olabilir mi? Bence olabilir ve olmalıdır.

Bir insan HEM DİNDAR, HEM ÇAĞDAŞ AYDIN olabilir mi? Bence olabilir ve olmalıdır.

Bir insan HEM DİNDAR, HEM BİLİM ADAMI olabilir mi? Bence olabilir ve olmalıdır.

Bu listeyi çok uzatabiliriz...


3. “…İnsanlardan bazısı şöyle der: "Ey Rabb'imiz, bize dünyada ver." Böylesi için âhırette bir nasip yoktur. Onlardan kimi de şöyle yakarır: "Ey Rabb'imiz, bize dünyada da güzellik ver, âhırette de güzellik ver. Ve bizi ateş azabından koru." İşte böyle diyenlere kazandıklarından bir nasip vardır. Allah, hesabı çok çabuk görür. 2 / Bakara / 200-202

Hem dünyada hem ahirette güzellik vermesi için Allah’a yakaranların, kazandıklarından nasiplerini almaları için, iman edip dini vecibelerini de yapmaları durumundabilimin konusu olan işleri” DİNDEN BAĞIMSIZ OLARAK DÜŞÜNÜNÜP, YAPMALARI, dinen sakıncalı olmadığı gibi dinen de istenen bir eylemdir.

Şöyle ki:

İslam Dini Literatüründe Kitap, özellikle, “İçinde  kuşku ve çelişki olmayan” (2 / Bakara / 2) “Kuran ve tüm ilahi vahiylerin genel adı” olmakla birlikte, genel olarak “Kitap” ile kastedilen Kuran’a göre insanın önüne okunmak üzere konulan üç temel kitaptır. Yani,Kainat Kitabı”, “İnsan Kitabı-insanın bizatihi kendisi” ve “Vahiy Kitabı” (Kuran) dır.

AYET: Kelime olarak, belirti, işaret, delil… gibi anlamlara gelen ve “Yaratan” la “yaratılan” arası ilişkide anlamı olan, insanı “Tek ve Mutlak Yaratıcı” (Allah) ya çeviren ve götüren aydınlık, ışık ve işarettir.

KURAN’A GÖRE “AYET”, sadece Kur’an’ nın belirli parçaları olmayıp, aynı zamanda varlıklar ve olaylar da dâhil olmak üzere, İnsan ve Kâinat kitaplarının da parçalarıdır.

VAHİY KİTABI KUR’AN, İnananlar için bizatihi kendisinin “kılavuz” olmasının yanında, “Kâinat Kitabı” ile “İnsan Kitabı” nın gereğince okunup, bunlardaki “Ayetlerin” ve “Sünnetullah / Allah’ın yol ve yasaları” ın da anlaşılıp, değerlendirilmesini kolaylaştıran bir ışıktır, nurdur.

Bu Çerçevede:

VAHİY KİTABI OLAN KUR’AN’DAKİ İMAN KONUSUNDAKİ GERÇEK, BİLİMİN KONUSU DEĞİLDİR.


KÂİNAT ve İNSAN KİTAPLARINDA DELİLLERİYLE GÖSTERİLEN GERÇEK İSE, BİLİMİN KONUSUDUR 44. Sure (DUHAN) 38-39. Ayetler:  

BİZ GÖKLERİ, YERİ VE BUNLAR ARASINDAKİLERİ eğlenmek için yaratmadık. İKİSİNİ DE, SADECE GERÇEĞİ GÖSTERMEK ÜZERE YARATTIK. Ama onların çokları bilmiyorlar. 44. Sure (DUHAN) 38-39. Ayetler’in ışığında, mümin (inanan) için, gerçeğin, içindeki tüm varlıklarıyla birlikte, kâinatta görülebileceği açıktır.

Bu bağlamda:
Kalbin / gönülün tasdiki olan iman esasları, ispatı ile uğraşılarak, bilimin konusu yapılmaz;  

GAYB (AHİRET) ALEMİNE AİT İMAN GERÇEĞİ, KUR’AN’DA DIR.

Allah’ın, Vahiy kitabi olan Kur’an ile Kâinat ve İnsan kitaplarına gönderme yaparak,  Sünnetullah gereği olarak Kur’an ışığında gösterdiği varlık alemine ait gerçek  ise bilimin konusudur.

KUR’AN’IN GÖSTERDİĞİ VARLIK ÂLEMİNE AİT GERÇEK, KÂİNATTA VE İNSANDADIR.

Kişinin ahirette hesaba çekileceği “Temel Sorumluluğu”:  Gayb (Ahiret) âlemindeki “GERÇEK” e inanarak /  İMAN İLE içinde bulunduğu Varlık Âleminde Allah rızası için iş ve değer üretmek, ÇALIŞMAKTIR. (Bu aynı zamanda insanın dünyevi sınavıdır.):

 Hanginizin daha güzel iş yapacağını belirlemek için sizi imtihana çekmek üzere ölümü ve hayatı yaratan O'dur. Azîz'dir O, Gafûr'dur. 67. sure (MÜLK) 2. ayet

Çalışmada verim almanın SÜNNETULLAH’ ta gösterilen yolu, “SEBEPLERE YAPIŞMAK” tır.

ARANAN “GERÇEK”İN BULUNACAĞI ÂLEM NERESİ İSE ONA GÖTÜRECEK “SEBEP” DE ORDADIR.

SEBEP – SONUÇ İLİŞKİSİNDE; Sebepler de o sebebin sonucu olan “Gerçek” te  O ALEME AİT “Ayet” lerdedir ve  “AYET”, bilindiği gibi sadece Kur’an’ nın belirli parçaları olmayıp, aynı zamanda varlıklar ve olaylar da dâhil olmak üzere, İnsan ve Kâinat kitaplarının da parçalarıdır Kuran’a göre...

Sebebi yanlış yerde aramak, o konu ile ilgili olarak cehalet tir / bilgisizliktir.

