Sadık K. Tural
19 Ekim 2009
Vatanımızı ve milletimizi
gerilikle, gelişmemişlikle damgalayanların gerekçesi ne idi / nedir? Ne
diyorlar(dı)?
“Problemlerinizin eksiksiz bir şekilde
tespit edilmesi; ulaşılan bilgilerin oluşturduğu durum bilgisinin, bilinçli bir
gerçekçilikle kabullenilmesi… Derdiniz, sıkıntınız ve mutlak ihtiyaçlarınızın
çözülmesi için, ‘ilgili uzmanlara’ gerekli yetki ve imkânların
tanınması… Bunlar yok sizde.”
Açıkça, ’Sizde bunlar bulunmadığından, az gelişmişsiniz,
gelişmeniz sağlıklı değil’, örtülü olarak da, ‘Siz, bizden, akıl, bilgi ve teknoloji satın almalısınız.’
diyorlardı. Bizim için,“az gelişmiş “,
bilim üretmeyen, geri teknolojili ve “cahil halk”
damgalarını vurmuşlardı.
Daha kötüsü ise,
çağdaş bilgi ile teknolojileri yakalamış olan toplumlara, hayranlıktan başı
dönmüş bir ruh haliyle yaklaşma, bilimin ve uzmanlığın o toplumlara kazandırdıklarının
olduğu gibi alınacağını sanma hastalığından kurtulamayışımız. Yanlışlarımızın temelinde
kolaycılık,
acelecilik, düşünme çilesine razı olmamak ve de haset yatıyordu. Yöneticilerin
ve öğretim eğitimden sorumluların çoğunluğu, bilgi ve teknoloji üretmenin, kolaycılığı
ve aceleciliği bırakıp uzmanlığa saygı gösterildikçe mümkün olabildiği
gerçeğini görmezden gelebiliyordu. Bilgi ve teknoloji alanlarının uzmanlarına ilgi
ve saygı gösterildikçe daha az hata yapıldığını kabullenmek zor oluyordu.
İleri, gelişmiş sayılan
toplumlarda, uzman yetiştirme süreçlerinde, araştırmacıların teşvik
edilmesi için, olabildiğince imkân ve destek veriliyordu. Uzmanı desteklerken
ve yetkilendirirken, bilgi ve teknoloji üretene, hak ettiği ilgi de, saygı da gösteriliyordu.
Bir problemin tespiti ve/veya çözümünde
yetkili, yeterli aydın / uzman olan insanların
sayıca ve etkice önde olamadığı toplumlar, gelişmesi az veya yerinde sayan
toplumlardır.
Bir problemin sorumluluğunu
alabilen araştırıcılık, bilgi üretebilen,
uzmanlığa saygılı, bilimlik bilgiyi arayan, hasetsiz, kibirsiz bilginlik kavramları etrafında, bu gün sizlerle
birlikte düşünelim istiyorum.
Yirminci yüzyılda, insan, “düşünen bir canlıdır.” diye tanımlandı.
İnsan, çeşitli araçlarla bilgi
edinen; bu bilgilerle, kendisinin, çevresinin ve diğer insanların maddi ve manevi
hayatını kolaylaştırıcı ve geliştirici katkılar sağlayan bir canlıdır. İnsanın
tanımında öte bilgisi ve inancı da bir ayrılmaz ögedir
demeliyim. İnsanın edindiği bilgiler, düzenli, devamlı, yöntemli ve sistemli
olduğu zaman, yapabileceği katkılar da, etkili olabilmektedir. Bu türden etkili
katkılar yapabilen insan, ailesinin, mensup olduğu toplumun insanlarının ve
insanlığın hayatında değişim ve dönüşümlerin öznesi olur. Ayrıca, hayvanların,
bitkilerin ve diğer varlıkların hayatında gerekli yapılandırmalara da öncülük
ve önderlik eder. Bu değişim ve dönüştürmelerin kişi ve toplum ölçeğindeki
hedefi ve sonucu ise, daha huzurlu, daha refahlı, daha onurlu bir hayat
yaşanabilmesinin sağlanmasıdır.
İnsan, Yaratan’ın adaletle
dağıttığını ve her insana eşit olarak verdiğini düşündüğüm zekâ adlı bir servet ile doğuyor. Zekâ adlı bu
enerji, edinilen bilgi çeşitlerinin -kullanmak üzere- hem
hafızaya işlenmesini, hem de düşünce, duygu, hayal ve davranışa dönüştürülmesini
sağlıyor... Zekânın işlevlerinden en önde gelenlerini düşünelim: Bilgi edinme;
bilgileri değiştirici ve dönüştürücü olarak kullanabilme; yüksek bir algılama,
kavrama, değerlendirip hükme bağlama gücüne sahip olma; zevklerini inceltip
paylaşma; öte
kavramıyla ilgilenme; topluluğa katılabilme, uyumlanarak ve
benzeşerek yaşama…
İnsanın edindiği bilgiler, düzenli, devamlı
ve sistemli olduğunda, yapacağı katkılar da etkili
olmaktadır. İnsan, bencillik etmeden, hem, ailesi ile mensup olduğu toplumun
ve insanlığın,
hem de diğer varlıkların hayatında, değişim ve dönüşümler sağlayabilme
yeteneğine sahiptir. Bu değişim ve dönüşümlerin kişi ve toplum ölçeğindeki yönü
ve hedefi ise, daha huzurlu, daha refahlı, daha güvenli
ve şerefli
bir hayatın sağlanmasıdır.
Bugün biz, beynimizin en önemli
işlevi olan anlama, kavrama, tepki verme üçlüsünün, bilgi ile temellendirilmesi
üzerinde birlikte düşüneceğiz.
İnsan beyninde, en az 100 milyar
hücre bulunduğu söyleniyor. Bu beyin hücreleri, beş duyumuza gelen uyarıcılar
aracılığıyla özel bir elektrik üretiyor; bedenin çeşitli organlarındaki
hücrelere, bu özel yapılı elektrikle beyin hücreleri bazı uyarımlar gönderiyor.
