Sadık K.
TURAL
İnsan, akıl sahibi olduğundan, yaratıkların
tamamından üstündür. Bu üstünlüğü, bu ayrıcalığı kazandıran akıl gücü yeterince işletilirse
iki ödül veriyor:
Kendisinin dışındaki varlıklarla ilişkiler
kurabilme, uyumlanma işlev ve görevinin verdiği huzur ve mutluluk;
Yaratan’la
bütünleşme niyet ve çabasının ürünlerini
toplayabilme…
Aklın ayırıcı gücü, öncelikle, yaratılmışlarla ilgi ve bağ kurma sırasında ortaya
çıkmaktadır: İnsan, beş duyusuna sunulanları anlamayı başarabilmek zorundadır. Tanıma,
bilme, anlama, kavrama ve tepki
verme sırasında, aklını kullanarak, kendisine ait işlev, görev ve
sorumlulukları öğrenir: Bedenini, ruhunu koruma; diğer varlıklarla sürdürülebilir
bağlar ve ilişkiler kurma; beslenme, barınma, korunma ve neslin devamını
sağlama; uyumlanarak bir arada yaşama… Bu sıraladıklarımızın her biri, yüzlerce
değer ve davranışa dönüşerek, insanı diğer varlıklardan ayrıştırmaktadır. Bu
ayırıcı özellikleri temellendirip biçimlendiren değer ve davranışlardaki
farklılık, statü ve rol ayrışmasının da gerekçeleridir.
Varlıkların dışında, Tek
ve hiç benzeri bulunmayan sınırsız güce sahip olan bir Yaratan var. Yaratan, kendisiyle ilişki kurmayı sağlayıcı
bilgileri ve eylemleri öğrenmesi ve gerekenleri yapması konusunda insanı, s o r u m l u ve özel bir muhatap sayıyor.
İnsan, özündeki bilgisayarın şifreli dosyalarını açabildiği ölçüde, ilahî özelliklerle donatılmışlığa ait ödülleri alan varlık…
Doğum sırasında veya sonradan oluşan ağır
hastalıkların sebep olduğu durumları ve alkol yahut uyuşturucu bağımlılarını
bir yana bırakarak düşünelim: Allah âdildir ve insanlara eşit miktarda zekâ vermiştir. İnsanlar, zekâlarını akla,
duyguya, inanca / imana, hayale, sezgiye, ilhâma ve davranışa dönüştürme
çabaları açısından, birbirinden az çok farklı bütünlüklere dönüşüyor. İnsanın,
hem Yaratan ile ilişkisinin boyutlarını kavraması, hem insanlarla bağlarını
doğru kurabilmesi için, aklını işleterek,
bilgi edinmesi gerekmektedir. Bu özel canlı, bilgi edindikçe duygu, düşünce ve
hayalleri ile davranışları bakımından yaratılma sebebine uygun insan olmanın
aşamalarını geçmeye başlayacaktır.
Bilme çabasıyla, öğrenme çilesiyle kazanılan bilgi, kavramayı, hükme dönüştürmeyi sağlamıyorsa yüktür. Yük olmayan bilgi, varlıkların
görünür ve görünmesi güç yanlarını da, metafizik âlemi de kavrayabilmek, bilerek
anlamlı ve uygun davranışlarda bulunmayı işlevini taşır.
İnsan zekâsının eğitilerek farklı alanlara
ait farklı bilme türlerinin sahibi kılınması, ona uygun programlarla
temellendirilirse, zaman ve enerji israf edilmemiş olur. İnsan zekâsının daha
verimli olması için, yatkın / istekli olduğu
alanlara en yakın öğrenim ve eğitim programları uygulanmalıdır.