Herkes gerçeğe ulaşamazsa da sadece sebebine yapışanlar (araştırıp çabalayanlar) gerçeğe ulaşabilir:

GERÇEK ŞU Kİ, İNSAN İÇİN ÇALIŞIP DİDİNDİĞİNDEN BAŞKASI YOKTUR. VE ONUN ÇALIŞIP DİDİNMESİ YAKINDA GÖRÜLECEKTİR. SONRA KARŞILIĞI KENDİSİNE HİÇ EKSİKSİZ VERİLECEKTİR. 53. sure (NECM) 39 -41. ayetler

İŞTE,   ÜÇ TEMEL KİTAP’TAKİ GERÇEK BUDUR.


4. BİZ NİYE BÖYLEYİZ?

BİZ BÖYLEYİZ, ÇÜNKÜ (BİR İSLAM ALİMİNİN İFADESİ İLE):

ALLAH sadece Rabbil Mü'minin değil, Rabbil Âlemindir.

Bu imtihan dünyasında, hikmet ve adaletinin gereği: Siyasi, iktisadi, ilmi ve askeri… Her husustaki başarıyı… Her sahadaki imkân ve iktidarı SÜNNETULLAH” denen tabii kanunlara uygun olarak; sabırlı, kararlı, planlı ve devamlı çalışan tarafa vermektedir. (Çünkü Allah, RAHMANdır.MKA)

Böylece Hak ve hoşgörü medeniyetleriyle, zulüm ve sömürü düzenleri; kendi amaçları doğrultusundaki gayret, cesaret ve samimiyetleri oranında ileri geçmekte ve yeryüzünde hüküm sürmektedir.”


SONUÇ:

 …Gerçek şu ki Allah, bir toplumun mâruz kaldığı şeyleri, onlar, birey olarak içlerindekini / birey olarak kendilerine ilişkin olanı değiştirmedikçe, değiştirmez… 13. sure (RA'D) 11.


 Bu böyledir. Çünkü Allah bir topluma lütfettiği nimeti, o toplum birey olarak içlerindekini / birey olarak kendilerine ilişkin olanı değiştirmedikçe, değiştirmemiştir. Ve Allah, iyice işiten, gereğince bilendir. 8. sure (ENFÂL) 53. ayet

---
Selam...
​ T.C. / M. Kemal Adal 

https://plus.google.com/+MKemalAdal




Konuşma geninin keşfedilmesi
Ahmet B. ERCİLASUN
bercilasun@hotmail.com 31 Aralık 2017
"Dinden Bağımsız Düşünmek" başlıklı yazım çok iyi anlaşılmadı ve bazı tartışmalara yol açtı. Bu yazıda, hem son yılların önemli bir keşfini anlatacağım, hem de "dinden bağımsız düşünme" konusunda bir örnek vermiş olacağım*

                Konu, Dil Araştırmaları dergisinin 2017 Güz (21.) sayısında dil bilimci Caner Kerimoğlu'nun
"Dilin Kökeni Arayışları II: FOXP2 Geni" başlıklı yazısında ayrıntılı olarak ele alınmıştır. İsteyen, dijital ortamda da bulunan dergiye ulaşıp yazıyı okuyabilir. Ben sadece o yazıya dayanarak bir özet yapacağım.

                Tarih 1980'lerin sonu. Yer İngiltere. Doktorlar, Pakistan kökenli bir ailede görülen dil bozukluklarını inceliyorlar. Aynı ailenin üç kuşağından 30'a yakın kişi gözlemleniyor ve bunların yarısında çeşitli konuşma bozuklukları tespit ediliyor. Kekeliyorlar, bazı sesleri çıkaramıyorlar, bazı kelimeleri tanıyamıyorlar, bazı sessizleri düşürüyorlar ve sınırlı sayıda kelime kullanabiliyorlar.

                1990'ların sonuna doğru suçlu bulundu. Suçlu, 7 numaralı kromozomda bulunan FOXP2 geniydi. Pakistanlı ailede bu gende bir bozukluk vardı ve bozukluk nesilden nesile aktarılıyordu. Üstelik 2000'lerin başında yine konuşma bozukluğu yaşayan bir başka çocukta da aynı gende bir hasar tespit edilmişti.

                İnsanlardaki bütün genlerin, biri anneden, biri babadan gelen iki kopyası bulunmaktadır. Hem Pakistanlı aile fertlerinde hem diğer çocukta FOXP2 geninin bir kopyası mutasyona uğramıştı ve bu mutasyon beyin gelişiminde ciddi bir hasara yol açmıştı.

                Bilim adamları heyecanlanmışlardı. FOXP2'deki bir mutasyon konuşma bozukluklarına yol açtığına göre bu gen, konuşmanın ortaya çıkmasında da rol sahibi olmalıydı. FOXP2 geni başka canlılarda da vardı. Ancak insandaki biraz farklıydı. Hemen karşılaştırmalar başladı. İnsanlardaki FOXP2 geni, farelerdekinden 3 yerde farklıydı. Şempanze ve bonobolardan ise iki yerde farklılık gösteriyordu. İnsanın FOXP2 genindeki farklılığı yaratan mutasyon ise son 200.000 yıl içinde gerçekleşmişti. Bu da homo sapiens denilen modern insanın ortaya çıkış tarihiyle örtüşüyordu. Demek ki bu gende son 200.000 yılda gerçekleşen mutasyon sayesinde konuşma ortaya çıkmış ve modern insan doğmuştu.

                 Elbette araştırmalar bitmiş değil. Farklı görüş ve hipotezlerle araştırmalar bütün hızıyla devam ediyor. Genetikçiler, dil bilimciler, antropologlar, fosil bilimciler, hayvan dilleri üzerinde çalışanlar, laboratuvar, simülasyon ve saha araştırmalarıyla bilinmeyenleri bulmaya ve çözmeye çalışıyorlar. F. Vargha-Khadem, W. Enard, S. Fischer, J. Zhang, I. Teramitsu, M. C. Corballis ve daha niceleri.