İnsan, işiterek, görerek, gözlemleyerek, deneyerek, okuyarak gelen uyarımlar
aracılığıyla b i l g i l e r ediniyor.
Çeşitli şiddetteki uyarımlara bağlı bu bilgiler, hafıza adlı düzgün depolama
merkezinde, kayıt ediliyor. Beş duyudan, görme, işitme, tad alma, koklama
dokunma yollarından biri veya bir kaçı aracılığıyla gelen uyarımlar, bir bilgisayar
olan insan beynindeki kazanılmış bilgilerin yanına ulaşıyor.
Ne, kim, nasıl, niçin, nerede, ne zaman, ne ölçüde
ile n i ç i n soruları başta olmak üzere,
cevap ve / veya tepki verme istenildiğinde, zekânın çeşitli işlevleri
belirginleşiyor. Beş duyuya gelen aynı türden uyarımlar her insanın zekâ
merkezinde toplanıyor. Ayrışma, farklılaşma burada başlıyor: Aynı türden
uyarılar, farklı insanların zekâ merkezlerinde, aynı tür ve şiddetteki duyguya,
hayale, düşünceye, zevke dayalı tepkiye dönüştürülemiyor. Bu farklılaşmayı,
başta biyo-psikolojik yapı olmak üzere, birçok özel etkileyici biçimlendiriyor.
Birkaç biçimlendiriciyi birlikte düşünelim:
Beş duyu, daha önceden ne
sıklıkta, hangi aracılarla, hangi şiddette uyarılmış ise, duygu veya düşünce
yahut hayale ait tepkiler de, o oranda farklılaşıyor. Bu uyarımlar, insan
beyninde milyarlarca mikro-işlemci tarafından değerlendiriliyor.
İnsan doğduğunda, her türden
kirlenmeleri, korku ve şüpheleri henüz tanımayan, arı / duru bir zihin
sahibidir. İnsan denilen varlık, doğuştan var olan zekâ adlı bir enerjiyi (yeti
/ meleke) bebekliğin arkasından işletmeye başlıyor. Zekâ, ”saflık, arılık,
duruluk, hâlislik” anlamlarını taşıyan bir kavramdır. Zekâ ile aynı kökten gelen tezkiye kelimesinin
bir anlamı da, arındırma’dır. Bebekliğin ardından, insan zekâsı işleyişini ve
dönüştürücü gücünü sürdürür. Zekâ, hem
başkaları tarafından oluşturulmuş bilgilerin, hem de, kendisine ait ilham,
sezgi ve akıl yürütmelere ait hükümlerin zenginleştirilmesiyle,
dönüştürücülüğünü sürdüren bir yeti ve yeterliliktir. Zekâ,
insanın çeşitli uyarımlar yolu ile edindiklerini ve özellikle bilgi / hüküm
nitelikli kazanımlarını, hâfıza adlı depolama işlevi yanında, iman, akıl,
sezgi, ilham, his, hayal, zevk ve muhakeme
adlarını taşıyan dönüştürücü işlemcilerle biçimlendiren
bir enerjidir. Bu işlemcilerden biri işlevine uygun ölçülerle harekete geçtiği
andan başlayarak, zekâ, AYNI ile AYRI olanları ayrıştırıyor, hem yeni bilgiye, hem de tepkiye dönüştürüyor. Beş
duyudan gelen uyarımlarla başlayan, ayrıştırmalarla genişleyen işleyişin
sonunda oluşan hükümlere, gerçek diyoruz. Gerçek / gerçeklik dediğimiz
hükümlerin bir kısmı, bir kişiye, bir gruba, bir topluluğa özgü, kanaat nitelikli,
bir kısmı ise, bilimlik
bilgi niteliklidir.
Zekânın aklı işletmesini açıklamak
üzere bir yol daha deneyelim. Batı dillerinden dört kelime alalım: Ration, rational, rationalite, rationalizm… Farklı
olan; oran, nispet, bölüm anlamına gelen tio veya tios
kelimesinden türemiş bulunan ratio, şu anlamı taşıyor: Zekânın akıl özelliğinin
işletilerek varlıklar arasındaki benzerlikleri, ayrılıkları, değerlendirebilme
gücü… Bundan türemiş olan rasyonel ise,
aklın benzerlerinden ayrı bir değer ve işlevinin bulunduğunu reddedilmez saydığı olaylar, durumlar,
varlıklardır. Aklın işletilmesi anlamına da gelen rasyonalite, bilimin
beklediği gerçekliği esas alır. Yeterince uyarımlar aldığı için yanılmayacak
türden hüküm verip farklı olanla ilgili bilgi anlamına gelen ratio, beş duyuyla algılanan gerçeklere ait
bilgidir.
Beş duyuya gelen uyarımların
sonucunda, varlıkların, olayların ve durumların, bir ortak ad altında,
beyindeki bilgisayara kaydedilmesine kavramlaştırma, bu işlemin sonundaki ortaklaştırıcı adların her
birine kavram diyoruz. Kavramlar,
zihnin zengin olmasını, iyi çalışmasını sağlayan anahtar kelimelerdir.
Kavramlar, anlamanın anahtarı olmak üzere, aynı kutuya konulmuş, tanınan, adı
konabilen, karıştırılmayan, ayrıştırılmışlığa yardımcı olarak algılamayı
kolaylaştıran özel kelimelerdir.
Bir varlığın, olayın, düşüncenin
insan beynindeki izdüşümlerinin “genel tasarımı”
anlamına gelen kavramlardan soyut olanlar da, masa, kalem, ekmek gibi somut
olanlar da, her kişide farklı uyarımlara yol açıyor. Bu uyarım farklılığının
yarattığı düşünce veya duygu donanımına ait farklılık ise, kişilerdeki
tepkileri de farklılaştırmaktadır. Birikimi farklı olan kişilerden, aynı
algı ve tepki beklenemez.