Edinilmiş bilgiler arasından, ihtiyaç
duyulanın alınıp, söz, yazı ve davranış halinde paylaşılması, a k ı l sâyesinde oluyor. Zekâ denilen insana
verilmiş dönüştürülmeyi bekleyen enerji de, akıl adlı güçlü dönüştürücü de,
öğrenmeyi / bilmeyi vazgeçilmez ihtiyaç saydırıyor. Akıl, anlama /
kavrayış, değerlendiriş gibi basamaklarla kendini gösteren bir işlemcidir. Bu
büyük işlemcinin, bilgiyi, hem depolama, hem de kullanma güç ve işlevi,
insandan insana değişiyor. Bilgilenme süreçleri, insanı, hem güçlendiriyor, hem
de, toplumun-- rol ve statü sahibi olan-- bir üyesi kılıyor…
Beş duyu ve beş duyunun dışındaki yollarla (sezgi, ilham, rüya, keşf) kazanılan
bilgiler de, irdelenmek üzere aklın önüne
getirilmek zorundadır. Yanılmaları ve / veya yanıltmaları da içinde
bulunduran algılar, sezgiler, ilhamlar, rüyalar / hülyalar birer bilgi edinme
yolu gibi görünse de, çoğunlukla zan niteliklidir
ve kişiye özgüdür. Kişiye özgü zan / sanı nitelikli bilgiler, çoğunlukla vehim veya vesvese olabilir. Vehim,
zan, yalan, saçma ve vesvese’den kurtulup- ortak akıl adına- birikimlerini, hem
zenginleştiren, hem de kullananlar, iki grup: Bilginler ve bilgeler.
Bilginler, birer bütünlük olan varlıkları,
yapılarını, toplum içindeki yerlerini, işlevlerini yeterince öğrenmek üzere
araştırıyor inceliyor. Bilginlerin bir kısmı da, işlev bozukluğunda veya
eksikliklerinde, olumsuzluk giderici bilgileri ve/veya teknolojileri insanlara
sunmaya çalışıyorlar.
Bilgin, çalıştığı alana ait eksikleri ve
yanlışları hem görebilen, hem bunları giderip, keyfiliği, basitliği, adaletsizliği,
ilkelliği, düzensizliği, hastalığı ortadan kaldırıcı hatâsız bilgiyi, teknolojiyi
oluşturandır…
Bilgin, odaklandığı konulara ait yanlışları
ve eksikleri görüp gösterirken, yeni ve farklı olan ihtiyaçları da iddia ve ilan edendir. Bilginler,
bilimlik meraklarına cevap arayan, bulduklarını paylaşanlardır. Bu nedir? Bu nasıl var olmuş? Bu varlık nasıl çalışıyor, nasıl çalışmalı, işlevi nedir? Her birinin yüzlerce alt dalı ve uzmanlık
alanı bulunan, sosyal ve beşeri
bilimler, fen ve tabiat bilimleri, sağlık bilimleri…
Bilgeler ise, yaradılış sebebini de, Yaratan’ı da, insanın ezelî ve ebedî ‘hüsran’ını da bilmeye, anlamaya, anlatmaya
çalışan insanlar. Bilgelerin sürdürdüğü bu bilgilenme
arayışlarının değeri ve işlevi şudur: İlişki kurulabilen varlık veya
durumların niçin var olduğunu
düşünüp hükme bağlayabilme ve bu yönde sorumluluk üstlenme. Yöntemli
olan bilgi edinme ve akıl yürütmenin sonunda verilen hükümler, tek kişilik de
olsa, birer zan olmaktan
çıkıp, ortak aklın parçacıklarına dönüşürler.
İnsan, imanını, duygusunu ve zevklerini,
düşünceleri ile davranışlarını nifaktan, fesattan, inkâr ve kinden korumak için de,
başarılı olmak için de bilgi ediniyor. İnsan, doğduktan sonra, çeşitli
yoksunluk, yoksulluk ve dikkatsizliklere rağmen hayata tutunuyor. İlk on üç
yıl, henüz bilgisiz, deneyimsiz, ürkek bir varlık. İnsan denilen varlıkta, en yakınında
bulunanların gösterdiği ilgi, sevgi ve sabır oranında
yaşama isteği, uyumlanma niyeti ve başarma heyecanı artıyor.
Zaman içinde artan başarma isteği, toplum
içinde yer ve yâr edinme çabası, kendine güvenme duygusu ile oluşup gelişen benlik
ve kimlik yapısı…
Böyle bir çizgi üzerinde yürüyenler ile devamlı horlanan, dövülen, engellenen
çocuk ve gençler arasında farklar oluyor. Olumsuzlukların içerisinde ruhen ve
bedenen sağlıklı kalmak zordur. Özellikle kadınlar bilgilendikçe, çocuklar
bilgileniyor; cehâletten beslenenler ise, böyle bir durumu istemiyor.