                Caner Kerimoğlu,
"Bilim dünyasını sarsan ve keşfinin üzerinden 15 yıldan fazla bir süre geçen" *bu genle ilgili olarak *"Basit bir Google araştırmasında bile 270 binden fazla sayfa listelenirken bunlar içinde Türkçe ve bilimsel ölçülerle yazılmış bir metin gazete haberleri dışında yoktur." diyor.

               
"Onlar aya, biz yaya" deyişi bir zamanlar çok yaygındı. Bir de daha eski bir sözümüz vardı: "Benim oğlum Binâ okur / Döner döner yine okur."  Ben ikisini birleştirerek şöyle bir deyiş oluşturdum: Onlar bakar gen'e / Biz hû çekeriz döne döne.

             
   Yukarıdaki konu üzerinde yüzlerce bilim adamı çalışıyor. Hiçbirinin aklından
"Bu konuda acaba kutsal kitabımız ne diyor? Acaba günaha girer miyim?" diye bir düşünce geçmiyor. "Dinden bağımsız düşünmek" işte budur.

Kaynak Yeniçağ: Konuşma geninin keşfedilmesi - Ahmet B. ERCİLASUN
Herkese açık olarak paylaşıldı

​DİP NOT: 

Saygıdeğer yazarın Google + sayfamda paylaştığım bu yazısı, aynı zamanda, aşağıdaki linkten ulaşılabilen 25 Aralık 2017 Pazartesi ​blok sayfamdaki 
DİNDEN BAĞIMSIZ DÜŞÜNMEK
​"​ 
yazısının altına 31 Aralık 2017 Pazar ilave edilerek de "Herkese açık olarak" paylaşılmıştır.

​Bilgi ve değerlendirmelerinize Saygılarımla. ​MKA.

              

30 Kasım 2017 Perşembe

ALLAH – TANRI

26.11.2017

ALLAH – TANRI

Konuk Yazar

acebookTwitterooglPaylaş

Allah kelimesi Müslümanlıktan önce var mıydı? 
Kışlalardaki yemek duasında gelenekleşmiş olarak söylenen “Tanrı’mıza hamd olsun!”  yerine “Allah’ımıza hamd olsun!”  cümlesinin getirilmesi, yani Tanrı sözünün kışlalardaki yemek duasından kaldırılması “Allah yerine Tanrı kullanılabilir mi?” sorusunu yeniden gündeme getirdi.
Önce Allah kelimesine bakalım.
Allah kelimesi, Müslümanlıktan önce de vardı. Bunun en açık delili, peygamberimizin babasının adının Abdullah olmasıdır. Bilindiği gibi Abdullah, “Allah’ın kulu” demektir. Ancak Hz. Muhammed’in babası Abdullah, Müslüman değildi; daha peygamberimiz doğmadan vefat etmişti.
Son dönem İslam bilginlerinden Bekir Topaloğlu da, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı Allah maddesinde kelimenin Müslümanlıktan önce var olduğunu belirtmiştir:
“İslâm öncesi Araplar’ı bazı dualarında, deyim, atasözü ve özellikle şiirlerinde Allah kelimesini oldukça fazla kullanmışlardır.” (C. 2, s. 473).
Öyleyse Abdullah adının içinde bulunan ve Müslümanlık ortaya çıkmadan önce de Araplarda kullanılan “Allah” kelimesinin anlamı nedir?
Yine Bekir Topaloğlu, Allah kelimesinin, “İslâm öncesi Arap dili ve edebiyatında ‘ilâh, tanrı’ anlamında kullanılmış” olduğunu söyler  ve 30 civarında etimoloji görüşü arasında, kelimenin “Arapça asıllı ilâh lâfzından türemiş olduğu kanaatı”nın ağır bastığını da ekler (C. 2, s. 471).
Topaloğlu, putperest Kureyşlilerin Allah sözünü kullandıklarını Kur’an’dan da tanıklar. İslam öncesi Araplarının “muhtelif kabilelere ait olmak üzere sayısı yüzlerle ifade edilen putların üstünde bir yüce tanrının bulunduğu inancını taşıdıkları da anlaşılmaktadır.” dedikten sonra Topaloğlu, Kur’an’ın da bunu haber verdiğine, ayrıca bu putperest Arapların Allah adına yemin ettiklerine, sıkıntılı ve tehlikeli zamanlarda Allah’a sığındıklarına dair ayetlerin numaralarını verir (C. 2, s. 473).
Onun gösterdiği ayetlerden ikisine Hüseyin Atay’ın mealinden bakalım:
Ankebût suresinin (29), 61. ayetinden:
“Andolsun ki onlara: ‘Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?’ diye sorsan şüphesiz ‘Allah’tır’ derler.”
Nahl suresinin (16), 38. ayetinden:
“Ölen kimseyi Allah’ın diriltemeyeceği üzerine bütün güçleriyle Allah’a yemin ettiler.”
Son olarak Allah kelimesinin “ilah” lafzından nasıl türediğine dair etimolojik görüşü[1] de yine Bekir Topaloğlu’ndan aktaralım:
“İlâh kelimesinden türemiş olup başına harf-i ta’rif getirilmiş, bir taraftan el-ilâh şeklinde dildeki yerini almışken diğer taraftan kullanım sırasında dile kolaylık sağlamak maksadıyla asıl kelimenin hemzesi kaldırılmış, lâmlar birleştirilmiş (idgam) ve azamet ifade eden kalın bir ses verilerek Allah tarzında okunmuştur.” (C. 2, s. 471).

Kutadgu Bilig’de ve Hüsrev ü Şîrîn’de besmele
Eski Türklerde, “Allah mı kullanalım, Tanrı mı kullanalım?” diye bir sorun olmamıştır. Hatta Allah yerine başka kelimeler de herhangi bir sorun olmadan, rahatça kullanılmıştır.
Bilindiği üzere İslami Türk edebiyatının en eski edebî eseri, 1069 yılında Yusuf Has Hâcib tarafından yazılmış bulunan Kutadgu Bilig’dir. Satuk Buğra Hanın Müslüman oluşundan (946) 123 yıl sonra yazılmıştır. Elbette aynı yıl bütün Türkler Müslüman olmadı. Ancak Satuk Buğra Hanın Müslüman olmasıyla Türkler arasında İslamiyet kısa zamanda yayıldı. Özellikle 960’larda, 970’lerde milyonlarca Türk Müslüman oldu. Demek ki Kutadgu Bilig’in yazılış tarihini kabataslak olarak “Türklerin Müslümanlığa girmesinden yüz yıl kadar sonra” şeklinde ifade edebiliriz.
İşte bu eserin ilk bölümünün başlığı: Teŋri[2] azze ve celle ögdisin ayur (Aziz ve celil [yüce] Tanrı’nın övgüsünü söyler).
Eserin ilk iki beyti de şöyle:
Bayat atı birle sözüg başladım
Törütgen, igidgen, keçürgen idim
Tanrı adı ile söze başladım,
Yaratan, besleyen, bağışlayan rabbim (sahibim).
Üküş ögdi birle tümen miŋ senâ
Ugan bir bayatka, a
ŋar yok fenâ
Pek çok övgü ve on binlerce senâ (olsun)
Kâdir (ve) bir (olan) Tanrı’ya. Ona yoktur fenâ (fanilik)[3].
Görüldüğü üzere Kutadgu Bilig’in başlangıç bölümünde Allah sözü için hem -bugünkü Tanrı’nın eski söylenişi olan- Teŋri, hem de Bayat kelimeleri kullanılmıştır. Aslında ilk beyit besmelenin neredeyse bire bir çevirisidir. Bayat atı birle = Bismillâh. İgidgen, keçürgen = rahman, rahîm.
Bir “bismillâh” çevirisi de 1341 yılından, Kutub adlı şairin Hüsrev ü Şîrîn mesnevisinden:
İdi atı birle başla sözüŋni
Kim ol bar kıldı yokdın bu özüŋni
Allah adı ile başla sözünü
Ki O var etti yoktan seni.
Ulug Teŋri kim ajunnı yarattı
Tutup bik yirni köklerni töretti[4]
Ulu Tanrı ki dünyayı yarattı,
Yeri sıkı tutup gökleri türetti.
Görüldüğü üzere 14. yüzyıl Altınordu şairi Kutub, Allah yerine idi kelimesini kullanmıştır. Gerçi idi “sahip” demektir ve çok defa rab yerine kullanılmaktadır. Ancak burada “bismillâh” karşılığı olduğu açıktır. İkinci beyitte ise Allah yerine açık bir şekilde Tanrı kullanılmıştır.

Dîvânu Lugâti’t-Türk’te Allah ve Tanrı
İki metinden örnek verdim. Birkaç metinden daha vereceğim. Ama önce Türkçenin bilinen en eski sözlüğü olan ve Kutadgu Bilig gibi, Türklerin Müslüman olmasından aşağı yukarı yüz yıl sonra, 1072-1077’de yazılan Dîvânu Lugâti’t-Türk’teki Teŋri maddesine bakalım:
“Teŋri yüce ve aziz Allah.”
Atasözü: Toyın tapugsak Teŋri sewinçsiz. Kâfirlerin din adamı Yüce Allah’a ibadet eder; ancak Allah sübhânehu ve taalâ onun işinden razı değildir. Bu, karşı tarafın iyi karşılayacağını uman; fakat karşı tarafın hoşlanmadığı bir işi yapan için söylenir.”
Şiir:
Tün kün tapun Teŋrike boynamagıl”Korkup aŋar eymenü oynamagıl.”
“Diyor ki: Gece gündüz yüce Tanrı’ya ibadet et ve isyan etme! Ondan ürk ve kork; ona karşı hayâ ve korku içinde ol ve oynama.” (Ercilasun – Akkoyunlu 2014: 501).
Görüldüğü gibi 1070’li yıllarda Kâşgarlı Mahmud, Teŋri (Tanrı) sözünün Arapçadaki karşılığını doğrudan doğruya “yüce ve aziz Allah” diye vermektedir. El yazmasında verilen Arapça karşılık aynen şöyle “huvallahu azze ve celle”. (Kâşgarlı Mahmud -tıpkıbasım- 1990: 608).
Kâşgarlı Mahmud’un “Allah” anlamındaki Teŋri için iki de örnek verdiği görülmektedir. Biri atasözü, biri de şiir. Bu demektir ki 100 yıl içinde, Satuk Buğra Handan önce, özellikle Abbasi hizmetine girip Müslüman olan Türkleri de hesaba katarsak bir iki yüzyıl içinde Allah anlamındaki Teŋri sözü, Türklerin halkiyat ve edebiyatına da girmiştir. “Toyın”, Kâşgarlı’nın da belirttiği gibi “kâfirlerin din adamı” anlamında bir kelimedir.
Kâşgarlı Mahmud Teŋri sözüne yukarıdaki anlamı verip örnekleri de sıraladıktan sonra şöyle devam eder:
Kâfirler -yüce Tanrı onları yok etsin- göğe teŋri derler. Aynı şekilde gözlerine büyük görünen büyük dağ, ağaç gibi şeylere de teŋri adını verirler ve bu gibi şeylere secde ederler.”
Henüz Müslüman olmamış Türklerin (Kâşgarlı onlara kâfir diyor) göğe ve büyük şeylere teŋri dediklerini bile bile aynı kelimeye “yüce ve aziz Allah” anlamını vermekte Kâşgarlı bir beis görmemiştir. Zaten başka türlü de yapamazdı; çünkü verdiği örneklerde de görüldüğü üzere kelime, Müslüman Türklerin dilinde “Allah” anlamında kullanılmaktaydı.
Bir kelimenin hem kâfirlerin tanrısı, hem de Müslümanların Tanrı’sı olması tuhaf değil mi, diye düşünülebilir.  Ama Topaloğlu’nun, Kur’an ayetlerine dayanarak kaydettiği üzere, peygamberimizin zamanında da Allah kelimesi hem kâfirlerin tanrısı, hem Müslümanların Tanrı’sı için kullanılıyordu.(Çünkü Kur'anâ göre:“ALLAH sadece Rabbil Mü'minin değil, Rabbil Âlemindir." MKA)  Dil biliminde bu olaya “çok anlamlılık” denir. Herhangi bir sözlüğe bakan herkes çok anlamlılığı hemen fark edebilir. Birçok kelimenin birden fazla anlamı vardır.

Doğu ve Kuzey Türkçesine ait başka eserlerde Tanrı  
Kâşgarlı Mahmud’a bir örnek de biz ekleyelim. Ama ondan aşağı yukarı elli yıl sonra yazılmış bir eserden. Nevayi’nin bir evliya tezkiresi olan “Nesâimü’l-Mahabbe…” adlı eserinde evliya olduğu yazılan Edib Ahmed Yüknekî’nin Atebetü’l-Hakâyık’ından:
Ugan hükmi birle kelür kelgen iş (Arat 1951: 76).
Reşid Rahmeti Arat bu mısraa şu anlamı vermiştir:
“Her gelen iş kadir (Tanrı) hükmü ile gelir” (Arat 1951: 98).
Arat’ın Tanrı sözünü ayraç içine almasının bir sebebi var. Çünkü eserin el yazmasının nüshalarından birinde ugan sözünün altına teŋri yazılmıştır.
Daha açık bir örnek, aynı devirde, yani 11. veya 12. yüzyılda yazılmış ilk Kur’an tercümelerinde vardır. Bu tercümelerde Türkçe anlamlar satır altında verildiği için tereddüde hiç yer bırakmaz.  En eski satır altı Kur’an tercümelerinin en güzellerinden biri, İstanbul’da Türk İslam Eserleri Müzesi’ndedir ve 73 numarada kayıtlıdır. Maalesef bu eserin tıpkıbasımı da, ilmî bir yayını da henüz yapılmamıştır. Ama ben yerini söyledim, meraklısı gidip oraya bakabilir. Aramaya gerek yok. Hemen Fâtiha suresinin ilk ayetine bakınca şu görülecektir: Arap harfleriyle el-hamdu lillâhi rabbi’l-âlemîn. İlk kelimenin altında yine Arap harfleriyle Türkçesi: ögdi. Yani “övgü”. İkinci kelimenin (lillâhi’nin) altında Teŋrike. Yani Tanrı’ya(dır). Rabbi’l-âlemîn kelimelerinin altında ise âlemler idisi. Yani “âlemlerin sahibi”.
İlk satır altı tercümede böyle olduğu gibi sonraki tercümelerin birçoğunda da bu böyledir.
1313 yılında yazılmış manzum bir dinî eser var: Mu’înü’l-Mürîd. Yani “mürid’in yardımcısı”. Ebulgazi Bahadır Hana göre bütün Türkmenler bu kitaba göre amel ederlermiş. Bu eserde daha çok Allah kelimesi geçer. Fakat Teŋri sözü de Allah yerine rahatlıkla kullanılmıştır:
Yıgakdın yıgıl tut idi emrini
Yawuz ol keçürse esiz ömrini
Hicâbsız seniŋ ma’siyet kılmakıŋ
Delîl bilmemiş-sen çın-ok Teŋrini[5]
Yasaktan sakın, tut Rab emrini,
Kötüdür geçirirse(n) faydasız ömrünü.
Utanmadan senin günah işlemen(in sebebi)
Kılavuz bilmemiş (olmandır) gerçek Tanrı’yı.
14. yüzyılda yazılmış bir başka dinî eserden de sadece bir örnek alalım. Bir örnek diyorum, çünkü bu eserde Taŋrı kelimesi yüzden fazla geçiyor (Ata 1998: 402-403) ve birçoğunda da ayet ve hadislerdeki Allah kelimesinin karşılığı olarak. Nehcü’l-Ferâdîs (Cennetlerin Açık Yolu) adlı bu hacimli eserden aşağıda verdiğim örnek hicret sırasında Hz. Ebûbekir ile Hz. Muhammed’in konuşmalarını aktarıyor. Peygamberimize düşman oku değmesin diye Hazreti Ebûbekir onun dört yanında siper oluyormuş. Peygamberimiz şöyle diyor: “Lâ tahzen innellahe ma’anâ.” Eser, bu sözü verdikten sonra Türkçe karşılığını da yazıyor: “Yâ Ebâ Bekr, hîç korkmagıl kim Taŋrı Ta’âlâ bizniŋ birle turur.” (Tıpkıbasım 1956: 20/12). Anlaşılıyor ama biz yine de cevabı bugünün Türkçesine aktaralım: “Ey Ebûbekir, hiç korkma; çünkü yüce Tanrı bizimledir.”
1250-1518 arasında Mısır’da bir Türk devleti vardı. Arapça kaynaklarda adı ed-devletü’t-Türkiyye idi, yani Türk Devleti. İşte bu devletin ahalisinden olan Araplara Türkçe öğretmek için birçok gramer ve sözlük yazıldı. Bunlardan biri de 14. yüzyılda yazılmış bulunan Kitâb-ı Mecmû-ı Tercümân-ı Türkî ve Acemî ve Mugalî’dir. İşte bu eserde de Arapça Allah sübhânehu ve teâlâ yazıyor ve Türkçe karşılığı Teŋri olarak veriliyor (Toparlı – Çögenli – Yanık 2000: 2).

Mevlid’de Allah ve Tanrı
Artık Anadolu’daki Oğuz Türklerine de gelebiliriz. Örnek çok ama biz önce, en bilinen Mevlid’e bakalım. Süleyman Çelebi’nin 1409’da Bursa’da yazdığı Vesîletü’n-Necât adlı mevlide. İlk beyit herkesin ezberinde olmalı:
Allah adın zikr idelüm evvelâ         
Vâcib oldur cümle işde her kula
 (Ateş 1954: 92).
Anlamını bildiğimizi sanıyoruz ama ben yine de oldur, cümle, işde sözlerinin farklı anlaşılabileceğini düşünerek beyti bugünkü Türkçeye aktarayım:
Allah adını zikredelim evvela,
Vacip odur, bütün iş(ler)de her kula.
Yukarıda Kutadgu Bilig’den ve Hüsrev ü Şîrîn’den verdiğim örneklere tekrar bakarsak, eserlerin başlangıcında bir gelenek oluştuğunu görürüz: Esere besmele ile başlamanın gerekliliği. Türkistan’dan Anadolu’ya uzanan bir gelenek. İlk ikisinde Türkçe kökenli kelimeler vardı, burada Allah.
Süleyman Çelebi Allah kelimesini kullanıyor ama Tanrı kelimesini de kullanıyor:
Her kim ana irdi irdi Tanrı’ya             
Tanrı dîdârını gördi bî-riyâ
 (Ateş 1954: 100)
Her kim (ki) ona (peygambere) ulaştı, ulaştı Tanrı’ya,
Tanrı’nın yüzünü gördü riyasız olarak.
Kim ki dinlerse bu sözi aşk ile                
Lâcerem Tanrı ana rahmet kıla
 (Ateş 1954: 104)
Kim ki dinlerse bu sözü aşk ile
Şüphesiz Tanrı ona rahmet kılar.


Anadolu’nun başka eserlerinde ve Dede Korkut’ta Allah ve Tanrı
Anadolu’da da satır altı Kur’an tercümeleri var. Bunlardan biri Muhammed bin Hamza’nın 15. yüzyıl başlarındaki tercümesi. Muhammed bin Hamza büyük bir ihtimalle ilk Osmanlı şeyhülislamı olan Muhammed bin Hamza el-Fenârî, yani Molla Fenârî’dir. Fâtiha suresinin ilk ayetinde orada da “lillâhi”nin altında Taŋrı-nuŋdur yazar. Ahmet Topaloğlu’nun hazırladığı eserin sözlüğünden Tanrı kelimesinin daha birçok kullanılışını görmek mümkündür (Topaloğlu 1978: 556-557).
15. yüzyıl ortalarında yaşamış , tefsir ve ahlaka dair eserler yazmış bir Osmanlı bilgini var: Ebulfazl Mûsâ bin Hacı Hüseyin İznikî. Sa’lebî’nin ünlü Kısas-ı Enbiyâ’sını Türkçeye çevirmiş. İşte bu eserde de Taŋrı birçok defa geçiyor. Çeşitli örnekler için Nesrin Bayraktar’ın hazırladığı eserin dizinine bakılabilir. Biz sadece bir örnek verelim:
Resûl alehi’s-selâm buyurdu ki şol Taŋrı hakkı çün ki benüm cânum anuŋ kudreti elindedür” (Bayraktar  2008: 23).
Dede Korkut’ta Allah ve Tanrı sözleri hemen hemen aynı sıklıkta geçer. Bütün örnekleri görmek isteyenler, Muharrem Ergin’in hazırladığı dizinden iki kelimeye de bakıp gösterilen sayfalardan metindeki örnekleri bulabilirler. Biz birkaç örnek verelim:
Allah Allah dimeyinçe işler oŋmaz, kâdir Taŋrı virmeyinçe er bayımaz.” (Ergin 1989: 73)
“Devletsüz şerrinden Allah saklasun ḫanum sizi… Azup gelen kazayı Taŋrı savsun ḫanum hey.” (Ergin 1989: 74, 75)
Yazılup düzilüp gökden indi Taŋrı ilmi Kur’an görklü… Alçak yirde yapılupdur Taŋrı ivi Mekke görklü (güzel)” (Ergin 1989: 75)
Yücelerden yücesin yüce Taŋrı / Kimse bilmez niçesin görklü Taŋrı…/ Aziz Allah ḫocam maŋa meded” (Ergin 1989: 224).

Son Dönem sözlüklerinde Allah ve Tanrı
Biraz da yakın dönemlere gelelim ve iki sözlüğe bakalım. Şemseddin Sami’nin 1900 yılında yazdığı ünlü sözlüğümüz Kamûs-ı Türki’de bakalım Allah kelimesinin karşılığında ne yazıyor:
“Allah sz. (ism-i müzekker = eril ad)[6], Ar. (Arapça) [el = harf-i ta’rif – ilâh = mâbud]: Hâlik-i kâinat olan vücûd-ı mutlak, Tanrı, Rab, Mevlâ, Hudâ, Îzid.” (Ş. Sami 1317: 158).
Görüldüğü üzere Şemseddin Sami, Tanrı sözünü bire bir Allah’ın karşılığı olarak vermiş. Peki bugün unutulmuş olan Îzid ne acaba? Ona da aynı sözlükten bakalım:
Îzid s. (isim), fa. (Farsça): Asıl Zerdüştîlerin sünâiyyetini (ikili tanrı sistemini) teşkil eden iki unsurdan hayır ve nur (ışık) mürebbîsinin ismi olup, İranîler ba’del-İslâm (İslam’dan sonra) Hak Teâlâ hazretlerine tahsis etmişlerdir (Ş. Sami 1317: 240).
Demek ki yalnız Türkler yapmamışlar; İranlılar da eski tanrılarının adını Müslüman olduktan sonra Allah için kullanmışlar.
Şemseddin Sami’den bir de Tanrı kelimesine bakalım:
Tanrı (te’den sonra elif yok) yâhud tanrı (elif ile) veyâ tanrı (tı-elif ile) ve gl (galat = yanlış) tağrı. s. (İsim): [Semâ ve şafak demek olan tan’dan]: İlâh, Mevlâ, Hudâ, tk (Türkî-i kadîm = Eski Türkçe) Ugan[7], Çalap: Tanrı’nın kulu // Tanrı’nın günü = bütün gün (Ş. Sami 1317: 429).
Allah kelimesinin karşılığı olarak Tanrı’yı da gösteren Şemseddin Sami burada karşılık olarak Allah sözünü göstermemiş ama aynı kavram için kullanılan Mevlâ, Hudâ kelimelerini vermiş. Ayrıca Tanrı’nın kulu örneğinde de Allah anlamı açıktır.
Biraz daha yakına, 1927 yılına gelelim. Cumhuriyetten dört yıl sonra fakat harf inkılabından bir yıl önce yazılmış bir sözlüğe bakalım.  M. Bahaeddin’in Yeni Türkçe Lugat’ine.
Allah a. (Arapça), s. (isim): Yerle göğü yaradan Mevlâ, Tanrı, Rab, Hudâ, Îzid (M. Bahâ 1927: 77).
Tanrı s. (isim) veyâ tanrı (elif ile), tanrı (tı-elif ile): Allah, Hudâ.

Tanımlık terimi ve konu açısından önemi
Sanırım bu kadar kaynak ve örnek yeter. Ancak dil bilimi açısından önemli bir noktanın üzerinde durmam gerekir. Harf-i tarif meselesi. Batı dillerinde çeşitli söyleyiş ve yazılışlarıyla artikel. Yeni Türkçede tanımlık.
Nedir tanımlık? Bir ismi belirli hâle getiren gramer ögesine tanımlık diyoruz. Arapçada el-/al-. Kitâbun, “herhangi bir kitap”, el-kitâb ise “belirli bir kitap” demek. Yani el-kitâb denildiği zaman, konuşanlar hangi kitaptan bahsedildiğini biliyorlar.
Tanımlık ögesi bütün dillerde bulunmaz. Arapçada el-/al-, İngilizcede the, Fransızcada le/la, Almancada das/der/die… belirlilik bildiren tanımlıklardır. Türkçede ve Farsçada ise tanımlık yoktur.
Bir dilde tanımlığın bulunup bulunmaması konumuz açısından önemlidir. Tanımlık bulunan dillerde tanımlık ögesini kullandığınız zaman belirli bir ilahı kastetmiş olursunuz. Mesela İngilizcede The God denince, Fransızcada Le Dieudenince “Allah” demek olur[8]. Nitekim Arapçada da Allah sözünün, tanımlık eki olan el ögesiyle ilâh kelimesinden geldiği Topaloğlu ve Şemseddin Sami tarafından ifade edilmiştir.
Tanımlık olmayan dillerde ise ilah mı Allah mı kastedildiği bağlamdan anlaşılır. Söz gelişi “Yüce Tanrı bu milleti korusun!” denildiği zaman bu cümlede Allah’ın kastedildiği açıktır. Maamafih Türkçede iki durumda tanımlık ögesi de vardır. İsim tamlamalarında ve kelime, cümlenin nesnesi olduğu zaman.
Gramerde belirtili nesne denilen nesne türünde kelimenin aldığı ek bir tür tanımlıktır. “Kitab-ı okudum.” cümlesinde konuşanlarca bilinen bir kitaptan bahsedilmektedir. Dolayısıyla kelimenin sonundaki -ı, bir tür tanımlıktır. “Kitap okudum.” denirse “herhangi bir kitap” anlaşılır. “Bugün Tanrı’yı çok düşündüm.” deyince de burada (bir müslümansak niyetimizin-MKA) kastımızın Allah olduğu açıktır.
Gramerde belirtili isim tamlaması denilen kelime grubunda da ilk kelimenin aldığı ek bir tür tanımlıktır. “Kapı-nın kolu” denildiği zaman belli bir kapı kastedilmiş olur. “Kapı kolu” ifadesinde ise belli bir kapı söz konusu değildir.
Ancak belirttiğim gibi, nesne ve tamlama dışında, tanımlık ögesine sahip olmayan Türkçede Allah’ın kastedildiği bağlamdan anlaşılır. Yazıda ise büyük harf kullanılır.

Azerbaycan Türkçesinde Allah
Son olarak bazı okuyuculara “fesübhânallah” dedirtecek bir sürprizle incelemeyi bitirelim.
Bugünkü Azerbaycan Türkçesinde Allah kelimesinin “ilah” anlamı da vardır (Altaylı 1994: 35). Azerbaycan Türkçesiyle yazılmış herhangi bir metinde “eski Yunan Allahları” gibi bir ifadeyle her zaman karşılaşılabilir.

Sonuç
Türkler, Müslüman oldukları tarihten bugüne kadar Allah sözünü de Tanrı sözünü de sorunsuz bir şekilde kullanmışlardır. Sözün gelişine ve üsluba göre Allah da diyoruz, Tanrı da diyoruz. Bazı deyimler ise bu iki kelimeyi paylaşmışlardır. Bir kısım deyimler Tanrı ile, bir kısım deyimler Allah ile yapılmıştır. Mesela Allah misafiri demiyoruz, Tanrı misafiri diyoruz. Şemseddin Sami’nin verdiği örnekte olduğu gibi “bütün gün” anlamında Tanrı’nın günü diyoruz. Buna karşılık bir şeye şaştığımız zaman Tanrı Tanrı demiyoruz, Allah Allah diyoruz. Bir de Allahu a’lem (bi’s-savâb) deyimi var. Asıl anlamı “(en doğrusunu) Allah bilir” olan bu ibare, deyim olarak “kim bilir” anlamına geliyor. Daha çok Orta Anadolu’da yaygın olan ellaam / ellaham deyimi de Allahu a’lem’den gelir.
Deyimler ve diğer kalıplaşmış ifadeler, kalıplaşmış oldukları için değiştirilmezler. “Tanrı’mıza hamd olsun, Tanrı Türk’ü korusun!” gibi ibareler de kalıplaşmış ve gelenekleşmiş söz birlikleridir. Yukarıdan beri sıraladığım örnekler ve dil bilimi verilerine göre bunların değiştirilmesi doğru değildir.

KAYNAKLAR
Altaylı, Seyfettin (1994), Azerbaycan Türkçesi Sözlüğü, İstanbul, Millî Eğitim Bakanlığı yayınları.
Arat, Reşid Rahmeti (1947), Kutadgu Bilig I Metin, İstanbul, Türk Dil Kurumu Yayınları.
Arat, Reşid Rahmeti (1951), Edib Ahmed b. Mahmud Yükneki – Atebetü’l-Hakayık, İstanbul, Türk Dil Kurumu Yayınları.
Arat, Reşid Rahmeti (1974), Yusuf Has Hâcib – Kutadgu Bilig II Çeviri (İkinci Baskı), Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Ata, Aysu (1998), Nehcü’l-Ferâdîs – Uştmaḫlarnıŋ Açuk Yolı – Cennetlerin Açık Yolu III Dizin-Sözlük, Ankara, Türk Dil Kurumu yayınları.
Atay, Hüseyin (Şubat 1995), Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe anlamı (Meâl), Ankara, S/E/K Yayınları.
Ateş, Ahmed (1954), Süleyman Çelebi – Vesîletü’n-Necât – Mevlid, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
Bayraktar, Nesrin (2008), Ebû’l-Fazl Mûsâ bin Hacı Hüseyn İznikî – Kasasü’l-Enbiyâ Tercümesi (Metin-Dizin), Ankara, Ebabil yayınları.
Ercilasun, Ahmet B. – Akkoyunlu, Ziyat (2014), Kâşgarlı Mahmud – Dîvânu Lugâti’t-Türk – Giriş-Metin- Çeviri-Notlar-Dizin, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
Ergin, Muharrem (1989), Dede Korkut Kitabı I Giriş-Metin-Faksimile, Ankara, Türk Dil Kurumu yayınları (ilk baskı: 1958).
Ergin, Muharrem (1963), Dede Korkut Kitabı II İndeks-Gramer, Ankara, Türk Dil Kurumu yayınları.
Hacıeminoğlu, Necmettin (1968), Kutb’un Hüsrev ü Şirin’i ve Dil Hususiyetleri, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Yayınları.
Kâşgarlı Mahmud (1990), Dİvânü Lûgati’t-Türk – Tıpkıbasım/Facsimile, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.
M. Bahâeddin (1927), Yeni Türkçe Lugat, İstanbul.
Nehcü’l-Feradis I Tıpkıbasım (1956), Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
Şemseddin Sami (1317), Kâmûs-ı Türkî, Dersaâdet (İstanbul), İkdam neşriyatı.
Topaloğlu, Ahmet (1978), Muhammed bin Hamza – XV. Yüzyıl Başlarında Yapılmış Kur’an Tercümesi – İkinci Cilt (Sözlük), İstanbul, Kültür Bakanlığı yayınları.
Topaloğlu, Bekir (1989), “Allah”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 02, İstanbul, TDV Yayınları.
Toparlı, Recep – Argunşah, Mustafa ( 2008), Mu’înü’l-Mürîd, Ankara, Türk Dil Kurumu yayınları.
Toparlı, Recep – Çögenli, M. Sadi – Yanık, Nevzat H. (2000), Kitâb-ı Mecmû-ı Tercümân-ı Türkî ve Acemî ve Mugalî, Ankara, Türk Dil Kurumu yayınları.
[1] Diğer etimolojik görüşler arasında bu kanaatin ağır bastığını, Topaloğlu’nun da ifade ettiğini yukarıda belirtmiştik.
[2] Buradaki n, Anadolu’nun birçok yerinde, gönül, deniz, geldiniz gibi kelimeler söylenirken çıkarılan geniz-damak sesidir.
[3] Okunuş ve anlamlandırmada Arat yayınından yararlandım, fakat bazı değişiklikler de yaptım.
[4] Metin kısmı Hacıeminoğlu 1968: 181’den. Aktarma bana ait.
[5] Metin, Toparlı – Argunşah yayınından, transkripsiyon işaretlerinden arındırılarak alınmıştır. Aktarma bana aittir.
[6] Ayraç içindekiler benim açıklamalarımdır.
[7] Yanlışlıkla urgan yazılmış.
[8] Gerçi bu dillerde de bu kelimeler için artikel kullanılmaz, ilk harfin büyük yazılması yeterlidir.
DİP NOT:
İslam dininde, niyet esastır. “Ameller niyete göre değerlendirilir.”

 Üstelik “Askerin yemek duası”,  dini bir vecibe olmayıp, güzel bir gelenek olarak uygulanan toplu bir duadır.  

“Kalıplaşmış ve gelenekselleştirilmiş” ifadesi ile toplu olarak yapılan bu Allah’a / tek olan ilaha yakarışın, niyazın,  iman ve niyete bağlı olarak “Tanrımıza Hamdolsun, Milletimiz var olsun”  şeklinde yapılması ile “Allah’ımıza Hamdolsun, Milletimiz var olsun”  diyerek yapılmasında; “Allah’tan başka ilah yoktur” ve Hamd (Bütün övgüler) Allah’adır” samimi inancında olan bir müslüman olarak ben bir fark ve / veya mahzur göremiyorum.  

Sayın yazarın makalesinde vardığı: “Yukarıdan beri sıraladığım örnekler ve dil bilimi verilerine göre bunların değiştirilmesi doğru değildir.” Sonucuna katılıyorum.  Ancak kendi zannından kaynaklanan dini ve veya laik gerekçeler ileri sürerek İkisinden birinde dayatmaları da, doğru (dini buyruklara da laiklik ilkesine de uygun) bulmuyor;  İslam dinini ve /veya laikliği tam olarak özümseyemeyen bağnazların suni ve abes bir çatışması olarak değerlendiriyorum.
Zira dinin özü olan, kalpteki samimi İman, Allah ile kulu arasındaki (nevi şahsına münhasir) bir bağ olup, her türlü (dini ve / veya din dışı, geleneksel) zorlamalardan etkilenmez... Kişisel olarak, yemeğe başlarken, inancına bağlı başka bir söz söylemek veya dua okumayı isteyene, dilediğince, dilediği gibi duasını ilk lokmasını ağzına atarken içinden sessizce yapmasına kim, nasıl mani olabilir?...
---
Selam...
​ T.C. / M. Kemal Adal