Kavrama, bir mikro-işlemler
dizisinden sonra gerçekleşiyor. Kavramanın arkasındaki mikro-işlemciler
öncelikle şu üç soruyu soruyorlar:
Birincisi: Bu uyarıcıyı tanıyor muyum? Bu uyaran, beynimdeki neyin aynısıdır?
Tıpatıp aynı olanı belirlemek değil, aralarında herhangi bir açıdan ilgi,
ilişki, benzerlik arayıp bulmayı gerektiren bu işlemin yapılması, beynin en
önemli işlevidir. İkiz, üçüz ve benzeri gibi, ilk anda mutlak benzerlik
taşıyanlar arasında bile farklılıklar bulunacağını ise, deneyin, gözlemin
yoğunluğu ile bilgi donanımının doğurduğu değerlendirmeler öğretip
düşündürüyor. Beyindeki tanıma, ayrıştırma işlemleri, saniyenin binde biri ile
birkaç dakika arasındaki bir müddet içinde, yapılıyor. Zekâ adlı merkezdeki
mikro-işlemciler, anlamlı bir tepki vermek üzere, ‘bu
çok benzeşenler, ne kadar farklıdır, özeldir?’ sorusuna cevap verirken,
daha önceden kayıt edilmiş bulunan şu kelimeleri ö
n c e l i k l e kullanıyorlar:
Aynı, benzer, alışılmış, eş, kardeş,
soydaş, kökdeş, türdeş, yoldaş, boydaş, yöndeş, renkdaş, sesdeş, dildeş,
dindeş, benzer, benzeşik, ilgili, ilişkili, ahenkli, uyumlu, alışılmış, yaygın,
biçimli, aydınlık, duru, berrak, şeffaf, temiz, sevimli, bildik, tanıdık,
birlikten, bizden… Bu kavramlaştırıcı kelimelere birkaç tane daha
eklenebilir. Bu kavramlaştırma ölçütü kelimeler, uyarımların, kavramaya dönüşmesi
sırasında olabilecek karışıklığı önlemektedir.
İkinci soru, bu uyarımı veya uyarıcıyı hiç tanımadığıma göre, nasıl
adlandırayım? Her uyaran, insanda olumlu tepkilere yol açacağı gibi,
tepkisizlik, ilgisizlik, şaşkınlık, güvensizlik ve korku da uyandırabilir.
Tanınmayan, bilinmeyen, beyinde algılamayı sağlayıcı kazanım ve donanım
bulunmadığı durumlarda, ardı ardına gelen sorular cevapsız kalıyor. Bu türden
algılayışları ise, şu kelimelerle niteliyoruz. Ayrı, karışık, kirli, bulanık, sevimsiz, başka, öteki, farklı, değişik,
alışılmamış, duyulmamış, görülmemiş, tadılmamış, garip, tuhaf, ayrıksı, itici,
biçimsiz, çirkin, bozuk, uyumsuz, ürkütücü, korkutucu, zıt… Daha çok
bilinmezlik taşıyan olaylar, durumlar karşısında, adlandırma da, tutum
belirleme de, olumsuzluk taşıyor.
Üçüncü soru ise, bu uyaran karşısında hangi tepkiyi vermeliyim, nasıl
davranmalıyım? Bu sorunun cevabı bizim bugünkü dersimizin dışında kalıyor.
İlk iki soruyu temellendiren bilgi kavramına dönelim:
Beş duyudan gelen ve uyarıcılar
arasındaki benzerlik ve ayrılığa ait ilişkiyi kurabildiğimiz uyarımların her
biri, bir bilgi parçacığıdır... Çeşitli uyarılmaların sonucunda oluşturduğumuz
hükümleri, iman, kanaat ve bilgi olarak üç ana grupta toplamak gerektiğini
düşünenlere katılanlardanım.
Önce iman
kavramına yaklaşalım: İman, kaynağı ve sonucu bakımından özel bir bilgi
edinme türünün adıdır. Emin olmak kökünden gelen iman kavramı, bazı bilgileri
ve bildirimleri tartışmasız olarak kabullenme anlamını taşıyor. İman etme,
inanma kelimesi, akıl alanıyla ilişkili olmakla beraber, akılla değerlendirilen
değil, öyle kabullenilen bilgilerdir. Kuvvetle inanma, emin olma kökünden
türeyen bu kavramın / terimin yöneltildiği, geçerli olduğu alan kutsal’a ait alandır. Bir yaratıcıya inanma,
Allah’a iman etme ile başlayan bilgilenmeler, ayrı ve özel bir alan oluşturur.
İman alanına ait bilgiler nas’dır, dogmadır; ahlâk ve ibadet ise, insanı iman
adına yapılandıran değerler ve ritüellerdir.
İkinci tür bilgiler ise, kişiye
veya topluluğa aittir, özeldir; bu özel bilgi / hüküm alanına kanaat diyoruz. Kanaat
veya görüş yahut
özel yorum dediğimiz yaklaşımların temelindeki bilgi, bilime dayalı bilgiden farklıdır.
Kişilerin, bir köy, kasaba, şehir veya bölgede yaşamaktan veya aynı mesleği
yapmaktan kaynaklanan bakış açısı farkları ve görüş ayrılıkları bulunur. Gerçek
veya gerçeklik sayılan değer ve durumların, bütün insanlara göre aynı olduğu
söylenemez. Yaş, cinsiyet, deneyim, öğrenim alanı ve derecesi ile meslek ve
mizaç yapıları, her insanın diğerine göre farklı olmasına yol açar. Aynı aile
veya kültür alanı içinde bile, farklılığı az çok kaçınılmaz olan gerçek / ration
algısı, zamana, coğrafyalara, milletlere göre farklılık göstermektedir. Bu
türden farklılığa işaret eden kabullenmelere görüş veya kanaat denilmelidir. Bilim
ise, kanaatlerin üstündeki genellemelerin alanıdır.