Sağlık,
iyilik ve başarı bulaşıcı olmadığı halde, kötülük ve hastalıklar bulaşıcıdır,
yayılır. Birikimini, aklını ve bedenini cehâletten koruyabilenlerin, imanı da, kanaati de, bilgisi de sağlıklıdır.
Cehâlet kelimesinin ilk ve yaygın anlam
karşılığı, bilgisizlik… Cehâlet kavramını en çirkin yanı ise, bilmemek değil, bilmediğini kabul etmemektir. Cehâleti körükleyenler, hem bilimlik
bilgilerin, hem bilgelik ürünü
yargı ve yorumların karşısına, zan veya zehâb denilen yanılgılarını
çıkarmaktadırlar. O tür insanlar, zan ve zehablarını gruba ve topluma sunarken,
beden dilinin ve ses’in teatral imkânlarını abartılı ölçülerde kullanmaktadırlar.
Hâlbuki hem vahiy, hem irfan, hem
de ortak aklın ürünü olan bilim, vehimlerin
beslediği ‘zan’ nitelikli, ’zehap’ damgalı yanılgılı bilgileri, görüşleri ve
tepkileri reddetmektedir.
Câhil kelimesinin ilk anlamı, bilmeyen, bilgisi çok az olan, bilgisizliği kolayca
anlaşılabilen demek. Yaygın bir kabulleniş olsa da, bu anlamlandırma
çok eksiktir:
Câhil, hem bilmediğini bilmeyen, hem de
bildiklerini yeterli ve doğru zanneden insan. Câhil, bildikleri konusunda da,
bilemedikleri konusunda da, akıl yürütmeyen, bildiklerini inatla,
hattâ öfke
ve kinle tekrarlayandır. Câhil insan, hükümleri, kendisine
benimsetilmiş tekrara dayalı şartlandırılmalar çerçevesinde kabullenir, sonra
da, militanca savunur. Cahil, imanını, ibadetini, davranışlarını dayandırdığı
bilgilerin, ortak aklın, bilimlik akıl yürütmenin ölçütleri ile
değerlendirilmesini istemez.
Bilimin bir dalına veya teknolojiye ilişkin soruları
da, ona yöneltilen sorulara verdiği cevapları da, cahil insanın sığ, basit,
hattâ gülünç yanlarını ortaya çıkarır. Çok yönlü düşünmekten ürken, yeni
bilgilerden korkan insanın, zan nitelikli
kabullenişleri ve tercihleri, onu bir dairenin içine hapsetmiştir.
Kendi dininin / mezhebinin dışındaki insanları
düşman sayan cahiller için, diğer mezhep ve dinlerin yok edilmesi gerekir. Din
ve inanç kavramlarını, içlerindeki öfke, kin, iftira, kan dökücülükle
kirletenler, bilgisi, konumu ne olursa olsun münafıktır. Her münafık ise,
taassubun körelttiği bir cahil. Dinlerin
hepsi, ruhun ve aklın kirlenmesine, cehâlete karşı oldukları halde, cehâlet
niçin yok edilemiyor?
Cehâlet, sözleri, davranışları ile bir inat
ve ısrarın temsilcisi olma konumu; cehâlet, yenilenmekten, aklını işletip bilgi
edinmekten çekinenlerin belirgin özelliği… Câhillik, aklını, sağlıklı ölçülerle
işletmeye de, öğrenmelerin kazandırdığı bilgilerle zihnin zenginleştirilmesine
de, karşı çıkmaktır. Cahil, düzen ve istikrar ile mutluluk ve özgürlüğü de,
değişerek ve gelişerek geleceği yakalamayı da, hem anlamayan, hem de ihtiyaç
saymayan insan tipidir.
Cehâlet,
yanlışlarını doğru zannetmekten kurtulmayı,
niçin yaratılmış olduğunu düşünmeyi, erdemle donanmayı reddetmektir. Yaratan’ın, “yeryüzünde bir halife yaratacağım” mesajını düşünebilmek için, akıl, sezgi ve algısı
yeterli olmayanlar, cehâletin batağındadırlar. Kibir, zehap, zan, vesvese, inat ve taassup
ile imanını, ibadetini, düşünce duygu ve davranışlarını kirletmiş olanlar,--
öğrenim ve unvanları ne olursa olsun-- cahil sayılır.
İslâm, Allâh’a inanmayı,
Allâh’ın istediklerini yapmaya çalışmayı, hatâ yaptığında Allâh’tan bağışlanma dilemeyi ve Allâh’ın
cezalandırmasından korkarak -yaratılma
sebebini kavramaya çalışıp- i
n s a n c a yaşamayı öğütleyen, ahlâk ve
erdem ile temellenmiş ilkeler ve yaptırımlar toplamıdır.
İslâm’ın emirleri, yasakları ve uygulamaları,
bu dine girmiş her toplumda, her kültürde farklı sayılacak ölçülerle yaşanmış
ve yaşanmaktadır. Şunu da söylemek mümkündür: Aynı dinden olan toplumun
içindeki farklı topluluklar, farklı sayılacak heyecan ve uygulamalar yaşamak
adına, bir takım yollar ve toplaşmalar oluşturmuşlardır. Bu ibâdet[1] ve ukûbat,[2] muamelât,[3] farklılıkları
ile heyecan arayış ayrılıklarının ise,
yer yer hurâfe,[4]
safsata ve bid’at[5]
ile gölgelenen, hattâ kirlenen kabullere yol açtığı da olmuştur.
Farklı
kaynakların bilgisinden yararlanıp aklını işletmek yerine, bilgisini ve
irâdesini benimsedikleri grubun lider(ler)inin yöneltmelerine teslim olmayı
benimseyen bağnazlıklar her devirde görülmüştür. İslâmda, ruhban sınıf da, iman
ve ibadeti biçimlendirmeye yetkili bir kuruluş ve lider de yoktur; “yoktur; ama.., fakat,..” gibi cümleler kuranlar,
münafıktır. Nifak
/ bozgunculuk, Allah’ın en ağır suç saydığı davranışlardandır; yazılı veya
sözlü ifadelerle nifak üreten / münafık lanetlenmiştir.
Gerçek Müslüman, hem Kur’ân’ın anlamını meallerden
öğrenerek, hem de, en az kırk hadis bilip tefekkür ederek hikmete ulaşmalı,
cahilliğini gidermelidir. Adı, mesleği, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun
cehâletten beslenen inanç kemirgenleri, dinle,
inançla ilişkili konularda halkın aydınlanmasını, hikmetle buluşmasını
istemezler, engellerler. Başkalarını sömürmek için, cezbedici cümleler,
safsatalara dayalı, heyecanlar zerketmeyi benimseyen, iman ve ibadete ilişkin
cehâleti sermaye yapan kişi ve odakların her cinsi, bilimlik bilgiye
karşıdırlar… Son kırk yıldır, eğitim bakanlığını ele geçirme; her yaş grubu
için özel okul ve dershane açma savaşının, sebebi ve sonuçları iyi
değerlendirilmelidir. Bu organize, ısrarlı, kararlı, öfkeli odaklar, çağdaşlığı
değil, ayrışmayı
ön şart kabul eder; onlar, amaçlarına ulaşmak için, temelinde teslimiyetçilik
bulunan bir dayanışmayı imanlaştırırlar.
İnsanların cehâletten doğan kirlerden ve
çirkin eğilimlerden temizlenmesi için görevli nebiler, resuller ve onların
sonuncusu Hz. Muhammed… İslâm, Peygamber’in aracılığıyla, insanların,
bilgilenmesi ve aklını işletmesi, cehâletten kurtulması, ruhunu temizleyerek
yenilenmesine çağrıdır. İslâm’dan öncesinin, her türlü benimseyiş ve
davranışını ‘cahiliye’ devrinindir
gerekçesiyle reddedilmesi; bilgilenmenin, aydınlanmanın “hayırlı” sayılması. İslâm dini, öfkeli ayrışmaları ret eden; bilgiye, aklın
işletilmesine davet eyleyen; cahilliğe, kibre, bozgunculuğa, tembelliğe savaş
ilân eden evrensel çağrıdır.
Cehâlet, öfke, kin ve nifakı çoğaltarak basireti ve merhameti işletilemez kılar.
Cehâlet, iman
ve ibadeti kirleterek, vecdi kaybettirir. Cehâlet, her türden niyet ve gayreti
basitleştirir, bayağılaştırır, sevimsizleştirir ve hattâ çirkinleştirir. Cahil de muhabbeti, şefkati, merhameti,
kendi şartlanmalarının sınırları içinde, ilkel ve incelmemiş zevklerle
davranışa dönüştürüyor.
Cehâletin
yeni bir görünümü ise, diplomalı türüdür. Cehâlet, eğitim ve öğretim görmüşlük
değil, bilgi edinirken, doğru olmayan bazı bilgileri iman ölçüsünde benimseyip,
bu benimsemelerine karşı çıkanlara, öfke ve kin duymaktır. Bu tür cahillerin, lise
veya bir alanda alınmış üniversite veya yüksek okuldan alınmış lisans diploması
da, bulunabilir; zihinleri ise, derinliksiz ve kirli bilgilerle doludur.
Diplomalı cehâlet, özgür düşüncenin ve
zenginleştiren irfânın düşmanıdır. Cehâlet, yanlış veya
kirli yahut şartlandırıcı bilgiye
dayanan, inat, öfke ve kin toplamının belirlediği eğilim ve davranışlarla
yaşamaktır.
Cehâletin anlaşılmaz ve
işlemez kıldığı asâyiş
ve emniyet; cehâletin
gölgelendirdiği, hattâ kararttığı hak ve adâlet;
cehâletin sömürüye, sömürünün de, semiriye imkân verdiği için, yıkılmasını
hızlandırdığı devlet… Devlet, iç ve dış kemirgenlerin sömürme
konusundaki ısrarlarının ve inatlarının durdurulamadığı durumlarda, önce ortak
akıl, âsâyiş ve benzeştirici temel ve sütunları çatlayan, adâlet
işletilemediğinde ise, yıkılan bir ö z e l barınaktır.
Cehâlet, bilgiden, bilimden; cehâlet, vahye
dayalı iman ve ibadetten kaçıyor. Cehâlet, ruh inceltici sanat ve edebiyattan;
cehâlet, ilerleme ve medeniyetten; cehâlet, teknoloji ve temiz ticaretten
nefret ediyor, bunlarla uzlaşamıyor ‘Yaratılmışı
Yaratan’dan ötürü sevmek’ için de; bilgi sahibi sayılanlardaki şeytanî saldırganlığın aza indirilmesi
için de; her varlığın özüne uygun olarak işlevini sürdürmesi için de;
yeni teknolojiler bulup kullanmak için de, cehâletin
ortadan kaldırılması gereklidir.
Osmanlı Devleti, 1820 sonrasında, hastalıklı
bir insan gibidir. Türk kökenli topluluklar, özellikle,
1911-1921 arasında aşağılanan, engellenen, yoksul erkekler ve kadınlardan
oluşur. Özgüven duygusuna ve yaşama arzusuna ait düşünce, hayâl ve
davranışlarını neredeyse kaybetmiş bir halk… Yaban
ile Ankara (Yakup Kadri), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ile Cânan
(Peyami Safa), Çalıkuşu ile Kavak Yelleri (Reşat Nuri), Gulyabani (Hüseyin Rahmi), Mehdi (Ömer Seyfeddin), Memleket
Hikâyeleri (Refik Halit)adlı eserlerde, halkın, cahilliği,
bezginliği ve kimseye güvenmeyişi, başarıyla anlatılmıştır.
Mustafa Kemal Paşa, hatıra defterine (1916
yılı) Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki Fransız, İngiliz subay ve casuslarına,
tahrikçi papazlara ve Ermeni komitacılara karşı açtığı savaşa ait küçük notlar
yazmış. Açlığın, karın, yağmurun, soğuğun ve hastalıkların öldürdüğü insanlar…
Cehâletin mahvettiği vatandaşlarımızın, yoksul bedenlerinin ve ruhlarının,
toprak ve inanç sömürgeni ağalar tarafından nasıl sömürüldüğünü ve bu durumun,
Mustafa Kemal Paşa’nın içini nasıl yaktığını, onun notlarından okuyabilirsiniz.
O hatıra defterinde -İ. Görgülü’nün konuyla ilgili kitabı[6],
akıl sahiplerince mutlaka okunmalıdır- üç husus çok dikkat çekicidir:
Birincisi, dinî feodalitenin biçimlendirici gücü
ve Mustafa Kemal Paşa’nın bu konudaki dikkatli değerlendirmeleri; ikincisi,
kadınların toplum içindeki kabullenilemez yerlerini, aşağılanmaya varan
konumlarını tespit ederek, bu durumun değiştirilmesi yönündeki kararlılığı; üçüncüsü ise,
pisliğin, hastalığın doğurduğu her türlü olumsuzluğun sebebi ve sonucu olan
cehâletin yok edilmesi.
‘Hâfız
Zübeyde’ diye tanınan,
okur-yazar bir kadının oğlu olan Mustafa Kemal Paşa, Balkanlardaki gayrimüslim
toplulukların, ‘bilgiden yararlandıkları ölçüde’
rahat ve özgür yaşadığını görmüş aydın bir subay.
1916 yılında Doğu Anadolu’daki çalışmaları sırasında gördükleri ile Samsun’dan
Ankara’ya ulaşırken karşılaştığı cehâlet ve yoksulluk tablolarının, O’nun içini
kanattığı muhakkak. Bu ülke kalkınmalı idi; hayatın her yanını ve yönünü
cehâletin kirlettiği, yoksul ve yorgun, beden ve ruh sağlığı bozuk bu toplumun,
mevcut durumunu
değiştirmeden, “hayırlı” gayretlerin
sonuç alması, ülkenin ve milletin kalkınması, mümkün değildi. Durum tespiti (teşhis),
doğru yapılmaz ise, tedavi, ya hiç olmaz, ya kurtarıcı türden etkili olamaz…
Lozan’daki tartışmalar sırasında İngilizlerin
elindeki istihbarat raporlarına göre, 8 milyondan biraz fazla olduğunu
söyledikleri ve bu insanların %70’e yakın kesimi, 100 bine yakın köy ve mezrada
yaşayan nüfusumuz.
Müslümanların kentleşmesi genel nüfusun
%40’ı; bunların içinde, kitap ve gazete okuyabilenler %5-7; eski harfle
yazabilme %2,5’ten fazla değil. Okullaşma oranı çok düşük, nüfusun on binde
birine imkân sunamayan sayıda ve yapıda… Dinî bilgi, kulaktan kulağa ve
safsatalara bulanmış, ibadet ise eksik, hattâ yanlışlarla biçimlenmiş.
İbadetin, Kur’ân ve hadis bilgisiyle zenginleştirilmesi de, özellikle vecd boyutu
da, gündemde değil. Diğerini aşağılama, ötekileştirme niyetli şartlandırmalar
sonucunda, inancı militanlaşmış insanlar, cemaatler.
Öte yanda, anlamsız tevekkülle
miskinleştirilip, inanç sömürgeni odakların olumsuz etkileri yüzünden, bilimlik
bilgiye, teknolojiye dayanmayan günlük hayat ve tarım, geliştirilmemiş üretim
ve tüketim.
Tarihini, dilini bilimlik bilgiyle temellendirip
bilincine taşıyamamış, mahallî kimliklerin yaralamasından kurtulamamış,
hukukunu arayamamış, sultanın kulu, olduğunu benimsemekten temizlenememiş bir
toplum… Bu olumsuzluklardan beslenen iman, ibadet, kanaat sömürücüleri şu
değerlerin ve davranışların yaygınlaşmasını istemediler, istemiyorlar:
Aydınlatan bilgilenme; çağdaşlaştırıcı kentleşme; düzenli ve güvenli haberleşme;
devletçe denetlenen temiz ticaret; liyakate ve rüşvetsizliğe dayalı idare; laik
hukuk ve kadın hakları; yetkili ve yeterli öğretmenle öğrenilen dinî bilgi… Bunlar
oluşur ve yaygınlaşır, benzeşme ve bütünleşme sağlayan ögeler haline dönüşürse,
zarar görecek kişi, aile ve feodalleşmiş odakları düşününüz… İnanç, emek,
siyaset, ticaret alanlarından en az birinde feodal bir yapıya dönüşmüş ve
sömürüsünü devam ettiren güç odaklarının her biri, diğerleriyle işbirliği yapmaktan çekinmedi,
çekinmiyor. Sevimsiz, çirkin ve geri kalmışlık göstergeleri olan bu durum için, acil ihtiyaç ne?
Öncelikle durum tespitini eksiksiz yapıp,
bilimin gösterdiği çağdaş aydınlığı yaygınlaştırma…
Feodalite denince akla ilk gelen, toprakla
ilgili veya inanca bağlı olanlardır. Bu türden -asıl yapıları yer altında olan-
grupların, halkı sömürmekten alıkonmaya, itibar veya güç kaybetmeye kat’iyen râzı olmadıkları,
savaştıkları da, bir gerçek. …
Türk Millî Mücadelesinin sonunda bağımsızlığını
elde etmiş olan bu toplum, hurâfe, safsata ve zanlardan arındırılmalı, temiz
iman, kanaat, bilgi ve davranışlarla benzeşerek bütünleşmeli idi… Bu toplum,
cilâlı birkaç tablo dışında, hatırlanması utanç veren cahiliye devri
zihniyetinden kurtulmalı, aydınlanarak, değişip dönüşerek çağdaşlaşmayı ve
kalkınmayı yakalamalıydı.
Bu toplum, anasına ve erkek / kız kardeşine
saygı ve sevgi duyan ve duyulmasını isteyen; sevgilisine, eşine ve kızına / oğluna
saygı, sevgi, şefkat ve fedakârlık gösteren ve gösterilmesini isteyen, ahlâklı,
beden ve ruh sağlığı yerinde, hukukla uyumlu vatandaşlarıyla öğünmeliydi. Bu
toplum, kanun ve tüzük çıkarma ve bunların uygulanmasını denetleme iradesini
(millî irade) Meclis eliyle kullanmayı ve bu
konuda bilinçlenmeyi öğrenmeli idi.
Mustafa Kemal
Atatürk, böyle bir toplum yapısında, bir zihniyet dönüşümü için gerekenleri ödünsüzce yaparak, cehâleti yok
etmeye çalıştı. O’nun düşmanlarının neredeyse hepsi, dün de, bu gün de,
cehâlete yaslanan ve onu besleyen inanç sömürgenleridir. Zihninin kirliliğini
dışa vurup Atatürk’e iftira** edenlere de, Allah’ımızın, temiz
iman, fesada uğramamış, nifaksız akıl vermesini dileyelim…
Allah, Kur’ân’da “...o halde, sakın câhillerden olma!” buyurmuştu.
(Enam Sur.) Zanlarını
doğru sayıp, öfkesinin asıl sebebini saklayıp, yanlışı, yalanı doğru gibi
göstermek de, hakikati söylememekte direnmek de, câhiliye devrinin
kalıntısıdır.
Allah, her vatandaşımızı, imanını, ilhamını,
aklını, duygusunu ve davranışını kirleten kibirli münafıklık ve inatçı c e h â l e t hastalığından korusun…
7-18 Kasım 2011
[1] Allahın emirlerini yerine
getirme, kulluğun gereği olan tapmaya, tapınmaya bağlı ruhî ve bedeni eylemler.
Dindar görünüşlü aldatıcıların, ham
softaların kullandığı ürkütücü, korkutucu veya gülünç rivâyetler, hükümler.
[3] Kur’ân ve hadiste yer alan, --almayanlarının
ise her toplumun tarihî varlığının göstergesi olan kültürüyle biçimlenen--
başta aile ve miras hukuku olmak üzere toplum
hayatını düzenleyen kurallar ve benimsemeler.
[6] İsmet
Görgülü, Atatürk’ün
Anıları, 5.bs., Ank., 2013.Ayrıca bkz.,Turhan Olcaytu, Dinimiz Neyi Emrediyor, Atatürk ne Yaptı ? 9.bs.,Ank.,2001.
** Emperyalist devletlerce veya onların yerli uzantılarınca, kalemleri
kiralanmış sayısı yüze yakın müfteri,
münafık, mürâî, mürteci, mutaasıp yazar ve / veya tv mürşidi , Atatürk’ün “İngiliz valisi olmak istediğini” veya Lozan’da,” saltanatın kaldırılması sözünün verildiğini”
söylerken cahilliklerini gösteriyorlar. Şu yazarlardan birinin yayınlarını okusalar, düşmanca
ve ısrarla iftira etmekten vaz geçerler: R.
Salahi Sonyel, Bilal Şimşir, Turgut Özakman, Nurşen Mazıcı, Şerafettin Turan, Clarance
K. Streit, G. M.Rumbolld, Charles Sherrrill, Perci Loraine Lyham.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder