İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.
KISSALARDAN HİSSELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KISSALARDAN HİSSELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Temmuz 2017 Salı

İBRETLİK VİDEOLAR.


SOKAK KONUŞUYOR:




KELİMEYİ ŞEHADET








AYET, FARZ, SÜNNET

https://youtu.be/F_7vhgH6SO4











HELE SEN İMANI BOZAN HALLERDEN BAHSET BİZE...

https://youtu.be/F1aO2tx6S8E





AHİR ZAMAN ŞEYHLERİ
************************


Durmaz keramet satar,

Âhir zaman şeyhleri.

Her gün battıkça batar,

Âhir zaman şeyhleri.



Farzı geriye atar,
Nafile oruç tutar,
Dini paraya satar,
Âhir zaman şeyhleri.

Beline kuşak bağlar,
Sözleri yürek dağlar
Para toplarken ağlar,
Âhir zaman şeyhleri.

Ağlaması göz boyar,
Her gün ayağı kayar,
Kendini adam sayar,
Ahir zaman şeyhleri.

Başına sarık sarar,
Kendine mürid arar,
İlmi yok neye yarar,
Ahir zaman şeyhleri.

Dünyaya kucak açar,
Zoru görünce kaçar,
Her yere küfür saçar,
Âhir zaman şeyhleri.

Şeyhlik ulu bir iştir,
Hakka doğru gidiştir,
Yaklaşılmaz ateştir,
Âhir zaman şeyhleri.

Salih şeyhler nerdedir,
Kötüler her yerdedir,
Hak yoluna perdedir,
Âhir zaman şeyhleri

Ahmed Yesevi





CEVAP

https://www.youtube.com/watch?v=1bQJ9YVdL0I





Cübbeli İyi ki okul okumadım diyor ve Prof. Dr. Mehmet Okuyan buna cevap veriyor.

İBRETLİKTİR.

VİDEOYU SEYREDİP DİNLEDİKTEN SONRA
"KUR’AN’I KİM VE NASIL ÖĞRETİR?" BAŞLIKLI ÖZGÜN YAZIMI
AŞAĞIDAKİ LİNKTEN / BAĞLANTIDAN ERİŞEREK TETKİK VE DEĞERLENDİRMENİZE SUNARIM.

https://kemaladal.blogspot.com.tr/2016/01/kurani-kim-ve-nasil-ogretir.html




******

UYDURMA HADİSLER VE PEYGAMBERSİZ DİN OLUR MU?
Mehmet Okuyan

https://youtu.be/Xw16_u4QArY

19 Mayıs 2017 Cuma

BAKANLARDAN MISINIZ YOKSA GÖRENLERDEN Mİ?



Bakmak ve görmek

Bakmak şahitliği , görmek derinliği ifade eder...
Bakmak sadece gözle olur ,görmek akıl kalp ve gözün devreye girmesiyle gerçekleşir...

... 

Bakmak bir göz hareketi , görmek bir şuur faaliyetidir...
Bakışta geçicilik ,görüştü seçicilik vardır...

... 

Bakmak en fazla tanımakla ,görmek anlayıp kavramakla sonuçlanır...
Bakınca yanlız seyrederiz ,görünce bir hükme varırız.
Bakmanın üst seviyesi tanımak ,görmeninkiyse yaşamaktır...
Bakan kişi anlatır gören kişi yorumlar...
Bakınca kenardan tutarız , görünce iki elimizle sarılırız...
Bakınca severiz , görünce hayran oluruz.

Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:

- Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler. Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:

- Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez. Çocuk:

- Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.

- İyi ama, demiş adam, bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malum?

- Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik, manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.
 

Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kağıt para çıkartıp teşekkür ederken farketmiş onun kör olduğunu. 

Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini farkettiğini. Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:

- Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş, görmeyi o kadar çok özledim ki. Sizinkiler sağlam öyle değil mi? Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:


- Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğ
ündür.


İNTERNETTEN ALINTIDIR.

12 Şubat 2017 Pazar

PIRLANTA YÜZÜK VE DEĞİRMEN TAŞI



Hasırcızâde Mehmet Ağa, bir gün Fuat Paşa'nın yanında iken paşanın pırlanta yüzüğüne dikkatle bakmağa başlamış. Fuat Paşa sormuş.
    Yüzüğüme mi bakıyorsun?
    Evet Paşam... Taşını merak ettim.
    Elmastır.
    Güzel. Fakat faydası nedir?
    Hiç...
    Peki, ne gelir getirir?
     Hiç.
    Yazık. Benim de babadan kalma bir çift taşım var; bana senede elli altın getirir.
    Amma yaptın ha! Ne taşı ki bu?
    Değirmen taşı!  Zira bu taş sayesinde hem nafakamı çıkarıyorum, hem hayır hasenat yapıyorum hem de insanlara bu taş sayesinde hizmet ediyorum…

YANİ : İstediğiniz kadar bilgi ile donatılmış olun, bir değil 3–4 üniversite bitirmiş olun, isterseniz tüm AB ülkelerinin dillerini konuşun, eğer bu bilgileriniz ve hünerleriniz bir fayda sağlamıyor, başta kendiniz olmak üzere diğer insanlara bir hizmete vesile olmuyorsa o zaman yükten başka nedir? Tıpkı parmağında pırlanta yüzük taşıyan birine o taşın hiçbir gelir elde etmemesi gibi...

İNTERNETTEN ALINTIDIR

Selam...

​ T.C. / M. Kemal Adal 

4 Aralık 2016 Pazar

GÖNÜL AYNASI - GÖNÜL TEMİZLİĞİ


Prof. Dr. Mehmet Demirci

Bu hikâyede ressamlıkta iddialı iki zümre konu edilir. Bunlar Çinli ressamlar ve Rum yâni Anadolu ressamlarıdır. Her ikisi de, biz daha usta sanatkârız, derler.
Devrin hükümdârı, bu iki grubu yarıştırmak ister. Büyük bir salonun duvar süslemeleri yapılacaktır. Dikdörtgen bir salon tam ortasından bir paravanla ikiye bölünür. Böylece etkileme ve kopya önlenmiş olur. Salonun bir bölümü Çinli ressamlara, öteki bölümü Anadolu ressamlarına verilir. Çinli ressamlar usta sanatkârlardır. Durmadan boya isterler. Hazine kendilerine açılmıştır, istedikleri kadar malzeme kullanırlar. Kendi bölümlerini fevkalâde güzel resimlerle donatırlar.
Bu sırada Anadolulu ressamların yaptığı ise, kendilerine ait bölümün duvarlarını iyice temizleyip, durmadan cilâlamak ve parlatmaktan ibârettir. Sonunda aynalardan daha parlak hâle getirirler.
Verilen süre bitince, padişah ve jüri üyeleri önce Çinli ressamların eserini görürler ve çok beğenirler. Gerçekten çok göz alıcı ve güzel şeyler yapmışlardır.
Sıra Anadolu ressamların eserini görmeye gelir. Onlar, önce iki bölümü ayıran aradaki duvarın kaldırılmasını isterler. Paravan kalkar, görülür ki, manzara tek kelime ile harikadır. Karşı taraftaki resimler olduğu gibi, pırıl pırıl parlatılmış duvara aksetmektedir. Üstelik bu yansıma sırasında daha bir derinlik, parıltı ve esrârengizlik kazanmış olur. Böylece sonunda büyük ödül Anadolulu ressamlara verilir.1
Mesnevi
İki yüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyidir. Oğul, Anadolulu ressamlar sûfîlerdir. Onların ezberlenecek dersleri, kitapları yoktur. Ama gönüllerini adamakıllı cilâlamışlar, istekten, hırstan, cimrilik ve kinden arınmışlardır. Gönüllerini cilâlamış olanlar, ilâhî güzellikleri zahmetsizce görebilirler. (C.I, Beyit: 3467-3469)
Açıklama
Acaba gönül cilâlamak ne demektir? İnsanın gönlü en değerli yönüdür. Onun için gönlün, kalbin kollanması gerekir. Onu gereksiz, mânâsız, değersiz şeylerle doldurmamak lâzımdır.
Her organın bir yaradılış amacı vardır. Kalbin yaradılış gâyesi, Allah sevgisine ve Allah inancına sahne olmasıdır. Oraya, bunun dışında daha basit ilgiler ve sevgiler sokarsak onu amacı dışında kullanmış, dolayısıyla kirletmiş oluruz. İşte kalbin temizlenmesi, cilâlanması ve parlatılması demek, Allah inancı ve Allah sevgisinden (Kİ, ALLAH'A İMAN İLE ALLAH'I VE YARATTIKLARINI ALLAH RIZASINI KAZANACAK ŞEKİLDE SEVMEK ANLAMINDADIR- MKA) başka ilgi ve sevgilerin kalbten uzaklaştırılması demektir. Bu zor olmakla berâber imkânsız bir şey değildir. Olgunluk aynı zamanda sağlam kişilik ve karaktere sâhip olmak demektir.
Kur’ân’da tam 12 yerde “Kalblerinde hastalık olanlar”dan söz edilir. Burada söz konusu olan mânevî hastalıktır. Bu âyetlerde, kalbin mânevi hastalıkları arasında; bozgunculuk ve ikiyüzlülük yapmak, katı kalplilik, zayıf inançlı ve kötü niyetli olmak, zaaflarına esir düşmek ve korkaklık gibi hususlar sayılır.
Başka bir Kur’ân âyetinde, hikâyemizdeki cilâlanmış kalb “kalb-i selim” yâni sağlıklı, selâmete ermiş kalb olarak anılır ve şöyle buyurulur: “O gün mal ve çocuklar fayda vermez. Ancak, Allâh’a temiz kalble gelenler kurtuluşa ererler.” (Şuara, 88-89.)
Mevlevî şâir Bağdadlı Rûhi (ö. 1014/1605) bu âyetin anlamını şu şekilde manzum hâle getirmiştir:
Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler
Yevme lâ yenfau’da kalb-i selîm isterler2
Meşhur bir hadîsin meâli şöyledir: “Allah sizin şekillerinize, yâni dış görünüşüne bakmaz. Fakat kalblerinize ve işlerinize bakar.”3
İnsan varlığında gönlün yeri büyüktür. Yeryüzünde Kâbe’nin Müslümanlarca değeri ne ise, insan bünyesinde gönlün yeri odur. Şu farkla ki; şâir ve bilgin Molla Câmi’nin (ö. 898/1492) deyişiyle söylersek: “Kâbe Azer oğlu İbrâhim’in yaptığı bir binâdır. Oysa gönül yüce Allâh’ın nazargâhıdır, O’nun baktığı, değer verdiği yerdir.” (Kâ’be bünyâd-ı Halîl-i Azerest / Dil nazargâh-ı Celîl-i Ekberest.)
Yûnus Emre de aynı şeyleri Câmi’den evvel söylemişti:
Gönül mü yeğ Kâbe mi yeğ eyit bana ey aklı eren
Gönül yeğdürür zîrâ kim gönüldedir dost durağı
İslâm tasavvuf inanış ve düşüncesi şu ifâdeyi kudsî hadis kabûl eder.
Hz. Peygamber’in (sav) diliyle yüce Allah (cc) şöyle buyurur: “Ben yere göğe sığmam fakat mü’min kulumun kalbine sığarım.” Gerçekten îmânın mahâlli kalbdir. Netîce olarak, gönül insanın bütününe eş değerdedir.
Kendi gönlümüzü arıtmaya çalışmak bir görev olduğu gibi, başkalarının gönlünü kırmamak ve incitmemek de bir görevdir. Hattâ daha önemli bir görevdir. Böylece konu, ferdî boyuttan sosyal boyuta uzanmış olur. Gene Yûnus’a bakacak olursak o, gönül yıkan kimsenin namaz ve hacc ibâdetinin sanki boşa gideceğini söylemek ister:
Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil
Namaz ve hac İslâm dîninin iki mühim ibâdetidir. Gönül kırmamak ise ahlâkî bir davranıştır. “Bunların hangisi daha değerlidir?” tartışması bizi bir yere götüremez. Şu kadarını biliyoruz ki; dînin îman, ibâdet ve ahlâk diye isimlendirilen temel unsurlarından üçü birbirine sıkıca bağlıdır. Kur’ân’da ibâdetlerin ahlâkî sonuçlarına sıkça yer verilir. Meselâ Muhakkak ki namaz hayâsızlık ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebut, 45.) buyrulur. Bu üç temel unsur arasındaki münâsebeti şöyle bir örnekle anlatmak oldukça yaygındır:
Dîni bir ağaca benzetirsek îman bunun gövdesi, ibâdet dalları ve yaprakları, ahlâk ise meyvesidir. Meyvesiz ağacın fazla değeri yoktur. Kişiyi ahlâk olgunluğuna eriştirmemiş bir dindarlık da, fonksiyonunu yerine getirememiş demektir. Gerçekten namaz, oruç ve hac ibâdetlerini titizlikle îfâ ettiği hâlde insanlara karşı kırıcı, kaba ve hoyrat davranan, gönül yıkan kimsenin faaliyeti şekil dindarlığından ileri gidemez.
Tekrar meselenin ferdî boyutuna dönüp şöyle noktalayalım:
Hikâyenin sonunda Hz. Mevlânâ’nın da belirttiği gibi, Anadolulu ressamlar ile temsil edilen sûfîler gönüllerini cilâlamış kimseler olmak durumundadırlar. Zîrâ tasavvuf, her şeyden evvel beşerî zaaflardan arınmayı ve ahlâk güzelliğine sâhip olmayı hedefler.
Bütün bu faaliyetler sonucu kalp aynasının mâsivâ kirlerinden temizlenmesiyle, orada birtakım ilâhî güzelliklerin yansıması söz konusudur. Mükâşefe, müşâhede, vâridât gibi isimler verilebilecek bu türlü mazhariyetler, kişinin bu dünyâda yaşayabileceği en büyük mutluluk anları olsa gerektir.
Prof. Dr. Mehmet Demirci (Kasım 2016)
Dipnotlar:
1 Aynı hikâye kısaca Gazali’nin İhyâ’sında da yer alır (II, 28), Hikâyenin yorumu için bkz. Beşir Ayvazoğlu, İslâm Estetiği ve İnsan, s. 64, İstanbul, 1989.
2 Külliyât-ı Eşâr-ı Rûhi-i Bağdâdi, s. 192, İstanbul 1287; Osmanlı Müellifleri, C. II.
3 Müslim, Birr, 32; İbn Mâce, Zühd, 9.
Selam...

​ T.C. / M. Kemal Adal 

28 Eylül 2016 Çarşamba

​DENİZ YILDIZI


DENİZ YILDIZI
Yazı yazmak için okyanus sahillerine giden
bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans eder
gibi hareketler yapan birini görür.

Biraz yaklaşınca , bu kişinin sahile
vuran denizyıldızlarını, okyanusa atan genç bir
adam olduğunu fark eder. Genç adama yaklaşır:

- Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun?

Genç adam yanıtlar;

- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek.
Onları suya atmazsam ölecekler. Yazar sorar;

- Kilometrelerce sahil , binlerce denizyıldızı var.
Ne fark eder ki?

Genç adam eğilir, yerden bir denizyıldızı
daha alır, okyanusa fırlatır.

- Onun için fark etti ama...

Bu cevap bilgeyi şaşırtmış ne söyleyeceğini bilememiş. Geriye dönmüş, yazısının başına geçmek üzere kulübesine gitmiş. Gün boyunca bir şeyler yazmaya çalışırken genç adamın görüntüsü gözünün önünden hiç gitmemiş. Aklından çıkarmaya çalışmış, ama bir türlü olmamış. 

Nihayet akşama doğru farketmiş ki, bu gencin davranışının özünü kavrayamamış. Cünkü bu gencin asıl yaptığının; evrende bir gözlemci olmayı ve olup biteni gözlemeyi değil, evrende bir oyuncu olmayı ve fark yaratmayı seçmek olduğunu sonradan anlamış ve utanmış. 

O gece sıkıntı içinde yatmış. Sabah olduğunda bir şey yapması gerektiğini bilerek uyanmış. Yataktan kalkmış, giyinmiş, sahile inmiş ve o genci bulmuş. Ve bütün sabahı onunla okyanusa deniz yıldızı atarak geçirmiş.

İNTERNETTEN ALINTIDIR.


Selam...

30 Ağustos 2016 Salı

BİZE NE KADAR TOPRAK LAZIM?


“Tolstoy’un "İnsan Ne İle Yaşar" adlı kitabında, çiftçi Pahom’un hazin ve ibretlik öyküsü yer alır. Sıradan kendi halinde bir çiftçi olan Pahom, daha zengin bir hayatın hayalini kurmaktadır. Uzak bir yerlerde, cömert bir reisin karşılıksız toprak verdiğini duyunca, daha çok toprak elde etmek için reise gidip talebini iletir.

Gerçekten de Reis herkese istediği kadar toprak veren cömert biridir. Pahom’a “Sabah güneşin doğuşundan batışına kadar katettiğin bütün yerler senin fakat güneş batmadan yeniden başladığın yere dönmen lazım.” der. “Yoksa bütün hakkını kaybedersin.

Pahom güneşin doğuşuyla beraber başlar yürümeye. Tarlalar, bağlar, bahçeler geçer. Tam geri dönecekken gördüğü sulak bir araziyi es geçemez. Şu bağ, bu bahçe derken bakar ki güneşin batmasına az kalmış. Koşar, koşar, ama kesilir takâti. Halsiz adımlarla yürümeye devam ederken, Pahom’un burnundan kanlar damlamaya başlar. Tam başladığı noktaya yaklaşmışken, bir an yığılır yere ve bir daha kalkamaz…

Reis olanları izlemektedir. Çok kereler şahit olduğu olay yeniden vuku bulmuştur. Adamlarına bir mezar kazdırır. Pahom’u bu mezara gömerler


 Reis Pahom’un mezarının başında durur şöyle der: “Bir insana işte bu kadar toprak yeter!”

Mütemadiyen biriktirmek istiyoruz. Yiyemeyeceğimiz kadar erzak, giyemeyeceğimiz kadar kıyafet, kullanamayacağımız kadar eşya, oturamayacağımız kadar ev… Gözlerimiz midelerimizden, arzularımız ihtiyaçlarımızdan daha büyük…

Bazen insan ömründen daha çok borç biriktirir. Bazen de elinde olan ama fark etmediği nimetleri hoyratça harcar durur.

Ve insan yaşlandıkça besler, gençleştirir arzularını. Biriktirdikçe hayata olan bağlarını artırır. Öyle bağlanır ki hayata, bir gün bu diyardan göçüp gideceği fikri zamanla yitip gider aklından…



Tüketmeye de çok meraklıdır insan. Biriktirdiği paranın, eşyanın, malın mülkün yanında zaman tüketir, söz tüketir… Benlik biriktirirken, benliğini tüketir…

Sofraya koyabildiğimiz bir bardak çayın; zeytine, ekmeğe ulaşabilmenin bir zenginlik olduğunu ne zaman fark edeceğiz.

Doldurabildiği bir cüzdanı olmasa da, bir evi muhabbetle, kanaatle dolduran bir kadının, akşamları evine gelen, ekmek getiren, eline sağlık diyen bir erkeğin, iman dolu bir yüreğin zenginlik olduğunu ne zaman anlayacağız?

Gören bir gözü, tutan bir eli, yürüyen bir ayağı satın alamayacak ve kaybedince tekrar sahip olamayacak kadar fakiriz hepimiz. 

Aldığı maaşı yetiremeyenlere, modayı takip edemeyenlere, evini beğenmeyenlere, mekanı dar bulanlara, daha çok para için, hesabı daha fazla kabartmak için çırpınanlara da yeter toprağın altı.
 
İhtiraslarımız, bitip tükenmeyen arzularımız için, az bir toprağa ihtiyaç var sadece…"

İNTERNETTEN ALINTIDIR.

M. Kemal Adal