Toplulukların, toplaşmaların,
kendilerine özgü, hükümler, görüşler, kanaatler taşıması kaçınılmazdır ve
insanlık kadar eskidir. Kanaatlerin kişiye, topluluğa (dinî, meslekî, siyasî
vb.) şehre, bölgeye, ülkeye ait olanları bulunduğu gibi, kuşaklardan beri
yaşatılanları da (gelenek, görenek) vardır. Kanaatlerin
arkasında, kişiye, gruba, yöreye, mesleğe ait sağduyunun, sezgilerin,
ilhâmların, önceki kuşakların telkinlerinin, acı tecrübelerin oluşturduğu
birikimler bulunmaktadır.
Bilim adına da olsa, sağduyunun,
sezginin, gelenek ve göreneklerin, ilhamın değerini ve kanaat / görüş / tepki
olarak ortaya konuluşunu peşinen reddedilmemelidir. Bu türden yol
göstermelerin, yönlendirmelerin, yanlış yaptırma ihtimali bulunmakla birlikte,
bilimi aşağılamıyor veya inkâr etmiyor ise, zenginlik olduğunun kabullenilmesi
gerekir.
Benzer kanaatler, birleştiğinde zihniyet adını alır. Zihniyetler zaman zaman, ya
iman ve ibadete ait bilgi ve tepkilerle, ya bilimden gelen bilgi ve tepkiler ile
çatışmalı olurlar. Dinsizlik, bölünme ve bölücülük, gerilik ve gericilik ve
marjinalite denilen ayrıksılık, zaman zaman etkili bir zihniyet olarak ortaya
çıkabilir. Toplumun bağımsız bütünlüğü adına tehdit ve tehlike oluşturan bu tür
zihniyetler karşısında, problem çözücü öneri ve önlemler belirlemek aydın
olmanın şartlarındandır. İnanç ve ideoloji pazarlamacıları ile şarlatanlar
kanaatleri, zihniyetleri, ayrıştırma aracı olarak kullanabilirler; bu yöndeki
doğru bilgilendirme ve yönlendirmeler, millî eğitimin de, hukukun da öncelikli
görevlerindendir.
Bilgi
nedir? Kavranılması tamamlanmış, beyinde hükme dönüşerek, birbiriyle
ilgili olanlarla ilişkiye sokulabilen gerçekliklerin, durumların, ilkelerin her
birine ve aynı zamanda tamamına bilgi diyoruz. Tekrarlayalım: Bilgi, beş duyu yardımını kullanıp, okuyarak veya deney
yaparak kazandığımız birikimin, düşüncemize,
duygumuza ve hayalimize yeni açılımlar kazandırıcı; tutum belirlememizi sağlayıcı,
hükümlerdir ve onların toplamıdır.
Bilgi alanlarının her birinin
kendine özgü kavramları vardır. Bir bilgi
alanı, kendisine özgü kavramlar, kendisine ait terimler ve yöntemler kazandığı
zaman, o alana ilim / bilim diyoruz. Şahsiliğin en aza indiği, keyfiliğin
giderildiği, kavramlaştırmalar, terimleştirmeler ve yöntem anlayışlı sorular
aracılığıyla edinilen bilgi birikimine bilim diyoruz.
Bilim, yönteme dayalı sorular
aracılığıyla, çok boyutlu seviyeli merakların ve çabaların sonucu olan bilinirliği
sağlayıcı ortak cevaplardır. Sistemleşmiş bilgiler anlamına gelen
bilim, kişiyi, topluluğu, toplumu ve insanlığı düşünce, duygu, hayal ve
davranışta birleştiren, ortaklaştıran kavramlar, terimler, değerler, araçlar,
gereçler, tepkiler oluşturma niyetli yol göstericidir. Bilime dayalı, bilimle
ilişkili, bilimlik sayılan bilgiler, kişinin dışında ve üstünde bir yol göstericilik
işlevi taşır. Bilime ait bilgiler, ya teknik ve teknolojiyi oluşturur,
geliştirir ya da sosyal ve beşeri bilimlerde benzeştirici hüküm, ilke, kural,
tüzük ve yasalar halinde düzenleyici, benzeştirici bir işlev taşır.
Türkiye’mizde, öncelikle sosyal ve
beşeri bilimlerde, sonra da fen ve sağlık bilimlerinde, yeni bir kavram, yeni bir terim, yeni
bir yöntem arayışı ihtiyacına ait bir
h e y e c a n gördüğünde mutlu olanlardanım. Daha önce söylenmişleri
alt alta getirmekte başarı göstermiş, bu beceriyi bilim sanan, bilimsellikleri
kendilerinden menkul, unvanları grup veya cemaat hediyesi öğretim üyesi ve
elemanları vardır… Onları ciddiye almayınız.
Bilim,
z e k â n ı n dönüştürücü gücü ve işlevi harekete geçirilmesini sağlayan
aklın işletilmesini gerektirir; sonra da,
başkasına duyulan hasetle kirlenmemiş bir ahlâk
ile bilgisini zenginleştirirken de, yeni bir bilgiye ulaşıp paylaşırken de s a m i m i y e t gerektirir. Bilimin dördüncü
şartı ise, kimsenin hakkını inkâr etmemek, küçültmemek, karalamamak anlamında, adaletli
olmaktır.
Akıl,
ahlâk, adalet ve samimiyet... Bu dört kavram, inancın / imanın, kanaatin
/ yorumun, bilimlik bilginin, hem temeli, hem de sonucudur. Bu dört kavramın
ışığından y a r a r l a n ı p çalıştığı
alanda araştırmak, öğrenmek, incelemek, yeni kavram, terim ve yöntem bulma
heyecanı ile hayatını sürdürmek…
Kendisini, ailesini aldattığı gibi
başkalarını -maskesiyle- aldatanlara çokça rastlayabilirsiniz… Gerçek mü'min
/ inanan, gerçek şahsiyetli insan, gerçek bilgin, bir hüküm verirken, o hükmü /
bilgiyi, aklın, ahlâkın, adaletin ve samimiyetin ölçü ve ölçütleriyle
temellendirir. Akıl… Sezginin, ilhamın,
basiretin biçimlendirdiği akıl… Ahlâk…
Yaratılmışlarla ilgili bilgi edinirken de, hüküm verirken de, dünyalık adına
gayret ederken de, yaratılış sebebini ve Yaratan’ın beklentisini gözeten bir
duyarlılığın biçimlendirdiği tercihler ve tepkiler… Kendi hak, görev ve
sorumluluğu ile insanlara, varlıklara, zamana ve mekâna karşı gereken dikkat ve
özenle davranılması, iftira edilmemesi ile bu inanç, kanaat ve bilginin yapılandırdığı
davranışlar bütünü… Adalet… Adaletsiz akıl
da, ahlâk da, samimiyet de eksik, hattâ arızalı… Yoksulluğun ve çaresizliğin
bir toplumu topyekûn çürütmesi mümkün değildir; ancak, hem kurumlaşmış
yargının, hem de insan zihnindeki yargılamanın işlevi olan adaletli hüküm vermek gerçekleşemiyorsa,
o toplum çözülmeye, çürümeye başlamıştır. Adaletli hüküm verme işlevini
kaybetmiş hukuk da, insan aklı da, kirlenmiştir, kirlenmişliğe aracı olmaktadır.
Samimiyet… İki insan arasındaki en özel
ilişkiden, en resmî bağlantılara, kişi ve kurumlar arası sözlü ve yazılı
ifadelere kadar, her davranışta samimiyet… Bütün inanç sistemleri,
felsefeler, bilim dalları, Yaratan kavramının
insana sunduğu en büyük ödülün, temiz akıl, kirlenmemiş ahlâk,
çürümemiş adâlet, riyâ ve tabasbus karışmamış samimiyet olduğunu vurguluyorlar…
Kutsal kitapların hepsinin
haber verdiği üzere, şeytan da, bilgili ve bilimli. Şeytan, bilgisini ve
bilimini varlıkların ve insanların yararına kullanmayı reddediyor. Ona göre,
insan kendisinden daha aşağı bir varlık…
Şeytan, insanlığı
küçük gören, aşağılayan, iftiralarla karalayan, gizli ve açık düşmanlık
edeceğini saklamayan bir bilgili ve bilimli haset ve kibir odağıdır.
Şeytanın bilgisini ve bilimini kullanarak, birçok insanı, ya zaman zaman, ya
bütünüyle etkileyip, şöhret ve dünya malı adına kendisine hizmet ettirdiği
biliniyor, görülüyor. Şeytan, insanlar arasından, bilim, hukuk ve yönetim
alanlarından birinde öne çıkmaya çalışanları, zaafları ile kibirlerinden
yakalayarak, istediği yönde biçimlendirdikçe büyüyen, kötücül bir enerji,
olumsuz bir iradedir. İkiyüzlülükte çok başarılı; dünya malı biriktirmekte
her yolu mübah sayan; öğrendikleriyle ve hırsıyla öne çıkan, hatta birinci olabilen,
görünüşte bilimli ahlâklı, gerçekte ise, içi şeytanın isteklerine hizmet eden
insanlara, bilim, hukuk, sanat ve yönetim alanlarında çokça rastlanılır.
Şeytansı bir vitrin kuran
insanlar, çeşitli maskelerin arkasında yaşarken, şeytanla paralel çalışırken, Yaratan, zaman denen kırbaç ile arada bir onlara vurur. Zaman, Allahın adaletinin tecelli alanı…
Hangi alanda çalışırsa çalışsın, bilgeliği yakalayan gerçek bilginler, -hangi
dinden, hangi milletten, hangi milliyetten ve cinsiyetten olursa olsunlar- duygularını,
düşünce, hayal, inanç, ilham ve sezgileri ile davranışlarını, söylediklerini ve
yazdıklarını bu
dört kavramın yapılandırdığı bir hayat yaşamışlar, yaşıyorlar. Bizler,
onlar gibi olmaya heves ettikçe çilemiz artar, ama derin bir huzur zenginliğini
çevremizle paylaşmanın anlarını yaşamaya başlarız... İnsanın zekâsını
indükleyen, bilinçlendiren, yücelten, bilimin, bilginliğin veya bilgeliğin
kapısına taşıyan bilgiden söz ediyoruz. Niyetler ve gayretler, bilginliği
bilgelikle birleştirmek olmalı...
Bir konunun çeşitli yönlerini ve /
veya aynı yönün çeşitli boyutlarını öğrenme, öğrendiklerini, değerlendirebilme,
eleştirebilme zekânın işletilmesi ile doğru orantılıdır.
Soru sormak, zekânın dönüşümünü
sağlayan bir zihin uyarıcısıdır. Bilinçli soruları, doğru kişi ve / veya
kaynaklara yönelterek, cevabını öğrenme ihtiyacını, m e r a k ı n ı, basit ve
bayağıdan, sıradan ve tekrarcılıktan kurtarmış olmaya bağlıdır. Seviyeli
merakların sonucu olan s o r u l a r oluşturmak, bu sorulara anlamlı, değerli
cevaplar arama heyecanı, kararlılığı ve çabası, b i l i m i n de, felsefenin de
temelini oluşturur.
Sorular, zekâyı dönüştürmenin
uyarıcıları, kavram niteliği kazanmış kelimeler ise, bu uyarıcıların yönünü ve
şiddetini belirleyen anahtarlardır. Her kelimeyi kavram, hattâ terim zannedenleri
bir kenara bırakınız.
Bilgisi yeterli olan insanlar,
zekânın bütün işlevlerini büyük ölçüde kullanmayı başararak, bir alana ilişkin,
ihtiyacı duyulan, kavram, terim, yöntem tekliflerini de, teknoloji tekliflerini
de yapabilir.
Kavramlar duygu ve düşüncenin,
terimler ise, bilimin anahtarlarıdır… Bir bilim dalı bağımsızlaştıkça, o
bilim dalında çalışan bilimlik zihniyetli insanlar, iki ön şartla çevrelenmiş
olduklarını görürler: Birincisi, o bilim / ilim dalının temel kavram, terim, problem çözücü yöntemleri açısından sınırlarını bilmek ve bu sınırları
zorlamamak; ikincisi ise, bu alana özgü sınıflandırmalar, terimler teklif edip
bunları tanımlayarak yöntem arayışına cevap oluşturmak…
İşte bu noktada terim
kelimesini yeniden tanımlamalıyız: Sadece bir bilim, sanat veya faaliyet
alanına özgü biçimde kullanılan ve o alanın uzmanlarınca tanımlanan kavramlara terim diyoruz. Bir kavramın bir alan için ayrı ve özel
bir tanım kazanması halinde terim olabileceğini vurgulamak istiyorum. Bir
örnek verelim:
Ateş
kelimesinin ilk ve genel anlamı yanıcı maddelerin tutuşturulması ile
oluşan durumdur.
‘Ateş’ kelimesi, tıp alanında beden ısısının artmasına dayalı bir
durumdur; ateşin yüksekliği hastalık göstergesidir. “Bu
kişinin ateşi var’ diyen sağlık görevlisi veya bunu söyleyen kişi, bir
yangından bahsetmiyor, sağlık bilgisine ilişkin bir terimi düşündürmeye
çalışıyor.
Ateş kelimesi, askerlikte,
caydırıcı, yok edici, barut veya ışın esaslı bir enerjinin silah adı
verilen bir araç ile karşıya gönderilmesi isteğidir, emridir… “Yedinci batarya ateş” komutunu alanlar, ateş
yakmaz, top adı verilen bir silah ile ilgili işlemleri -varsa birikimleri
ölçüsünde- yaparlar.
“Dağlara
karlar yağdı, ağardı onu görse;
“Payıma
ateş salan, korlandım beni görse”
İfadelerinin sahibi, herhalde ‘giysilerim tutuştu’ demiyor, örtülü bir şekilde,
öncelikle sevgilisine sonra da, bu durumu bilmesi gerekenlere, ‘aşk ateşiyle kalbinin’ yanarak kor gibi
olduğunu anlatıyor.
Dil de, hayat gibi çok
boyutludur; bir kelimenin kavram konumunun da, terim konumunun da eksiksiz
kavranabilmesi, beynin donanmışlığına bağlıdır. Fen ve sağlık
bilimlerindeki terimler, o alanla ilişkisiz kimselerin kolayca bilemeyeceği ve
ilgilenemeyeceği türdendir; buna uzmanlık dili veya jargon denilir.
Normatif bilim dediğimiz hukuk
yahut iktisat alanına ait bir uzmanın yetişmesi için, kavramların, terimlerin
öğrenilmesi yanında, toplumdaki kanaat ve zihniyetlerin de öğrenilmesi çok
gereklidir. Kitap yoluyla kazanılmış bilginin, hem özümlenmesinin, hem doğru kullanılmasının
tecrübeyle doğru orantılı olduğu reddedilebilir mi? Kitap yoluyla kazanılmış
bilginin, tecrübe adı verilen sınavların sonucu olan bilgiyle doğrulanıp,
özümlendiğini önemle hatırlatmak isterim. Bilginin doğrulanması ve
özümlenmesi yanında, terimlerin yeterince kavranmasının da, yeni kavram ve
terim ihtiyaç ve teklifinin de, tecrübeye bağlı olduğunu vurgulamalıyız.
Kavramlardan
birini alıp terim boyutuna yükseltmek adına bir örnek verelim:
‘Arayış’
ve ‘edebiyat’ kelimeleri de, ‘arayış edebiyatı’ kavramı da, bir kişinin
adıyla anılamayacak türden, sözlükte yer alan harc-ı âlem kelimelerdir. “Arayış”, “edebiyat” ve hatta “arayış edebiyatı” söyleyişlerinin her biri,
diğerinden ayrı şekilde anlaşılacak, algılanabilecek konumdadırlar. Arayışlar Devri Türk Edebiyatı ise,
tanımlanabildiğinden itibaren, zaman, mekân, içerik ve yöntem bilgisine işaret
eden bir terim adıdır. Öncelikle
kavramlaştırma, sonra terimleştirme ihtiyacını birlikte değerlendirir isek,
zekâmız birlikte akla dönüşüp bilime katkıda bulunacaktır. Bakınız nasıl?
19. yüzyıl başlarından 21. yüzyıla
kadar geçen Osmanlı ve Cumhuriyet rejiminin yaşandığı bu iki yüz yılda, siyasî,
idarî, askerî, iktisadî, dinî, ailevî, ahlakî arayışların, yönelişlerin
biçimlendirdiği değişim ve dönüşümler genel belirleyici olmuştur. Bu
arayışların -dil de dâhil- edebiyat ürünlerindeki yansımalarının tamamını, Arayışlar Devri Türk Edebiyatı olarak
adlandırıyoruz. İki yüz yıl boyunca Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti siyasî
sınırlarındaki zamana ait edebiyat hayatını, bu adla anılmasını savunuyoruz ve
onu da, kendi içinde alt gruplara ayırıyoruz. Bu alt gruplara ayırmada da
ölçütümüz şu: Ferdî
olanı, şahsî sayılanı değil, topluluk ve toplum ölçeğindeki ‘arayışın’,
‘aramanın’ ilke, niyet, nitelik halinde edebiyat hayatına damgasını
vurmuşluğuna işaret eden türden kavramlaştırma, adlandırma ve
sınıflandırmalar… Bunu anlamak
için alan uzmanı olmanız ve hasedinizin bulunmaması gerekiyor.
Kendine özgü kavram ve
terimlerini oluşturmuş olan bilim dallarının, uzmanlık
alanlarının bize sağladıkları üzerinde de, birkaç söz söylemeliyim:
Bilimin önemli bir özelliği de,
onun sınırsız gelişme ve ilerleme yeteneğidir. Toplumun içindeki çeşitli güç
odakları çağdaşlaştırıcı değişmelere karşıdır, hattâ
karşı çıkıcıdır. Bilim, değiştirici ve dönüştürücü gücü ve işlevi
açısından, toplumların statik bünyesine canlılık getirebilen bir
yönlendiricidir, bu yüzden bilginlerin ve bilgelerin dostundan çok düşmanı
olur.
Bir toplum veya topluluğun
içinde yer alan kişilerde, fikir, zihniyet ve kanaat farkları bulunur demiştik.
Bilimin geçerliliğiyle onaylanmış bilgi ise, farklılığı, ayrıksılığı azaltıyor,
hattâ yok ediyor.
Tarih bilgisi, insanları
bilinçlendirme gücü ve işlevine sahip olması açısından, kişiyi zenginleştirici
ve yeniden yapılandırıcı bir özellik taşır. Olup bitmiş olaylar ve geride
kalmış zaman anlamındaki masalın, efsanenin, destanın dünyasından çıkan kanaat /
görüş nitelikli bilgiler, heyecanlarımıza seslenir. Bizim şahidi olmadığımız
veya olamadığımız yakın yahut uzak geçmişin bilgisi anlamına gelen ‘tarih’ ise, bilincimizi zenginleştirir, tutum
belirleme yapımızı biçimlendirir. Tarihçi, geçmişe ilişkin şahsiyet, olay ve
durum bilgilerinin önünde bulunurken, akıl, ahlâk, adalet ve samimiyetinden hiç
birini kaybetmeyen, edepli zekâ sahibi olan insanlardır. Tarih ile
uğraşan, kitap yazan her insanın -kendisini öyle görse ve göstermeyi becerse
de- uzman sayılması gerekmediğini de -özellikle- vurgulayalım…
Bilimin ulaştığı bazı bilgiler,
öncelikle yeni teknolojilere, yeni araç ve gereçlere dönüştürme imkânı yaratır;
ardından, bu dönüştürme ve uygulamalar, kanaat ve zihniyetlerde de, değişimlere
yol açar, sosyal yapıyı biçimlendirir.
Teknik, sağladığı kolaylıktan
dolayı mutlak bir bağımlılık yaratıyor. Bu yüzden, bütün
az gelişmiş ülkeler, teknolojik bir ürün üretemediklerinden dâimâ ‘pazar’ konumundadırlar. Pazar olmak çok tehlikeli
değildir, ancak, hemen belirteyim ki, eğer o ürünleri veya teknolojiyi alacak
paraya sahip değilseniz geleceğiniz başkalarının elindedir; eğer, o teknik araç
ve gereçleri siz üretmiyorsanız, toplum olarak felâketinizi
hazırlayabilirsiniz.
Bilim, topluluklardaki güç
odaklarının dışında ve üstünde yeni bir kuvvet yaratabilen önemli bir
değiştiricidir. Aynı özellik teknolojide de bulunur. Bu açıdan bakılınca
araştırma safhasında, teknoloji ile bilim arasındaki farklar, hemen tamamen
silinmektedir; insanı teknolojik yeniliklere götüren yol, bilime ait
çalışmalardan farksızdır.
Bilgi edinme yöntemleri ile
bilimin, psikolojik, sosyolojik ve felsefî değeri ile kazandırdıkları üzerinde,
binlerce kitap yazıldı, yazılacak. Zekânın kapasite kullanımının yansımaları,
bilgisayar teknolojileri ile robot tasarım ve işletme örneklerinden izlenebilir.
Bilgi, insanı, iyiye, güzele,
doğruya, faydalıya yöneltip bunlara sahip çıkıcı kılmalıdır. Bir diploma
veya sertifika aracı olmayı aşan ve özümsenmişlik basamağına taşınabilen bilgi,
insanın ve toplumun ruh ve beden sağlığına katkılar sağlar. Üretilen ve
öğretilen bilgi, toplum içindeki sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik farklılıkları
bir zenginlik olarak görüp, ana yapı ile
bütünleşmesine katkı verici bir nitelik taşımalıdır.
Bilim, değiştirme ve dönüştürme
gücü taşıyan genelleşmiş doğrulardır. Bilgi, bizim karşılaştığımız
bilinmezleri, çözmemizi, başkalarının da benimseyeceği hükümlerden oluşur
Bilim, bir taraftan açıklayıcı, soru ve sorun çözücü, sınıflandırıcı; diğer
yandan teknoloji ve teknik aygıta dönme imkânı verici yanıyla, önemli bir
değiştiricidir; bilim, karşı konmaz değişim ve dönüşümlere yol açmaktadır. İnsanda bilinç yaratmayan değişim ve dönüşümlere yol
açmayan, söz, yazı ve davranış ile paylaşıma sunulmayan bilgi bir yüktür.
İnsanın soru ve sorunlarını
çözmeye yetmeyen, teknik ve teknolojik ilerleme yönündeki değişim ve
dönüşümlere yol açmayan bilgi de, bilim de, zaman içinde insanlığa zararlar
getirebilir. Fen, tabiat ve sağlık bilimlerinde de, sosyal bilimlerde de,
yeni ve yararlı bilgiye ulaşmak, ulaştırmak ilke olmalı. Bunu sağlayamayan bilgi, gereksiz bir birikimdir.
Ülkesindeki
kirlenmiş ve küflenmiş, gereksiz yük konumuna düşmüş bilgiyi de, bilgi ve uzman
açığını da, gerçek aydınlar ile büyük liderler tespit eder, gereğini yaparlar.
Siyasî bağımsızlığını yitirmiş,
düşünce ve bilim bağımsızlığı şöyle dursun, bir kavram veya terim üretip
tanımlamaktan aciz hale gelmiş, düşmana karşı koyucu ordusu bulunmayan bir
toplumu, işgale uğramış bir ülkeyi Millî Mücadele’ye katılmaya hazırlayan önder Mustafa Kemal Paşa, barışla beraber, bir bilgilenme
seferberliği başlatmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin
vatandaşlarını bütünleştirerek çağdaşlaştırma kavgasını başlatıp bu ülküsünü
de, zaferle tamamlamak için yaptığı kurumlaştırmalara ve dönüştürmelere
liderlik eden Atatürk’ün şu sözünü tekrar hatırlayalım:
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.”
Bilimi bir mürşit, yol gösterici
olarak kabul eden toplumların, emek-yoğun değil, makine-yoğun denilen bir hayat
yaşadıklarını yeniden düşünelim. Bilimi üreterek, bir kısmını teknolojiye dönüştürerek,
ilerleyenler, başkalarının da yönlendiricisi olurlar. Bilimi üreten
toplumların, ya doğrudan bilgi satarak, ya bu bilgiyi teknolojiye dönüştürerek
veya bu teknolojileri, teknik araç ve gereç halinde üreterek başkalarına
pazarladıklarını yeniden düşünelim. Kavramları, terimleri üretenlerin de,
yöntemleri, teknolojileri, buluşları çıkaranların da, diğer toplumların düşünce
ve davranışını biçimlendirerek, onlara egemen olduklarını yeniden
değerlendirelim.
Siyasî bağımsızlığını, ekonomik
bağımsızlıkla; siyasî ve ekonomik bağımsızlığını ise, kültürel bütünleşme ve
bağımsızlıkla tamamlayamayan ülkeler,
başkalarının emir ve istekleriyle biçimlenirler. Kültürel bağımsızlık da, ekonomik bağımsızlık
da, bilgi üretmek, üretilen bilgiyi değişim ve dönüşüm ögesi olarak kullanmak
ve pazarlamak ile ilişkilidir. Beslenme, barınma, korunma, enerji, eğitim,
hukuk, sağlık, mühendislik, iletişim, haberleşme ve ulaşım alanlarına ait bilgi
üretimine ve pazarlamaya ilişkin planların, tuzakların avı olmamak… ‘Sömürü’ ‘sömürgeci plan’ ve ‘emperyalist strateji’ kavramlarını ile ‘sömürülmeyen bağımsızlık’ terimini sizler de,
yeniden tanımlayınız…
Kavramlaştırma, terimleştirme,
sınıflandırma, yöntemleştirme ile damganızı taşıyan markalaştırma
faaliyetlerini, vazgeçilmez bir ilke ve hedef
saymıyorsanız, siz de diploma sahiplerinden biri olursunuz. Türkçe konusunda
bilgisi bilinçli bir ışığa dönüşmüş bulunan Atatürk’ün, kavramların ve
terimlerin Türk dilinin kurallarına göre üretilmesi buyruğunu verip -geometri
alanında olduğu gibi- bu düşüncesini örneklendirdiğini dâimâ hatırlayalım.
Türklük nedir? Türklük öncelikle
tarihî bir gerçeklik. Tarihin, tarihî coğrafyanın içinde binlerce yıldır oluşup
gelen psiko-sosyolojik bir varlık olan Türklük… Başta dil olmak üzere -dildeki ses ve
yapı değişmeleri, yazı dili oluşmaları bir kenara-- kendisini, başkalarını,
varlıkları adlandırıp anlamlandırma göstergesi olan diliyle, akıl sezgi, bilim
ve zevke ilişkin eserleştirmelerin sonucunda, tarih içinde özel bir yapı olarak beliren Türklük… Yer yer mahallî
benlik ve kimliklerin öne çıkmasıyla, halkın bilincinin derinlerinde kalan
Türklük… Bir de, politik / ideolojik gerçeklik olarak kavramlaşan, terimleşen Türklük var: Siyaset ve güçlü fikir
odaklarının, hukuk metinlerinin tanımladığı Türklük… Bu anlamdaki Türklük,
bilincin yıkadığı bir kavram olarak, lider şahsiyetlerin ve / veya etkili
aydınların, bilgi, bildirim ve yorumlarından alınarak, hukuk metinlerine yansımakta,
bağlayıcı hükümler haline dönüşmektedir. Anayasa ve medeni kanun bu belgelerin
önde gelenleridir.
Zekânın dönüştürücü gücünü devreye
sokarak, aklın imkânlarını bilimleştirerek, Türklüğe de, insanlığa da, refah,
huzur, barış getirici bilgiler, yorumlar ve buluşlar sunmalıyız. Başta eğitim
ve öğretim olmak üzere, her türden işin ve karar vericiliğin, bilgisi, birikimi
ve becerisi yeterli olan “uzman”lara
bırakılması ilke sayılmalı. İhtiyacı duyulan
bilgi ve teknoloji, güvenilir uzman ve bilim insanlarının çalışmalarıyla
artacaktır.
Bağımsızlığı, özgürlüğü ve refah
içinde çağdaş bir hayatı paylaşmayı isteyenler, yeni bilgiler edinmeli, bilgi
üretimine katkıda bulunmalı; katkı yapanları desteklemelidir. Siyasetçiler ve
idareciler ise, bilime ve uzmanlığa karşı ilgili ve saygılı olmalıdır.
Ülkemizin, toplumumuzun, Türk
dünyasının ve insanlığın ihtiyacını duyduğu kavramları, terimleri, yöntemleri,
bilgileri ve teknolojileri üretmenizi bekleyerek, yeni ders yılınızın
başarılarla biçimlenmesini dileyerek, her birinizi saygı ve sevgiyle
selamlıyorum…
Sadık K. Tural
* 19 Ekim 2009
günü Çankırı / KARATEKİN Üni.nin öğretim yılı açılış törenlerinin ardından
verdiğim açılış dersidir. Toplantıda
bulunan, Ankara’ya dönerken metnin bir kopyasını isteyen Saygıdeğer Hüseyin
AĞCA Hoca, ’‘yayınlanırken hitap nitelikli ifadelerin çıkarılmasını ve ara başlıklar
konulmasını’ istemişlerdi; ne yazık ki, isteklerinden birini yerine getirdim.
S. K. Tural
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder