İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.
GÜZEL AHLAK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GÜZEL AHLAK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ağustos 2018 Cumartesi

KURBAN BAYRAMI KUTLAMASI (2018)


Kurban Bayramınızı kutlar; 

Size, ailenize, milletimize​,​ İslam âlemine ve insanlığa hayırlısıyla iyilikler, güzellikler ile mutluluk ve esenlik vermesini Allah'tan niyaz ederim. 



 
TC. ZERRİN - M. KEMAL ADAL

26 Haziran 2017 Pazartesi

GEÇMİŞE ÖZLEMLE BAYRAMLAR


                 M. Kemal Adal

Bayramlar, insanlar arasındaki karşılıklı  sevgi ve saygının perçinlendiği günlerdir.

Bayramlar, insanların birbirleriyle olan dargınlıklarını unuttukları, küskünlerin barıştıkları, kardeşçe kucaklaştıkları günlerdir.

Bayramlar, milli ve dini duyguların, inançların, örf ve adetlerin uygulanıp sergilendiği, bir toplumda millet olma şuurunun şekillendiği, kuvvetlendiği günlerdir.

Ne güzeldir böylesi bayram günleri.

Bayramlarımızı Milli ve Dini Bayramlar olarak iki ana başlık altında tasniflersek,  sözüm Dini Bayramlar üzerinedir.

Dini Bayramlarda Allaha uzanan avuçlarlarla gönülden yapılan bir dua, sevilenlere açılan bir kucaktan taşan sevgi, uzaklardaki dostlara gönderilen sımsıcacık bir mesaj, kapatır aradaki mesafeleri, birleştirir gönülleri.

Yüzlerdeki bir sıcak gülümseme, verilen bir ufak hediye daha da yaklaştırır bizi birbirimize.

Kalplerimize nur, evlerimize huzur dolar.

Damağımız, ruhumuz ve çevremiz tatlanır, bu güzel ve bereketli bayram günlerinde.

Sevenlerin (en azından gönüllerinde) birlikte olduğu, rahmet ve şefkat dolu, en aydınlık günler, en güneşli gündüzler, en parlak gecelerdir bayramlar.

Öncesinde bayramlık giysilerin alınması, evlerde yapılan geleneksel bayram temizliği ve hazırlığı, börek ve baklavaların açılması (şimdilerde börekçi ve pastacı dan alınıveriyor), bayram yemeklerinin ve ikramlık tatlıların hazırlanması.

Sabahında küçük büyük topluca mahalle camiinde kılınan bayram namazı, ardından yapılan kabristan ziyareti, sonrasında eve dönüş (kurban bayramı ise kurbanların kesilmesi)  ve aile içi bayramlaşma, el öpmeler, bayram mendil ve harçlıklarının tevzii…

Ardında demli bir çay, çıtır simit ve beyaz peynir, belki bir parça su böreği eşliğinde yapılan toplu sabah kahvaltısı. Üstüne bayram şekeri ve tatlısı, kapı zilinin çalması, şeker / harçlık için el öpmeye gelen, bayram giysili tanıdığımız tanımadığımız, kızlı erkekli cıvıl cıvıl küçük çocuk gurupları. (Şekerin yanında uzatılan ufacık bir bayram harçlığı nasılda gözlerindeki pırıltıyı artırır, yüzlerine bir gülümseme yayılır, nasıl da mutlu olup sevinirler) Tatlı bir telaş, tatlı bir koşuşturmaca.

Öncelikle büyüklerden başlanarak yapılan akraba ve dost ev ziyaretleri, kısa hal hatır sormalar, el öpenlerin çok olsun muhabbeti  ve daha bir sürü küçük ayrıntıyla beraber bayramların değişmez ikramı; kolonya, kahve, şeker (çikolata) / tatlı üçlüsü.

Ve Kurban bayramıysa, kesilmişse fakire, yoksula; akrabaya- komşuya et dağıtmalar ve pişirilmişinden eve gelen konuklara kurban etinden tadımlık ilave ikram.

Eskiden Bayram öncesi karşılıklı  “Bayram Tebrikleri” postalanırdı ya şimdilerde telefon ve bilgisayar üzerinden mesajlaşılmakta…

Harçlıklarını toplayan çocukların ve  gençlerin küçük bir panayır görünümlü bayram yerine koşuşturup, buluşup, topluca eğlenmeleri, yaşlarına göre, kimi atlıkarıncaya, kimi çarpışan otoya, artık gönlü neyi çeker gözünü neyi kestirirse binmeleri…

İşte böyle; çeşitli önemli gün veya olaylardan yola çıkılarak, çeşitli şekillerde yapılan kutlamalara verilen genel isimdir bayramlar ama, aslında kimine göre mecburiyet, kimine göre sadakat, kimine göre dinlenme, kimine göre eğlence, kimine göre sosyal etkinlik, kimine göre birliktelik ve bazen da geleceği şekillendirmek için tek, hatta son fırsattır bayramlar.

En değerlisinden “hayır” ların, hayırlı olması dileğiyle yapıldığı günlerdir bayramlar.

Türk bayrağı altında, yekpare bir üniter, ulus devlet olarak, milletçe hep bir arada, mutlu, sevgi dolu ve huzurlu nice bayramlar geçirmemiz ve Allah’ın sevdiklerinizle birlikte size ve tüm inananlara nice huzurlu, güzel, aydınlık, bereketli, hayırlı bayramlar nasip etmesi dileğiyle 2010 Ramazan Bayramınız kutlu, günleriniz mutlu, geleceğiniz aydınlık ve hayırlı olsun.

Bayram ertesi de “hayır” larla dolu Bayram olur İnşallah…

İLK PAYLAŞIM:



Selam...

​ T.C. / M. Kemal Adal 


7 Aralık 2016 Çarşamba

SEVMEK EN YÜCE DEĞERDİR.

KONUK YAZAR
TUNCAY ERCİYES


SEVMEK EN YÜCE DEĞERDİR. 


SEVMEK ve İYİLİK YAPMAK, Evren ve İlahi sistemin asla duyarsız kalmadığı eylemlerdir. "İyilik yap denize at, balık bilmezse kıymetini Halik (ilahi yasalar) bilir" sözü, yaptığınız iyiliğin bir şekilde mutlaka size geri döneceğini anlatmak içindir. Üstelik böyle davrana davrana REALİTENİZ, OLMA HALİNİZ değişir. "Benzer, benzeri çeker" sözüyle ifade edilen ÇEKİM YASASI, sizi hep iyilik ve sevgiyle muhatap eder.

İBADET, bir takım ritüelleri yerine getirmek değil SEVGİ FARKINDALIĞI ve ŞÜKRÜ içinde olmak, sevgi yeşertecek SÖZLER söylemek, EYLEMLER yapmaktır.

SEVGİ; birine aşık olmak degil aşk yavaş yavaş yok olurken GERİYE KALANDIR..

SEVİN, sadece sevin. SEVİLEN bilmezse değerini HALİK BİLİR.. 

Seven SEVDİĞİ İÇİN GÜVENMİŞ ve aldatılmışsa, GALİPTİR bu yolda MAĞLUP.

Bir sevgi ilişkisinde taraflardan biri diğerini aldatıyor ve bunu İLK fark eden de aldatılan oluyorsa o ilişki bir SEVGİ İLİŞKİSİ DEĞİLDİR. 

Bırakınız aldatsınlar, ALDATAN KENDİNİ ALDATIR. 

BAZI ŞEYLERİN İNTİKAMINI bizzat ALMAYA kalkmanın FATURASI çok AĞIRDIR.. 

Aldatana, yalan söyleyene aynı karşılığı vermek, TEKAMÜL YOLUNDA kendi ayağınıza KURŞUN SIKMAKTIR. 

NASIL VEREN EL alan elden ÜSTÜNSE, SEVENİN de SEVİLENE ÜSTÜNLÜĞÜ VARDIR.

SEVGİNİZLE TEKÂMÜL EDER, NEFRETİNİZLE GERİ GİDERSİNİZ. 

Bırakınız yanlarına kar kaldığını SANSINLAR. İntikamınızı ŞAŞMAZ bir şekilde işleyen DETERMİNİZM (ekme-biçme) YASASINA HAVALE EDİNİZ. İlahi sistemin ne zaman aşımı vardır ne de affı veya adam kayırması.. Sapı kopan hiçbir elmayı, ilahi kütle çekimi yasası havada asılı bırakmamıştır. 
Kötülük eden, kandıran, aldatan kendine yapar..

SEVMEKTEN asla VAZGEÇMEYİNİZ..

Tuncay Erciyes

***

"BİLMEK, öğrenmek, malumat sahibi olmak değil İDRAK ETMEKTİR.

İDRAK ETMEK öğrenilen BİLGİNİN SEMBOLÜ OLMAK demektir. 

Bir BİLGİNİN SEMBOLÜ OLMAK, o bilginin GEREĞİ NEYSE ONU YAPMAKTIR.

O halde BİLİYORUM diyen, tıpkı inanan biri gibi AKSİNE DAVRANIŞTA BULUNMAMAK zorundadır. 

Ancak bir şeyi BİLMEK, bir şeye İNANMAKTAN ÜSTÜNDÜR. Çünkü İNANÇ SORGUSUZ KABULE dayalıdır, BİLMEK ise BİLGİYE, idrake DAYANIR. ( Taklid-i iman; sorgusuz kabuldür. Tahkik-i iman sorgulayıp idrak ile bilinçli olarak kalbin tasdikidir. Kur'an sorgusuz / bilinçsiz kabul ile İnançlı olanlar için 49 / Hucurat / 14. ayette: "
Bedeviler: "İman ettik." dediler. De ki: "Siz iman etmediniz. Ancak 'Müslüman' olduk deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir..." der. "Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?"- MKA) 

İşte bu nedenle de Atatürk'ün düşünme sistemini SADECE ÖĞRENMEK değil BİLMEK de ZORUNDAYIZ.. 

Tuncay Erciyes"


***


Her etki kendisine eşit ve zıt yönde bir tepki oluşturur..Sir Isac Newton
Yoksa ünlü Newton; 
"NE EKERSEN ONU BİÇERSİN" mi 
demek istiyor..!!..


***


DÜŞÜNCE EK, EYLEM (söz, davranış) BİÇ.

EYLEM EK, ALIŞKANLIK BİÇ,

ALIŞKANLIK EK, KARAKTER BİÇ,

KARAKTER EK, KADER BİÇ.


***


ÇALIŞMADAN BAŞARMAYI, 

SEVMEDEN SEVİLMEYİ, 

MUTLU ETMEDEN MUTLU 

OLMAYI BEKLEMEMELİ İNSAN!


NE, herkesi düşünmekten KENDİNİ, 
NE DE kendini düşünmekten HERKESİ UNUTMAMALI! 

Bilmeli; çok kısa olduğunu hayatın; HEP VERMEK YA DA HEP ALMAK İÇİN…

HAFIZASI OLMALI İNSANIN; 
hiç değilse AYNI HATALARI, AYNI BAHANELERLE TEKRARLAMAMASI İÇİN! 

SORULARI OLMALI, yanıtlarını bulmak için bir ömür harcayacak! 
Dostları olmalı, ruhunun ve zihninin sınırlarını zorlayacak!

HERKESE YETECEK KADAR BÜYÜK OLMALI SEVGİSİ; AMA kapasitesi sınırlı olmalı yüreğinin ki, HAKKINI VEREBİLSİN sevdiklerinin; ZAMAN BULABİLSİN; BİR TEŞEKKÜR, BİR ELVEDA İÇİN... 

Yaşam dedikleri bir sınavsa eğer; ASLA VAZGEÇMEMELİ SEVMEK ve ÖĞRENMEKTEN; ama herkesi sevemeyeceğini de her şeyi bilemeyeceğini de fark edebilmeli insan! Tıpkı, her şeye sahip olamayacağı gibi…

Oğuz Atay TUTUNAMAYANLAR

***

DEĞİŞMEZ, değiştirlemez, önceden yazılmış bir KADER YOKTUR.

İNSANIN ÖZGÜR İRADESİ VARDIR. Ama bu özgürlük, İLAHİ YASALARI KENDİ ARZUSUNA GÖRE DEĞİŞTİREBİLMEYİ KAPSAMAZ. İnsanın sadece SEÇME, karar verme ÖZGÜRLÜĞÜ vardır. İlahi yasaları değiştirme ve SEÇİMİNİN SONUCUNDA NE OLACAĞINI BELİRLEMEYE GÜCÜ YETMEZ. 

Sonuçları belirleyen insan değil, doğa yasalarını da kapsayan, hiç kimseye torpil geçmeyen ve rüşvet kabul etmeyen İLAHİ YASALARDIR.

Tuncay Erciyes

İNTERNETTEN ALINTIDIR:

DİP NOT:

Sayın Tuncay Erciyes'in yukarıda alıntıladığım bu yazısında paylaştığı ifadeleri, ilgili Kur'an ayetleriyle ve benim ATATÜRK VE RESUL KUR'AN blogumda "Kur'an ayetleri ile delillendirerek" yazıp paylaştığım birçok konuyla tamamen örtüşen, onun kendi "özgün argüman"ları ile benim yapabileceğimin çok üstünde oluşturulmuş, ÖZLÜ  ve İLKE BAZINDA  tam bir ÖZET olarak görüp, algılayıp anlıyorum; çok mutluyum. HAMD ALLAH'A...

TEŞEKKÜRLER SAYIN ERCİYES, ALLAH SENDEN RAZI OLSUN.


Selam...

​ 
T.C. / M. Kemal Adal 

27 Kasım 2016 Pazar

SAFLARI DÜZGÜN VE SIK TUTALIM…

KONUK YAZAR
Adnan İSLAMOĞULLARI
adnanisl@hotmail.com 


Saf`ları sıklaştırmak. Düzgün ve sık tutmak. Hesap yapmamak, bir tek hayatımız olduğunu bilerek, bu hayatı  iyi insan'lar olarak tüketmek, iyi insan olmak, iyi insanların sayısını arttırmağa çalışmak, iyi insanlarla saf tutmak, hizâlanmak. Hizâlanan ve saf tutanların birbirini imtihan edeceği altın ölçü: sır verildiğinde sır tutmak, emânet verildiğinde emânete sahip çıkmak, yola çıkıldığında yolda bırakmamak. Söz verildiğinde verdiği sözden ne pahasına olursa olsun dönmemek, verdiği söze kendisini esir etmek.

Karşılıksız, hesapsız sevmek. Uğrunda dünyanın ancak kurtulabileceği sevgiler kuşanmak. Dostu üzmektense bin kere yanılmayı tercih etmek, önüne gelen hesâbın fazla olduğunu bile bile tebessüm ile o hesâbı imzalamak, o şahâne tegâfülü tebessüm ile kabul etmek. Alan değil veren el olmağa çabalamak. Olanın olmayana borcu olduğunu hep hatırlamak.

Okumak. Düşünmek. Biliyor olmanın tüm çilelerine, bilmenin 'aydınlığı değil bazen karanlığı arttırdığını' bilerek bilmeğe tâlip olmak. Samimî ve hasbî bir tecessüse sahip olmak. Yüksek bir san'ât telâkkîsi, yüksek bir medeniyet tasavvuru, yüksek bir tarih şuuru, yüksek bir lisan uslûbu, yüksek bir musîki zevki, yüksek empati hassaları, yüksek bir nazâket, efendilik sâhibi olmak.

'Murdar bir hâlden muhteşem bir mâziye' kavuşmayı özleyecek ve uzanabilecek kadar geleneklere sahip olabilmek. İstikbâle dâir endişeleri olmak, projeleri olmak. Söyleyecek sözleri olmak. Vatanı, Türk dünyasını gezmek, karış karış gezmek. Bu topraklarda Türk milletinin 'Bismillah' adımı olan Ahlat'ı da bilmek ve Çanakkale'yi bilmek. Her yeri karış karış bilmek, karış karış sevmek, görmek ve  koza gibi örmek.

Çok okumak. Çok düşünmek.

Umudu canlı tutmak, hiç hesaba müteallik olmaksızın umudu taze tutmak. Ve politik hesaplardan arınmak. Ama zinde olmak. Hazır olmak. Söyleyecek sözler biriktirmek. Sunacak reçeteler biriktirmek. Yeni nesillere hizmet etmek. Yeni nesillerin önündeki engelleri kaldırmak. Eski nesillerin sahip olduğu bütün marazlardan / açmazlardan onları korumak. Eski nesillerin artık neredeyse vücutlarının bir uzvu haline gelen alışkanlıklarından yeni nesilleri uzak tutmak. Her ne konuşulacaksa yüz yüze, açık açık, 'ne der, ne düşünür' endişelerinden azâde olarak konuşmak. Kelâmın haysiyetine sahip çıkmak.

İnsanlık tarihinin düşünce sistemlerine âşina olabilmek. İnsanlık tarihinin kahramanlarını tanımak. Kendi kahramanlarımızı iyi tanımak. Unutulanları, vefasızlık edilenleri, hatırlanmayanları unutturmamak, hatırlatmak, anmak, hepsini yâd etmek. Bu ülkenin erozyona verdiği topraklar için hayıflanmak,  beton yığını haline gelen şehirleri için üzülmek, yükselen gökdelenlere bakıp ikrah etmek, kaybolan şehir silûtlerimize kahırlanmak, çürüyen tarihî eserlere esef etmek.

Bu ülke'nin yazılmamış, yazılmayacak tarihine geçmeyi kabullenmek.  Surların üstünde üzerine kızgın yağlar dökülüp ölen adı sanı bilinmeyen bir yeniçeri gibi olmayı dert edinmemek.

Dâvâsı olmayana adam dememek.

Bu yükün altına girebilecek olanlar…

Bir hususun daha üzerinde durmanız ve düşünmeniz gerekmektedir.

Elli yaşın üzerindeki büyüklerinize saygınız olsun, saygıda kusurunuz olmasın. Lakin, onları hesaba katmadan söyleyecek sözler biriktirin, çünkü ideolojik kavgalar, hayat gailesi, üst üste gelen darbeler, ihtiraslar, hırslar, komiteler, menfaat grupları,  localar, aşılamaz, nüfuz edilemez, tesir edilemez, sirâyet edilemez ve ıslah edilemez gruplar..  ve daha birçok şey, elli yaş üstü nüfusumuzu deforme etmiştir.

Bu topraklarda, her şeye sıfırdan başlamak için genç nüfusun bir dâvâsının olması gerekir. Ocaklar tüttürülmelidir.

Politika, tabiatı icabı içinde pislik barındırır. Olacaksa kendiliğinden olacaktır, siyâset / politika bir gâye ve bir araç değil, netice olarak anlamlı olabilecektir. Bu dâvânın politik çatısı bir gün külliyen ortadan kalksa bile yukarıda 'saf tutanlar ve hizalananlar' olarak tavsif edilen kadrolar yollarına yani bir dâvâya inanmaya devam edeceklerdir… 

Muktedir olmak liyâkatin hücceti değildir…

Kaynak: Safları düzgün ve sık tutalım… - Adnan İSLAMOĞULLARI



Selam...

​ T.C. / M. Kemal Adal 


29 Ekim 2016 Cumartesi

TEDAVİSİ GEREKEN TEHLİKELİ HASTALIK: CEHÂLET



                                                           Sadık K.   TURAL
İnsan, akıl sahibi olduğundan, yaratıkların tamamından üstündür. Bu üstünlüğü, bu ayrıcalığı kazandıran akıl gücü yeterince işletilirse iki ödül veriyor:

Kendisinin dışındaki varlıklarla ilişkiler kurabilme, uyumlanma işlev ve görevinin verdiği huzur ve mutluluk;

 Yaratan’la bütünleşme niyet ve çabasının ürünlerini toplayabilme…

Aklın ayırıcı gücü, öncelikle, yaratılmışlarla ilgi ve bağ kurma sırasında ortaya çıkmaktadır: İnsan, beş duyusuna sunulanları anlamayı başarabilmek zorundadır. Tanıma, bilme, anlama,  kavrama ve tepki verme sırasında, aklını kullanarak, kendisine ait işlev, görev ve sorumlulukları öğrenir: Bedenini, ruhunu koruma; diğer varlıklarla sürdürülebilir bağlar ve ilişkiler kurma; beslenme, barınma, korunma ve neslin devamını sağlama; uyumlanarak bir arada yaşama… Bu sıraladıklarımızın her biri, yüzlerce değer ve davranışa dönüşerek, insanı diğer varlıklardan ayrıştırmaktadır. Bu ayırıcı özellikleri temellendirip biçimlendiren değer ve davranışlardaki farklılık, statü ve rol ayrışmasının da gerekçeleridir.

Varlıkların dışında, Tek ve hiç benzeri bulunmayan sınırsız güce sahip olan bir Yaratan var. Yaratan, kendisiyle ilişki kurmayı sağlayıcı bilgileri ve eylemleri öğrenmesi ve gerekenleri yapması konusunda insanı, s o r u m l u ve özel bir muhatap sayıyor. İnsan, özündeki bilgisayarın şifreli dosyalarını açabildiği ölçüde, ilahî özelliklerle donatılmışlığa ait ödülleri alan varlık…

Doğum sırasında veya sonradan oluşan ağır hastalıkların sebep olduğu durumları ve alkol yahut uyuşturucu bağımlılarını bir yana bırakarak düşünelim: Allah âdildir ve insanlara eşit miktarda zekâ vermiştir. İnsanlar, zekâlarını akla, duyguya, inanca / imana, hayale, sezgiye, ilhâma ve davranışa dönüştürme çabaları açısından, birbirinden az çok farklı bütünlüklere dönüşüyor. İnsanın, hem Yaratan ile ilişkisinin boyutlarını kavraması, hem insanlarla bağlarını doğru kurabilmesi için, aklını işleterek, bilgi edinmesi gerekmektedir. Bu özel canlı, bilgi edindikçe duygu, düşünce ve hayalleri ile davranışları bakımından yaratılma sebebine uygun insan olmanın aşamalarını geçmeye başlayacaktır.

Bilme çabasıyla, öğrenme çilesiyle kazanılan bilgi, kavramayı, hükme dönüştürmeyi sağlamıyorsa yüktür. Yük olmayan bilgi, varlıkların görünür ve görünmesi güç yanlarını da, metafizik âlemi de kavrayabilmek, bilerek anlamlı ve uygun davranışlarda bulunmayı işlevini taşır. 

İnsan zekâsının eğitilerek farklı alanlara ait farklı bilme türlerinin sahibi kılınması, ona uygun programlarla temellendirilirse, zaman ve enerji israf edilmemiş olur. İnsan zekâsının daha verimli olması için,  yatkın / istekli olduğu alanlara en yakın öğrenim ve eğitim programları uygulanmalıdır.

Edinilmiş bilgiler arasından, ihtiyaç duyulanın alınıp, söz, yazı ve davranış halinde paylaşılması, a k ı l sâyesinde oluyor. Zekâ denilen insana verilmiş dönüştürülmeyi bekleyen enerji de, akıl adlı güçlü dönüştürücü de, öğrenmeyi / bilmeyi vazgeçilmez ihtiyaç saydırıyor. Akıl, anlama / kavrayış, değerlendiriş gibi basamaklarla kendini gösteren bir işlemcidir. Bu büyük işlemcinin, bilgiyi, hem depolama, hem de kullanma güç ve işlevi, insandan insana değişiyor. Bilgilenme süreçleri, insanı, hem güçlendiriyor, hem de, toplumun-- rol ve statü sahibi olan-- bir üyesi kılıyor…

Beş duyu ve beş duyunun dışındaki yollarla (sezgi, ilham, rüya, keşf) kazanılan bilgiler de, irdelenmek üzere aklın önüne getirilmek zorundadır. Yanılmaları ve / veya yanıltmaları da içinde bulunduran algılar, sezgiler, ilhamlar, rüyalar / hülyalar birer bilgi edinme yolu gibi görünse de, çoğunlukla zan niteliklidir ve kişiye özgüdür. Kişiye özgü zan / sanı nitelikli bilgiler, çoğunlukla vehim veya vesvese olabilir.  Vehim, zan, yalan, saçma ve vesvese’den kurtulup- ortak akıl adına- birikimlerini, hem zenginleştiren, hem de kullananlar, iki grup: Bilginler ve bilgeler.

Bilginler, birer bütünlük olan varlıkları, yapılarını, toplum içindeki yerlerini, işlevlerini yeterince öğrenmek üzere araştırıyor inceliyor. Bilginlerin bir kısmı da, işlev bozukluğunda veya eksikliklerinde, olumsuzluk giderici bilgileri ve/veya teknolojileri insanlara sunmaya çalışıyorlar.

 Bilgin, çalıştığı alana ait eksikleri ve yanlışları hem görebilen, hem bunları giderip, keyfiliği, basitliği, adaletsizliği, ilkelliği, düzensizliği, hastalığı ortadan kaldırıcı hatâsız bilgiyi, teknolojiyi oluşturandır…

Bilgin, odaklandığı konulara ait yanlışları ve eksikleri görüp gösterirken, yeni ve farklı olan ihtiyaçları da iddia ve ilan edendir. Bilginler, bilimlik meraklarına cevap arayan, bulduklarını paylaşanlardır. Bu nedir? Bu nasıl var olmuş? Bu varlık nasıl çalışıyor, nasıl çalışmalı, işlevi nedir? Her birinin yüzlerce alt dalı ve uzmanlık alanı bulunan,  sosyal ve beşeri bilimler, fen ve tabiat bilimleri, sağlık bilimleri…

Bilgeler ise, yaradılış sebebini de, Yaratanı da, insanın ezelî ve ebedî ‘hüsran’ını da bilmeye, anlamaya, anlatmaya çalışan insanlar. Bilgelerin sürdürdüğü bu bilgilenme arayışlarının değeri ve işlevi şudur: İlişki kurulabilen varlık veya durumların niçin var olduğunu düşünüp hükme bağlayabilme ve bu yönde sorumluluk üstlenme. Yöntemli olan bilgi edinme ve akıl yürütmenin sonunda verilen hükümler, tek kişilik de olsa,  birer zan olmaktan çıkıp, ortak aklın parçacıklarına dönüşürler.

İnsan, imanını, duygusunu ve zevklerini, düşünceleri ile davranışlarını nifaktan,  fesattan, inkâr ve kinden korumak için de, başarılı olmak için de bilgi ediniyor. İnsan, doğduktan sonra, çeşitli yoksunluk, yoksulluk ve dikkatsizliklere rağmen hayata tutunuyor. İlk on üç yıl, henüz bilgisiz, deneyimsiz, ürkek bir varlık. İnsan denilen varlıkta, en yakınında bulunanların gösterdiği ilgi, sevgi ve sabır oranında yaşama isteği, uyumlanma niyeti ve başarma heyecanı artıyor.

Zaman içinde artan başarma isteği, toplum içinde yer ve yâr edinme çabası, kendine güvenme duygusu ile oluşup gelişen benlik ve kimlik yapısı… Böyle bir çizgi üzerinde yürüyenler ile devamlı horlanan, dövülen, engellenen çocuk ve gençler arasında farklar oluyor. Olumsuzlukların içerisinde ruhen ve bedenen sağlıklı kalmak zordur. Özellikle kadınlar bilgilendikçe, çocuklar bilgileniyor; cehâletten beslenenler ise, böyle bir durumu istemiyor.

 Sağlık, iyilik ve başarı bulaşıcı olmadığı halde, kötülük ve hastalıklar bulaşıcıdır, yayılır. Birikimini, aklını ve bedenini cehâletten koruyabilenlerin, imanı da, kanaati de, bilgisi de sağlıklıdır.

Cehâlet kelimesinin ilk ve yaygın anlam karşılığı, bilgisizlik… Cehâlet kavramını en çirkin yanı ise, bilmemek değil, bilmediğini kabul etmemektir. Cehâleti körükleyenler, hem bilimlik bilgilerin, hem bilgelik ürünü yargı ve yorumların karşısına, zan veya zehâb denilen yanılgılarını çıkarmaktadırlar. O tür insanlar, zan ve zehablarını gruba ve topluma sunarken, beden dilinin ve ses’in teatral imkânlarını abartılı ölçülerde kullanmaktadırlar. Hâlbuki hem vahiy, hem irfan, hem de ortak aklın ürünü olan bilim, vehimlerin beslediği ‘zan’ nitelikli, ’zehap’ damgalı yanılgılı bilgileri, görüşleri ve tepkileri reddetmektedir.

Câhil kelimesinin ilk anlamı, bilmeyen, bilgisi çok az olan, bilgisizliği kolayca anlaşılabilen demek. Yaygın bir kabulleniş olsa da, bu anlamlandırma çok eksiktir:

Câhil, hem bilmediğini bilmeyen, hem de bildiklerini yeterli ve doğru zanneden insan. Câhil, bildikleri konusunda da, bilemedikleri konusunda da, akıl yürütmeyen, bildiklerini inatla, hattâ öfke ve kinle tekrarlayandır. Câhil insan, hükümleri, kendisine benimsetilmiş tekrara dayalı şartlandırılmalar çerçevesinde kabullenir, sonra da, militanca savunur. Cahil, imanını, ibadetini, davranışlarını dayandırdığı bilgilerin, ortak aklın, bilimlik akıl yürütmenin ölçütleri ile değerlendirilmesini istemez.

Bilimin bir dalına veya teknolojiye ilişkin soruları da, ona yöneltilen sorulara verdiği cevapları da, cahil insanın sığ, basit, hattâ gülünç yanlarını ortaya çıkarır. Çok yönlü düşünmekten ürken, yeni bilgilerden korkan insanın, zan nitelikli kabullenişleri ve tercihleri, onu bir dairenin içine hapsetmiştir.

Kendi dininin / mezhebinin dışındaki insanları düşman sayan cahiller için, diğer mezhep ve dinlerin yok edilmesi gerekir. Din ve inanç kavramlarını, içlerindeki öfke, kin, iftira, kan dökücülükle kirletenler, bilgisi, konumu ne olursa olsun münafıktır. Her münafık ise, taassubun körelttiği bir cahil.  Dinlerin hepsi, ruhun ve aklın kirlenmesine, cehâlete karşı oldukları halde, cehâlet niçin yok edilemiyor?

Cehâlet, sözleri, davranışları ile bir inat ve ısrarın temsilcisi olma konumu; cehâlet, yenilenmekten, aklını işletip bilgi edinmekten çekinenlerin belirgin özelliği… Câhillik, aklını, sağlıklı ölçülerle işletmeye de, öğrenmelerin kazandırdığı bilgilerle zihnin zenginleştirilmesine de, karşı çıkmaktır. Cahil, düzen ve istikrar ile mutluluk ve özgürlüğü de, değişerek ve gelişerek geleceği yakalamayı da, hem anlamayan, hem de ihtiyaç saymayan insan tipidir.

 Cehâlet, yanlışlarını doğru zannetmekten kurtulmayı, niçin yaratılmış olduğunu düşünmeyi, erdemle donanmayı reddetmektir. Yaratan’ın, “yeryüzünde bir halife yaratacağım” mesajını düşünebilmek için, akıl, sezgi ve algısı yeterli olmayanlar, cehâletin batağındadırlar. Kibir, zehap, zan, vesvese, inat ve taassup ile imanını, ibadetini, düşünce duygu ve davranışlarını kirletmiş olanlar,-- öğrenim ve unvanları ne olursa olsun--  cahil sayılır.

İslâm, Allâh’a inanmayı, Allâh’ın istediklerini yapmaya çalışmayı, hatâ yaptığında Allâh’tan bağışlanma dilemeyi ve Allâh’ın cezalandırmasından korkarak -yaratılma sebebini kavramaya çalışıp- i n s a n c a yaşamayı öğütleyen, ahlâk ve erdem ile temellenmiş ilkeler ve yaptırımlar toplamıdır.

İslâm’ın emirleri, yasakları ve uygulamaları, bu dine girmiş her toplumda, her kültürde farklı sayılacak ölçülerle yaşanmış ve yaşanmaktadır. Şunu da söylemek mümkündür: Aynı dinden olan toplumun içindeki farklı topluluklar, farklı sayılacak heyecan ve uygulamalar yaşamak adına, bir takım yollar ve toplaşmalar oluşturmuşlardır. Bu ibâdet[1] ve ukûbat,[2] muamelât,[3] farklılıkları ile heyecan arayış ayrılıklarının ise,  yer yer hurâfe,[4] safsata ve bid’at[5] ile gölgelenen, hattâ kirlenen kabullere yol açtığı da olmuştur.

 Farklı kaynakların bilgisinden yararlanıp aklını işletmek yerine, bilgisini ve irâdesini benimsedikleri grubun lider(ler)inin yöneltmelerine teslim olmayı benimseyen bağnazlıklar her devirde görülmüştür. İslâmda, ruhban sınıf da, iman ve ibadeti biçimlendirmeye yetkili bir kuruluş ve lider de yoktur; “yoktur; ama.., fakat,..” gibi cümleler kuranlar, münafıktır. Nifak / bozgunculuk, Allah’ın en ağır suç saydığı davranışlardandır; yazılı veya sözlü ifadelerle nifak üreten / münafık lanetlenmiştir.

               Gerçek Müslüman, hem Kur’ân’ın anlamını meallerden öğrenerek, hem de, en az kırk hadis bilip tefekkür ederek hikmete ulaşmalı, cahilliğini gidermelidir. Adı, mesleği, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun cehâletten beslenen inanç kemirgenleri, dinle, inançla ilişkili konularda halkın aydınlanmasını, hikmetle buluşmasını istemezler, engellerler. Başkalarını sömürmek için, cezbedici cümleler, safsatalara dayalı, heyecanlar zerketmeyi benimseyen, iman ve ibadete ilişkin cehâleti sermaye yapan kişi ve odakların her cinsi, bilimlik bilgiye karşıdırlar… Son kırk yıldır, eğitim bakanlığını ele geçirme; her yaş grubu için özel okul ve dershane açma savaşının, sebebi ve sonuçları iyi değerlendirilmelidir. Bu organize, ısrarlı, kararlı, öfkeli odaklar, çağdaşlığı değil, ayrışmayı ön şart kabul eder; onlar, amaçlarına ulaşmak için, temelinde teslimiyetçilik bulunan bir dayanışmayı imanlaştırırlar.


İnsanların cehâletten doğan kirlerden ve çirkin eğilimlerden temizlenmesi için görevli nebiler, resuller ve onların sonuncusu Hz. Muhammed… İslâm, Peygamber’in aracılığıyla, insanların, bilgilenmesi ve aklını işletmesi, cehâletten kurtulması, ruhunu temizleyerek yenilenmesine çağrıdır. İslâm’dan öncesinin, her türlü benimseyiş ve davranışını ‘cahiliye’ devrinindir gerekçesiyle reddedilmesi; bilgilenmenin, aydınlanmanın “hayırlı” sayılması. İslâm dini,  öfkeli ayrışmaları ret eden; bilgiye, aklın işletilmesine davet eyleyen; cahilliğe, kibre, bozgunculuğa, tembelliğe savaş ilân eden evrensel çağrıdır.

Cehâlet, öfke, kin ve nifakı çoğaltarak basireti ve merhameti işletilemez kılar. Cehâlet, iman ve ibadeti kirleterek, vecdi kaybettirir. Cehâlet, her türden niyet ve gayreti basitleştirir, bayağılaştırır, sevimsizleştirir ve hattâ çirkinleştirir. Cahil de muhabbeti, şefkati, merhameti, kendi şartlanmalarının sınırları içinde, ilkel ve incelmemiş zevklerle davranışa dönüştürüyor.

          Cehâletin yeni bir görünümü ise, diplomalı türüdür. Cehâlet, eğitim ve öğretim görmüşlük değil, bilgi edinirken, doğru olmayan bazı bilgileri iman ölçüsünde benimseyip, bu benimsemelerine karşı çıkanlara, öfke ve kin duymaktır. Bu tür cahillerin, lise veya bir alanda alınmış üniversite veya yüksek okuldan alınmış lisans diploması da, bulunabilir; zihinleri ise, derinliksiz ve kirli bilgilerle doludur.

Diplomalı cehâlet, özgür düşüncenin ve zenginleştiren irfânın düşmanıdır. Cehâlet, yanlış veya kirli yahut şartlandırıcı bilgiye dayanan, inat, öfke ve kin toplamının belirlediği eğilim ve davranışlarla yaşamaktır.

          Cehâletin anlaşılmaz ve işlemez kıldığı asâyiş ve emniyet; cehâletin gölgelendirdiği, hattâ kararttığı hak ve adâlet; cehâletin sömürüye, sömürünün de, semiriye imkân verdiği için, yıkılmasını hızlandırdığı devletDevlet, iç ve dış kemirgenlerin sömürme konusundaki ısrarlarının ve inatlarının durdurulamadığı durumlarda, önce ortak akıl, âsâyiş ve benzeştirici temel ve sütunları çatlayan, adâlet işletilemediğinde ise, yıkılan bir ö z e l barınaktır.

Cehâlet, bilgiden, bilimden; cehâlet, vahye dayalı iman ve ibadetten kaçıyor. Cehâlet, ruh inceltici sanat ve edebiyattan; cehâlet, ilerleme ve medeniyetten; cehâlet, teknoloji ve temiz ticaretten nefret ediyor, bunlarla uzlaşamıyor ‘Yaratılmışı Yaratan’dan ötürü sevmek’ için de; bilgi sahibi sayılanlardaki şeytanî saldırganlığın aza indirilmesi için de; her varlığın özüne uygun olarak işlevini sürdürmesi için de; yeni teknolojiler bulup kullanmak için de, cehâletin ortadan kaldırılması gereklidir.

Osmanlı Devleti, 1820 sonrasında, hastalıklı bir insan gibidir. Türk kökenli topluluklar, özellikle, 1911-1921 arasında aşağılanan, engellenen, yoksul erkekler ve kadınlardan oluşur. Özgüven duygusuna ve yaşama arzusuna ait düşünce, hayâl ve davranışlarını neredeyse kaybetmiş bir halk… Yaban ile Ankara (Yakup Kadri), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ile Cânan (Peyami Safa), Çalıkuşu ile Kavak Yelleri (Reşat Nuri), Gulyabani (Hüseyin Rahmi), Mehdi (Ömer Seyfeddin), Memleket Hikâyeleri (Refik Halit)adlı eserlerde, halkın, cahilliği, bezginliği ve kimseye güvenmeyişi, başarıyla anlatılmıştır.

Mustafa Kemal Paşa, hatıra defterine (1916 yılı) Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki Fransız, İngiliz subay ve casuslarına, tahrikçi papazlara ve Ermeni komitacılara karşı açtığı savaşa ait küçük notlar yazmış. Açlığın, karın, yağmurun, soğuğun ve hastalıkların öldürdüğü insanlar… Cehâletin mahvettiği vatandaşlarımızın, yoksul bedenlerinin ve ruhlarının, toprak ve inanç sömürgeni ağalar tarafından nasıl sömürüldüğünü ve bu durumun, Mustafa Kemal Paşa’nın içini nasıl yaktığını, onun notlarından okuyabilirsiniz. O hatıra defterinde -İ. Görgülü’nün konuyla ilgili kitabı[6], akıl sahiplerince mutlaka okunmalıdır- üç husus çok dikkat çekicidir:

Birincisi, dinî feodalitenin biçimlendirici gücü ve Mustafa Kemal Paşa’nın bu konudaki dikkatli değerlendirmeleri; ikincisi, kadınların toplum içindeki kabullenilemez yerlerini, aşağılanmaya varan konumlarını tespit ederek, bu durumun değiştirilmesi yönündeki kararlılığı; üçüncüsü ise, pisliğin, hastalığın doğurduğu her türlü olumsuzluğun sebebi ve sonucu olan cehâletin yok edilmesi.

‘Hâfız Zübeyde’ diye tanınan, okur-yazar bir kadının oğlu olan Mustafa Kemal Paşa, Balkanlardaki gayrimüslim toplulukların, ‘bilgiden yararlandıkları ölçüde’ rahat ve özgür yaşadığını görmüş aydın bir subay. 1916 yılında Doğu Anadolu’daki çalışmaları sırasında gördükleri ile Samsun’dan Ankara’ya ulaşırken karşılaştığı cehâlet ve yoksulluk tablolarının, O’nun içini kanattığı muhakkak. Bu ülke kalkınmalı idi; hayatın her yanını ve yönünü cehâletin kirlettiği, yoksul ve yorgun, beden ve ruh sağlığı bozuk bu toplumun, mevcut durumunu değiştirmeden, “hayırlı” gayretlerin sonuç alması, ülkenin ve milletin kalkınması, mümkün değildi. Durum tespiti (teşhis), doğru yapılmaz ise, tedavi, ya hiç olmaz, ya kurtarıcı türden etkili olamaz… 


Lozan’daki tartışmalar sırasında İngilizlerin elindeki istihbarat raporlarına göre, 8 milyondan biraz fazla olduğunu söyledikleri ve bu insanların %70’e yakın kesimi, 100 bine yakın köy ve mezrada yaşayan nüfusumuz.

Müslümanların kentleşmesi genel nüfusun %40’ı; bunların içinde, kitap ve gazete okuyabilenler %5-7; eski harfle yazabilme %2,5’ten fazla değil. Okullaşma oranı çok düşük, nüfusun on binde birine imkân sunamayan sayıda ve yapıda… Dinî bilgi, kulaktan kulağa ve safsatalara bulanmış, ibadet ise eksik, hattâ yanlışlarla biçimlenmiş. İbadetin, Kur’ân ve hadis bilgisiyle zenginleştirilmesi de, özellikle vecd boyutu da, gündemde değil. Diğerini aşağılama, ötekileştirme niyetli şartlandırmalar sonucunda, inancı militanlaşmış insanlar, cemaatler.

Öte yanda, anlamsız tevekkülle miskinleştirilip, inanç sömürgeni odakların olumsuz etkileri yüzünden, bilimlik bilgiye, teknolojiye dayanmayan günlük hayat ve tarım, geliştirilmemiş üretim ve tüketim.

Tarihini, dilini bilimlik bilgiyle temellendirip bilincine taşıyamamış, mahallî kimliklerin yaralamasından kurtulamamış, hukukunu arayamamış, sultanın kulu, olduğunu benimsemekten temizlenememiş bir toplum… Bu olumsuzluklardan beslenen iman, ibadet, kanaat sömürücüleri şu değerlerin ve davranışların yaygınlaşmasını istemediler, istemiyorlar: Aydınlatan bilgilenme; çağdaşlaştırıcı kentleşme; düzenli ve güvenli haberleşme; devletçe denetlenen temiz ticaret; liyakate ve rüşvetsizliğe dayalı idare; laik hukuk ve kadın hakları; yetkili ve yeterli öğretmenle öğrenilen dinî bilgi… Bunlar oluşur ve yaygınlaşır, benzeşme ve bütünleşme sağlayan ögeler haline dönüşürse, zarar görecek kişi, aile ve feodalleşmiş odakları düşününüz… İnanç, emek, siyaset, ticaret alanlarından en az birinde feodal bir yapıya dönüşmüş ve sömürüsünü devam ettiren güç odaklarının her biri,  diğerleriyle işbirliği yapmaktan çekinmedi, çekinmiyor. Sevimsiz, çirkin ve geri kalmışlık göstergeleri olan bu durum için, acil ihtiyaç ne? Öncelikle durum tespitini eksiksiz yapıp, bilimin gösterdiği çağdaş aydınlığı yaygınlaştırma…

Feodalite denince akla ilk gelen, toprakla ilgili veya inanca bağlı olanlardır. Bu türden -asıl yapıları yer altında olan- grupların, halkı sömürmekten alıkonmaya,  itibar veya güç kaybetmeye kat’iyen râzı olmadıkları, savaştıkları da, bir gerçek. …

Türk Millî Mücadelesinin sonunda bağımsızlığını elde etmiş olan bu toplum, hurâfe, safsata ve zanlardan arındırılmalı, temiz iman, kanaat, bilgi ve davranışlarla benzeşerek bütünleşmeli idi… Bu toplum, cilâlı birkaç tablo dışında, hatırlanması utanç veren cahiliye devri zihniyetinden kurtulmalı, aydınlanarak, değişip dönüşerek çağdaşlaşmayı ve kalkınmayı yakalamalıydı.

Bu toplum, anasına ve erkek / kız kardeşine saygı ve sevgi duyan ve duyulmasını isteyen; sevgilisine, eşine ve kızına / oğluna saygı, sevgi, şefkat ve fedakârlık gösteren ve gösterilmesini isteyen, ahlâklı, beden ve ruh sağlığı yerinde, hukukla uyumlu vatandaşlarıyla öğünmeliydi. Bu toplum, kanun ve tüzük çıkarma ve bunların uygulanmasını denetleme iradesini (millî irade) Meclis eliyle kullanmayı ve bu konuda bilinçlenmeyi öğrenmeli idi.

          Mustafa Kemal Atatürk, böyle bir toplum yapısında, bir zihniyet dönüşümü için gerekenleri ödünsüzce yaparak, cehâleti yok etmeye çalıştı. O’nun düşmanlarının neredeyse hepsi, dün de, bu gün de, cehâlete yaslanan ve onu besleyen inanç sömürgenleridir. Zihninin kirliliğini dışa vurup Atatürk’e iftira** edenlere de, Allah’ımızın, temiz iman, fesada uğramamış, nifaksız akıl vermesini dileyelim…

Allah, Kur’ân’da “...o halde, sakın câhillerden olma!” buyurmuştu. (Enam Sur.) Zanlarını doğru sayıp, öfkesinin asıl sebebini saklayıp, yanlışı, yalanı doğru gibi göstermek de, hakikati söylememekte direnmek de, câhiliye devrinin kalıntısıdır.

Allah, her vatandaşımızı, imanını, ilhamını, aklını, duygusunu ve davranışını kirleten kibirli münafıklık ve inatçı c e h â l e t hastalığından korusun… 


Sadık K.   TURAL   

7-18 Kasım 2011







[1] Allahın emirlerini yerine getirme, kulluğun gereği olan tapmaya, tapınmaya bağlı ruhî ve bedeni eylemler.

[2] (Ku” uzun; ukubet’in çoğulu) :İslam hukukunun yasaklara ve cezalara ilişkin hükümleri.
Dindar görünüşlü aldatıcıların, ham softaların kullandığı ürkütücü, korkutucu veya gülünç rivâyetler, hükümler.

[3] Kur’ân ve hadiste yer alan, --almayanlarının ise her toplumun tarihî varlığının göstergesi olan kültürüyle biçimlenen-- başta aile ve miras hukuku olmak üzere toplum hayatını düzenleyen kurallar ve benimsemeler.

[4]  Ham sofuların heyecanla   anlattığı,  ürküten, korkutan rivâyetler ve asılsız hükümler.

[5] Hz. Peygamber zamanında olmayıp İslâm’a sonradan sokulan dinî hüküm veya uygulamalar.

[6] İsmet Görgülü, Atatürk’ün Anıları, 5.bs., Ank., 2013.Ayrıca bkz.,Turhan Olcaytu, Dinimiz Neyi Emrediyor, Atatürk ne Yaptı ? 9.bs.,Ank.,2001.

** Emperyalist devletlerce veya onların yerli uzantılarınca, kalemleri  kiralanmış sayısı yüze yakın müfteri, münafık, mürâî, mürteci, mutaasıp yazar ve / veya tv mürşidi ,  Atatürk’ün “İngiliz valisi olmak istediğini” veya Lozan’da,” saltanatın kaldırılması sözünün verildiğini” söylerken cahilliklerini gösteriyorlar. Şu yazarlardan   birinin yayınlarını okusalar, düşmanca ve   ısrarla iftira etmekten vaz geçerler: R. Salahi Sonyel,  Bilal Şimşir, Turgut  Özakman, Nurşen Mazıcı, Şerafettin Turan, Clarance K. Streit,  G. M.Rumbolld,  Charles Sherrrill,  Perci Loraine Lyham.