İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.
SADIK K. TURAL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SADIK K. TURAL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Kasım 2016 Salı

TARİHTEN GELEN ÇIĞLIK

EYY DÜŞÜNMEKTEN KORKMAYAN İNSANLAR,

BAŞINA BİR KAÇ CÜMLE YAZMAK, METNİN ALTINA BİRKAÇ SATIR EKLEMEKTEN BAŞKA  BİRŞEY YAPMADIĞIM   ALINTILAMAYA MECBUR OLDUĞUM   BU METİN, BENİM İÇİMİ YAKTI, ÇIĞLIK ATTIRDI... 99-111 YIL ÖNCE BAŞIMIZA GELENLERİN  HİKÂYESİNİ HATIRLATMAK İSTEDİM.. SAYGILARIMLA.  

Tarih milletler hastanesi, devletler ve hükumetler mezarlığıdır.

Son yüz elli yıllık zaman aralığında Türk soylu toplumlara, önder ve / veya uyarıcı olarak başına geçenler i l e toplulukların başlarına gelenler açısından baktığınızda, iki gerçeklik görüyorsunuz: TÜRK kavramına bağlı yapıların bağımsızlaşma, özgürleşme ve çağdaşlaşmasına savaş açan emperyal ruhun temsilcileri ve bunlar ile kullandıkları taşeronlarının başarıları…

Sizler gazetelerin köşelerinden, hem bugünün, hem geleceğin çocuklarına çağrıda bulunan sayısı yüzü bulmayan vicdan sahibi, mutabasbıs olmayan ve kibirsiz yüze yakın şahsiyetten birisiniz… Aşağıdaki metin, 60 yaşından b ü y ü k t ü r…Metin içi numaralar ve onlara bağlı dip notların tarafımdan konulduğu cümledeler, ünlü gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın iki ciltlik  GÖRDÜKLERİM GEÇİRDİKLERİM  adlı eserinden alınmıştır…

Siyasete ait örgütlenme ve öncü kişilerin; inanca bağlı kişi ve odakların; hukuk ile ticaretin halkın ihtiyaçlarını karşılayan uygulayıcı kişilerin m ü t e k e b b i r leştikçe, hırsları bakışlarını bulandırdıkça bedelini milletin ödemesine ilişkin eski siyah-beyaz fotoğraflardan bir demet  sunan A.E.Yalman’ı  okurken içiniz yanacak, sanırım.

ORDU, bir kavram ve kurum olarak bağımsız devlet, parçalanmaz vatan, bütünleşmiş toplum olmanın teminatı değil midir? Emperyal ruh ve onun aracı kişi ve yöntemleri siyaseti, hukuku ve ticaret ile i n a n ç alanlarını 115 yıl önce nasıl kirletmişler? Ordunun içindeki hırsı aklını bozmuş kişileri nasıl yoldan çıkarmışlar?  

Düşünmekten korkmayan, bütünleşerek kendi özçözümlerini aramaktan yorulmayan, iyi niyetli ve sabırlı olmak şartıyla doğruların söylenmesinden bıkmayan vatanseverlerin emperyal ruhun oyunları karşısında güçbirliği yapması zekânın gereğidir… Geç kalanlar, geç anlayıp geç hareket edenlerdir. AMAN geç kalmayalım…
SADIK KEMAL TURAL
 Kasım 2016


       “ Ecnebi Entrikaları


Ahmet Emin YALMAN
(1888 – 1972)

       “İstibdat yılları içinde yarını düşünen Türk vatanseverleri hep şu tatlı düşüncenin üzerinde duruyorlardı: "Günün birinde hürriyete kavuşacağız. Bu sihirli ilaç her derde deva olacak. Bütün fenalıklar ortadan kalkacak, bütün bozuk işler bir hamlede düzelecek, ortalık cennete dönecek, Kırım Harbi'nde bize el uzatan, bizim kuvvetli ve zinde olmamızı, ileri gitmemizi isteyen İngiltere, istibdat ortadan kalkar kalkmaz, bizi tekrar bağrına basacak, Rus emperyalizmine karşı bize siper olacak.” Ne yazık ki Meşrutiyet'in ilanından sonra bu güzel rüyaların hiçbiri gerçekleşmedi. Bir kaç neşeli bayram günü geçirmekle, 33 yıllık istibdadın dehşetinden sonra kısa bir zaman içimizi bol bol dökebilmekle kaldık. Sonra karşımızda yığınlar halinde anarşi, huzursuzluk, fitne, entrika bulduk. Kaderimizi sevk ve idare imkânları elimizden kaçtı. Meçhul karanlığa doğru sürüklendik.

Buna karşı durmak elimizde miydi? Her şeyi olduğu gibi görmek, ifratlardan kaçmak, müspet ölçülerle yürümek şartıyla belki de tarihimiz ve dünya tarihi bambaşka cereyanlar alabilirdi. Ne yazık ki bizde o zaman bu bilgi, bu tecrübe, bu itidal ve basiret imkânları yoktu. Gerçek şudur ki her tarafa melanet ağları gerilmişti. Her taşın altında çıyanlar, yılanlar yatıyordu. Mirasımızı paylaşmak için gizli anlaşmalar yapan büyük devletler, yolumuzu kesmek, bizi birbirimize katmak, bünyemizi zayıf düşürmek, ortalığı bulandırmak için her kahpece vasıtaya başvuruyorlardı.[1]

İngiltere'de Muhafazakâr Parti iktidarda değildi. İngiliz dünya siyasetindeki; kuvvetli, canlı bir Türkiye'yi destek haline koymak, Moskof emperyalizmini karşı durulacak bir tehlike saymak tarzındaki düşünce rağbetten düşmüş; Almanya'nın artan kudreti, İngilizleri, Fransızları dehşete uğratmış; Ruslarla anlaşma yolu tutulmuştu. Kaiser İkinci Wilhelm, gururu yüzünden İngiltere'ye güven verecek, bu gidişi önleyecek bir yol tutmayı akıl edememişti. Biz ise gaflet içinde bulunuyorduk. Karşımızdakilerde iyi niyet bulunduğu, bize "Hasta Adam" sıfatını verdiren halleri ortadan kaldırırsak ve sağlam bir Türkiye yaratırsak, Batı devletlerinin Kırım Harbi zamanında olduğu gibi sevineceklerini sanıyorduk. 9 Haziran 1908 tarihinde İngiltere Kralı ile Rusya Çarı arasında Reval'da (Tallin) cereyan eden mülakat, idam hükmümüzün kesin şekilde verilmesi ve varlığımızı paylaşma kararlarının yürürlüğe konması demekti.

Türk vatanseverleri bunun manasını pekiyi kavradılar ve kurtuluş çaresini Yıldız'a karşı derhal ayaklanmada aradılar. Kolağası Resneli Niyazi Bey'in bölüğü ile dağa kalkması, Reval mülakatının uyandırdığı endişelerle doğrudan doğruya ilgilidir. Bunu takip eden planlı ve cüretli hareketler de Firzovik'de Arnavutların yaptığı Besa'da, Rumeli'nin her köşesinden saat ve dakika farkıyla Yıldız'a isyan telgrafları yağmasında, bir memleketi kurtarmak davasında Genç Türk vatanperverleriyle silahlı kuvvetlerin ve halkın birleşmesinde Reval mülakatının yaptığı kırbaçlamanın büyük tesirleri olmuştur.

Niyazi Bey'in yazdığı hatıralarda 1908 İhtilali'nin en tatlı havasını teneffüs etmek mümkündür. Değerli vatansever, bu hatıraları neler yaptığını anlatmak ve öğünmek için değil, ancak vazifesini yerine getirdiğini, kendi adı etrafında koparılan gürültülerin yersiz ve manasız olduğunu belirtmek için yazmıştır. En son geçirdiği parlak imtihan da, Balkan Harbi'nden sonra Anavatan'a dönmemesi ve Arnavut milli hareketine katılması için kendisine silah tehdidi altında yapılan teklifi nefretle reddetmesidir. Anavatan'a kavuşmak için Avlonya'da vapur bekleyen büyük vatansever kahpe bir kurşunla şehit edilmiştir. Niyazi Bey'in, Hürriyet-i Ebediyye tepesindeki yeri boştur. Naaşının oraya nakli için her imkâna başvurulmalıdır.

Umumi olarak 1908 İhtilal günlerinde Rumeli'de olaylar sahnesinin arz ettiği manzara, dış âlem için göz kamaştırıcı idi. Padişahın ihtilalcilerin üzerine göndermek istediği Şemsi Paşa'nın Manastır'da Atıf Bey tarafından yok edilmesi; nasihatçi olarak yollanan Müşir Tatar Osman Paşa'nın Niyazi Bey tarafından dağda misafir edilmesi, Selanik'te Yıldız'ın emellerini temsil eden Merkez Kumandanı Nazım Bey'in vurulması, Makedonya'nın her kısım kavgacı unsurlarıyla ve Ermenilerle uzlaşmalar yapılması, işbirliği yoluna gidilmesi; Niyazi Bey'in ihtilal safhasında ancak olgun bir devlet adamından beklenecek itidalli, basiretli, uzak görüşlü tedbirler alması, Genç Türk İhtilali'ne çok sevimli, yaratıcı bir hava veriyordu. Dünyanın her tarafından Rumeli'ye gazeteciler ve yazarlar üşüşmüştü. Hepsinin intibaları müspetti. İçlerinden Abbott adında bir İngiliz, yazdığı kitapta, Genç Türk İhtilali'nden 'Gülsuyu ile yıkanmış bir ihtilal' diye bahsetmiştir.

sa bir duraklama

Bu manzara karşısında büyük emperyalist devletler oyunbozanlık etmemek, duraklamak, hatta sahte bir dostluk maskesi takınmak ve ihtilale sempati göstermek ihtiyacını duymuşlardı. Rusya, 7 Ağustos 1908 tarihli muhtırasıyla Türkiye'nin kendi kaderini ileri hedeflerle sevk ve idareye başlaması üzerine her türlü ıslahat isteklerinden vazgeçtiğini ilan etmiş ve güveni bozacak hareketlerden uzak durulmasını İstanbul Rus Sefareti'ndeki adamlarına bildirmişti. İngiltere Hariciye Nazırı Sir Edward Grey de Genç Türkiye'ye zorluk çıkaracak yolda hiç bir şey yapılmamasını ilgililere tavsiye etmiş ve İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne de Hükümeti mesul ellere bırakmaları yolunda nasihatler etmiştir. Diğer devletler de aynı yolu tutmuş, yeni bir varlık safhasına girmiş görünen Türkiye'nin yüzüne gülmüşlerdir. Sonradan belli olduğuna göre bu duraklama, bizi paylaşma emellerinden vazgeçmek değil, hadiselerin nasıl gelişeceğini görmek üzere bir müddet beklemek ve lehimizdeki cereyanlara göz göre karşı gelmemek manası taşıyordu.

Sir John Lowther Türk umumi efkârının gözü İngiltere'ye dikilmişti. İngiltere'de iktidarda bulunan Liberal Parti'nin, Türkiye'ye düşmanlığı ve Rusya ile işbirliğini ana prensip haline koyduğunun ve Gladstone'un açtığı garezli yolda yürüdüğünün kimse farkında değildi. Bizde bir istibdat idaresi bulunmasının İngiltere'yi Türklerden ayırdığı, bu engel ortadan kalktığına göre İngilizlerin Mithat Paşa zamanındaki işbirliğine seve seve geri dönecekleri, dost bir İngiliz siyasetine sanmak suretiyle her türlü tehlikelerin önleneceği ve süratle terakki imkânı bulunacağı sanılıyordu. İşte bu iman dolayısıyladır ki tam hürriyetin ilanı günlerinde İstanbul'a gelen yeni İngiliz Sefiri Sir John Lowther'in arabasının atları Karaköy'de halk tarafından sökülmüş, araba ta Beyoğlu'ndaki İngiliz sefaret binasına kadar halk tarafından yokuş yukarı itilmiş, çok coşkun dostluk gösterileri yapılmıştır. İngiltere'nin bunları soğuk karşılaması, aksine olarak bize karşı düşmanca hareketlerin birbirinin arkasından gelmesi Türk umumi efkârını çok şaşırtmış, acı hayal çöküntülerine yol açmıştır. İngiliz dostu diye eskiden beri tanınan Kıbrıslı Kamil Paşa, iş başında bulundukça İngilizlerin bizi destekleyecekleri hakkındaki ümit ve hayaller de boşa çıkmıştır.[2]

İfratların Neticeleri

Şunu itiraf etmek lazımdır ki, Meşrutiyet'in ilanından sonra dünyanın halini göremedik. Bize karşı uyanan sevgi ve ümitleri derinleştirecek, ecnebi entrika ve oyunlarını köklü bir surette önleyecek bir yol tutamadık. Tamamıyla tersine olarak, her meselede ifrat yolunu kolay yol, çıkar yol sandık. Düşman devletlerin entrikalarını yeniden yürütmek için muhtaç oldukları gergin ve bulanık havayı kendi elimizle hazırladık.

Meşrutiyet'in ilanı sırasında Osmanlı İmparatorluğu'ndan kopmuş ve çok gevşemiş üç saha vardı. Bunlardan biri, bazı şartlarla Avusturya -Macaristan idaresine terlettiğimiz Bosna ve Hersek'di. İkincisi, bir taraftan Bulgaristan, diğer taraftan bunun Doğu Rumeli adını taşıyan eyaleti hakkında ancak lafta devam ettirdiğimiz hükümranlık hakkıydı. Üçüncüsü, fiili surette Yunan idaresi altına geçen Girit'di. Bunları kurtarmaya ve taze bağlarla memlekete bağlamaya imkân olmadığını görmek lazımdı.

Akıllıca hareket, memleketin varlığını ve selametini koruyacak basiretli siyaset; pürüzleri halletmek için bizzat teşebbüsü ele almak; Balkanlar'da dostluklar kurmak, fedakârlığımıza ve iyi niyetimize karşılık azami derecede menfaatler sağlamaktı. Hâlbuki gayr-i mesul bir kuvvet olarak memleketin mukadderatını elinde tutan İttihad ve Terakki Cemiyeti, ifrat yolunu tutmayı cazip ve tabii gördü.

Memleket, bu hatanın bedelini Balkanlar'da muvazenenin kökünden bozulması, harplerin birbirini kovalaması şeklinde ağır surette ödedi. O ifrat günlerini dehşetle hatırlıyorum. Tecrübemin azlığına, dünya görüşümün darlığına rağmen bendeki intiba, gemimizin dümenini idare etmek imkânını elden kaçırdığınız ve çılgınca bir süratle meçhule doğru sürüklendiğimiz yolundaydı.

Fese Boykot

Bosna ve Hersek gailesi, orası normal bir vilayetimiz imiş gibi, seçimler yapmaya teşebbüs edilmesiyle başladı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu buna razı olacak yerde, yıllık haraç vermekten ve hükümranlık hakkımızı nazari surette kabul etmekten ibaret olan bağı açıktan açığa kopardı. Bosna ve Hersek'i kendi memleketine ilhak etti. Bunun üzerine memleketin her tarafında kıyametler koptu, mitingler yapıldı, Avusturya mallarına karşı boykot ilan edildi. Burada derhal bir zorluk kendini gösterdi. Başımızda taşıdığımız, milli alamet saydığımız fes, Avusturya'da yapılıyor, oradan geliyordu. Bu fes her günkü varlığımızın bir parçasıydı; rengini, şeklini kendimize yakıştırıyor, memleketin her tarafında adım başına rastgelinen kalıpçı dükkânlarına sık sık başvuruyor, fesi kalıba vurduruyorduk. Fesi bırakınca şapkaya başvurmak kimsenin hatırına gelmedi. O zamanki taassup buna şiddetle mani' idi. Kimi başına birer külah geçirdi, kimi fesinin halk tarafından yırtılmasını önlemek maksadıyla açık baş gezdi.2 Fakat Bosna-Hersek meselesi, Avusturya'dan bir miktar para tazminatı almak suretiyle halledilince fese tekrar dönüldü.[3]

Bulgar meselesi, Bulgaristan'ın 'Kapu Kâhyası' adı altında İstanbul'da bulundurduğu sefiri Kesof Efendi'njn bir resmî davete çağırılmaması bahanesiyle başladı. Bulgaristan, sefirini geri aldı, istiklalini ilan etmekle beraber, güya ayrı bir idareye tabi olan Doğu Rumeli eyaletini anayurdunun normal bir parçası saydığını da bize bildirdi. Bu mesele dolayısıyla da mitingler, protestolar, kıyam eder. Devletler araya girdiler. Bir miktar tazminata karşılık, Bulgar istiklalini, Doğu Rumeli eyaletinin yeni kaderini kabul ettik.[4]

Girit meselesi daha heyecanlı gösterilere yol açtı. 'Girit bizim canımız' parolası altında kıyametler koptu. Yunanistan'la münasebetlerimiz ise harp arifesini andıracak bir manzara aldı. Girit'le münasebetlerimizin Kandiye'de, büyük devletlerin bayraklarıyla beraber madeni bir Türk bayrağı bulunmasından ibaret olduğu, çok değerli bir vatandaş unsuru olan Türk Giritlilerin, ağır baskılar ve taller neticesinde çok zaman evvel yok edilmiş veya Anavatana sığınmış oldukları kimsenin hatırına gelmedi. Balkanlarda Pan-Slav tehlikesine Yunanlılarla beraber maruz olduğumuz, Girit meselesini konuşma konusu diye ele alarak bir ortak cephe kurmanın bize çok esaslı faydalar sağlayabileceği yolundaki gerçeklerin üzerinde hiç durulmadı.

Girit meselesindeki davranış, Balkan Harbi'nin kapısını açtı. Bu kapıyı kapamak yolunda ele geçen fırsatlardan faydalanmak yolu tutulmadı. Atina'da sefirlik eden Galip Kemali Bey'in ikaz ve feryatları boşa gitti. Venizelos'un Romanya'ya giderken, İstanbul'da Talat Paşa ile yaptığı görüşmede ortak menfaatler hesabına yaptığı tavsiye ve teklifler de netice vermedi. Talat Paşa'nın hakikati gördüğü tahmin edilebilir, fakat galeyan halindeki milli hislere karşı gelmeyi hiç şüphesiz göze alamamıştır. Anlaşma ve Balkan ittifakından çekilmek için Venizelos'un bizden istediği şey, Girit fiili durumuna karşı gelmemekten, Selanik'e bir serbest liman kurmaktan ve Şark Demiryolu'nu Selanik'ten Atina'ya uzatmaktan ibaretti.


Su alan gemi

Hasta adamı ölümden kurtarmak, Osmanlı İmparatorluğu’nu düzenli ve ileri bir memleket haline koymak davasını değerli bulan, benimseyen, buna dair makaleler, kitaplar yazan İngiliz, Fransız, Alman fikir adamları eksik değildi. Fakat büyük devletlerin siyasetindeki ortak hedef buna hiçbir imkân vermemek yolundaydı. Yalnız Almanya çekingen davranıyordu, hadiselerin gelişmesine seyirci kalıyordu.

23 Temmuz 1908 Meşrutiyeti'nin ilanı günlerinde ortalığa tatlı bir haz yayan Osmanlı vatandaşlığı ve unsurların birleşmesi idealleri daha ilk hamlede her taraftan torpillendi. Bir taraftan bütün iyi niyete ve vatanseverliğe rağmen gizli İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin netice olarak belirttiği ifratlı tutum, diğer taraftan unsurlardan her birinin daha ziyade hariçten gelen tahriklerle kendi hesaplarına hak ve varlık iddia etmeye başlamaları, koyu Türk milliyetçi ve dini taassup cereyanlarını tabii bir surette besledi. Hatta bunun için de Turancılık, ırkçılık, bütün Müslümanların birliği yolunda ifrat yolları da açıldı. Çok şükür ki, ilmi ölçülerini gittikçe geliştiren Ziya Gökalp gibi fikir liderleri, ifratları önlemenin ve muvazeneli bir milliyetçilik cereyanı yaratmanın yollarını bir müddet sonra açtılar ve Türk Ocağı'nın içinde yeni bir fikir adamları ortamı yaratılmasını mümkün kıldılar.[5]

Aynı cereyanlar birbirine bakarak ateşlenirken, gemimizin her taraftan su aldığı çok belliydi. Milli mukadderata ait davalarda 1860'dan beri öncü bir rol oynayan Türk basınının tehlikeyi görmesi ve göstermesi, beklenebilirdi. Gazetelerde, bilhassa takım takım dergilerde vakit vakit ikaz edici sesler yükselmiştir. Kalem mizah dergisi gibi, İstişare ve Resimli Kitap gibi, zamana göre ileri bir manzarası olan yayınlar da eksik olmamıştır. Fakat günlük gazetelerin çoğu, milli tehlikelerin üzerinde duracak yerde, birbirlerine saldırmakla vakit geçiriyorlardı. Bundan başka gazetelerden çoğu ecnebi parası alıyorlar ve bunun karşılığı olarak, memlekette fitne ve karışıklık çıkarıyor, emellerine bilerek, bilmeyerek alet oluyorlardı. O sırada bir ecnebi hükümetten, bir ecnebi banka ve şirketten para almak, bir gazetenin tıpkı satış gibi, ilan gibi, normal gelir kaynaklarından biri sayılıyordu. Bütün gazeteler ecnebi parası alır mıydı? Bu elbette ki iddia edilemez. İttihat ve Terakki'nin Şurayı Ümmet, Hakikat gibi adlar altında çıkardığı gazetelerin ecnebi parası aldıkları hatıra gelemez. Tanin için 'Ruslardan para alıyor, Rus baş tercümanı matbaadan çıkmıyor' tarzında söylenen sözleri ben bir iftira sayarım. Fakat her gün takım takım yazılarla ortalığı bulandıran ve normal ve meşru gelirlerle yaşamalarına 'ihtimal olmayan büyük bir kısım gazetelerin ecnebi parası aldıklarına şüphem yoktur.

Yeni Gazete

Ne yazık ki kendi mensup olduğum, sevdiğim, başarısı için kendi sahamda var kuvvetimle uğraştığım Yeni Gazete'de de ecnebi parası büyük bir rol oynuyordu. Takvimden bir yaprak sütununu yazan Mahmud Sadık, Hakkı Behiç, Nazım Poroy, Acem Hüseyin gibi arkadaşlarla beraber biz tamamıyla dürüst ve temiz bir gazeteciliğin arkasında idik. Ecnebi parasıyla ilgili yazarlarla hiçbir temasımız yoktu. Gazetedeki münasebet tarzı, Abdülhamid devrinde Sabah'ta gerçek yazarlarla padişah duasından başka bir şey yazmayan iki yazar arasında olduğu gibi idi. İngiliz sefaretinin ortalığı bulandırma hareketinde en esaslı rolü oynayan Baş tercüman Fitzmaurice, yardımcısı İrlandalı Ryna, Reuter Ajansı muhabiri Rendall, Times muhabiri Graves, sık sık Yeni Gazete'ye uğruyorlardı. Abdullah Zühtü ile ve siyasi muharrir Saffeti Ziya ile uzun konuşmalar yapıyorlardı. Bu arada Kamil Paşa'nın İngiliz siyasetine ateşli bir şekilde bağlı olan oğlu Amiral Said Paşa da buhranlı günlerde matbaaya geliyordu. Benim aldığım intiba gazetenin zamanına göre hem İngilizlerden, hem de Avusturyalılardan para aldığı yolundaydı.

Mecliste Tokatlar

Vazife başında olan Mebusan ve Ayan meclisleri nazari olarak memleketin birliğini temsil etmekle beraber, ayırıcı istidatların birçoğu Meclis'te geniş ölçüde ifade buluyordu. İttihatçılarla Prens Sabahattin taraftarları arasında parti çarpışmaları, unsurların türlü türlü kaynaşmaları ve takım takım hadiseler alıp yürüyordu. Bu arada Serez mebusu Derviş Bey'in, çok nüfuzlu Avlonya mebusu Arnavut İsmail Kemal Bey'e, Meclis'te bir tokat vurması ve Kıbrıslı Şevket Bey'in Hüseyin Cahid Bey'i tokatlamak suretiyle buna karşılık vermesi, bir uçurum havası yaratmıştı. Azlıklara mensup milletvekillerinin vatandaşlık tesanütünü nasıl anladıklarını ise İstanbul'un Rum milletvekili meşhur Boşa şu sözlerle belli etmişti:

"Evet, ben Osmanlıyım, fakat Osmanlı Bankası kadar Osmanlıyım."

Hasan Fehmi’nin katli Artan anarşi istidatları

Artan anarşi istidatları karşısında sinirlenen İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin söz sahipleri, ortalığı yıldırmak için bir takım şiddet hareketlerine başvurmak zaafını göstermişlerdir. Bunlardan birincisi Şemsi Paşa'nın akrabasından İsmail Mahir Paşa'nın Sultanahmet civarında suikasta uğraması olmuştur. Bu hadise umumi bir galeyan yaratmamıştır. Fakat 5 Nisan 1909'da Hukuk-ı Umumiyye gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi Bey Köprü üzerinde vurulunca ve katillerin hiçbir izi bulunmayınca, kıyamet kopmuştur. Hasan Fehmi Bey'in Mısır'daki Jön Türkler arasında meziyetleriyle tanınmış, sevilmiş bir adam olması ve havanın zaten çok gergin bulunması, ortalığı allak bullak etmiş; umumi efkâr İttihat ve Terakki'nin ve hükümetin aleyhine dönmüştür. Cenazede yüz bin kişi bulunmuş, gürültüler, gösteriler yapılmıştır. Sonradan İttihat ve Terakki'ye yakınlık gösteren Şair Celal Sahir, günün diğer aydınları gibi suikast karşısında heyecana gelmiştir. Yazdığı bir şiirde şu sözler vardır:

“Hak için haykıranlardan birisi öldü, kurşunla susturuldu sesi
Ey garip anne, ev zavallı Vatan, sen bu alçak çocuklarından utan.”

Hasan Fehmi'nin katlinin memlekete çok pahalıya mal olduğu ve 31 Mart (13 Nisan) karşı ihtilaline zemin hazırladığı muhakkaktır. Zaten o sırada hükümet büyük bir acz içinde bulunuyordu. Adana'da Ermeniler tarafından bir isyan hazırlandığı malum olmakla beraber, valinin bütün ikazlarına rağmen, oraya bir tabur asker bile göndermek mümkün olmamıştı.

Basındaki anarşiyi önlemek için hazırlanan ve hürriyet taraftarlığıyla tanınan Lütfi Fikri Bey tarafından gerekçesi yazılan Basın Kanunu, aşırı gazetelerin ve hatta Saray'ın: 'Hürriyet elden gidiyor' diye kıyametler koparmalarına yol açmıştı. Kıbrıslı Derviş Vahdeti bu aralık ortalıkta görünmüş, Volkan gazetesiyle ateş püskürmeye başlamış ve 23 Mart 1325 (5 Nisan 1909) de zehirli bir beyanname neşrederek İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'ni kurmuştu.

Tehlikenin çok büyük olduğu elle tutulur bir derecede aşikârdı. Yer altında çalışan bir takım kuvvetler ne yapmışlarsa yapmışlar, İttihat ve Terakki'nin gaflet ve ifratından faydalanmayı bilmişler, Meşrutiyet rejiminin mezarını kazmanın yolunu bulmuşlardı.”[6]

(A.E. YALMAN ,s. 91-108)







[1] 1876-1920 yılları arasında Osmanlı devletini yıkmak için kurulan ittifaklar, güç birliği anlaşmaları ile emperyal ruhun yönettiği yoğun istihbarat çalışmaları nedense gözden kaçırılıyor. S E V R Andlaşması denilince bazı kişi ve odaklar rahatsız olup öfke  kusuyorlar…

[2] Son günlerde fes’i din ve iman aracı zanneden şaşkınlara  Sayın SİNAN MEYDAN’ın uyarısı okunmalıdır. 

[3] Yenipazar Sancağının Osmanlılara geri verilmesi ve Türk vakıflarının geliri için "54. 250. 000" Kron (yaklaşık 2.5 milyon lira) ödenmesi karşılığında Bosna-Hersek'in Avusturya'ya bırakılmasını öngören bir anlaşma imzalanmıştı (Şubat 1909). Şerafettin Turan,  Türk Devrim Tarihi, 1. Cilt, s. 27.

[4] Doğu Rumeli vilayetinin 100 milyon Mark karşılığında Bulgaristan'a bağlanması kabul edilmişti (Nisan 1909). Bir yıl sonra Maliye Bakanı Cavit Bey, Kuveyt’te baş gösteren bir ayaklanmada İngiltere'nin rol oynadığı anlaşıldığından, sorunun çözümü için görüşmeler yapmak üzere Londra’ya gönderildi. (1910) İngilizlerle yapılacak görüşmelerle çözüme bağlanması düşünülmüştü. Gerçekten de bir süre sonra Osmanlı yönetimi "3" milyon Sterling tutarında bir kredi karşılığında Kuveyt'in İngiliz koruması altına girmesini kabul etmişti.

Bu günlerde öncelikle İngilizleri sonra da  AB nin devleri  Türkiyeye “KIBRIS meselesini 2017 sonuna kadar çözün, yoksa..” demiş görünüyor.  Şerafettin Turan, a.g.e., s. 35. (İnsan merak ediyor acaba sıra Kıbrıs da mı? Ege denizindeki  bize ait  adalar da  mı???)  Ey kahraman ölü  Rauf DENKTAŞ BABA, Allah sana rahmet etsin…

[5] Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Hüküm Gecesi romanını okumayanlar İttihat Terakki’nin üst takımının Diyarbakır’lı Ziya Bey’e , büyük bilge Gökalp’a  hakkettiği  saygıyı göstermediklerini  bilemezler.

[6] DİN bezirganı, iman ölçüm merkezi gibi çalışan , emperyal ruha  bilerek veya bilmeden yardım ve yataklık yapan kişi ve odaklar, 250 yıldır ,toplumumuzu  ALLAH ile aldatmaktan yorulmadılar…Cehaletten beslenen bu kişi ve odaklar , millî bütünleşmeyi de, çağdaşlaşmayı da  kendileri için engel saymakta  ısrarlılar…


DİP NOT:
 MERAKLISINA:





Selam...

​ T.C. / M. Kemal Adal 





JOHN F. KENNEDY VE SADIK K. TURAL

KONUK YAZAR


M. ARİF DEMİRER


CEHALET BU ÜLKENİN GÜVENLİĞİNİ ENGELLEYEBİLİR”
ANAYURT Gazetesi                       Mehmet Arif Demirer                             29 Kasım 2016

John F. Kennedy’nin danışmanı Ted Sorensen, 783 sayfa uzunluğundaki Kennedy başlıklı kitabının sonunda, Başkan’ın 22 Kasım 1963 günü Dallas’ta yapmayı planladığı konuşmanın konusunu açıklamış: Ignorance can handicap this country’s security (“Cehalet bu ülkenin güvenliğini engelleyebilir”)

Son günlerde 1962 Küba Krizi hakkında çok sayıda kitap ve yazı okudum. Bu nedenle Sorensen’in kitabına da sık sık baktım. 1963 yılında dünyanın en gelişmiş, eğitim sistemi en ileri, olduğu var sayılan bir ülkenin Başkanının Dallas gibi bir şehirde yapacağı konuşmanın konusu olarak cehalet ile ülkenin güvenliği arasında bir ilişki kurmuş olması ilgimi çekti.

Olayın ilginç bir öyküsü var. 22 Kasım Cuma sabahı bir Dallas Gazetesinde (Dallas News) tam sayfa bir Kennedy karşıtı ilan varmış. İlanda Kennedy komünistlere fazla hoşgörülü olmakla suçlanıyormuş. İşte Kennedy bu nedenle yapacağı konuşmanın konusu olarak Cehalet ile Ulusal güvenliği ilişkilendiren başlığı seçmiş,

Ömrü yetmedi ve o konuşmayı yapamadı. “O gün acaba nasıl bağlayacaktı, Cehalet ile Güvenlik kavramlarını?” diye düşünürken arkadaşım, Prof. Dr. Sadık Tural’ın bu konudaki önemli yazısını anımsadım: “Tedavisi gereken en tehlikeli hastalık: Cehalet”  

“İnsanın bütün varlıklardan üstün olma konumu akıl sahipliğinin sonucudur.” tespiti ile başlıyor yazı. Cehaleti şöyle tanımlıyor, Sadık Hoca: “Cehalet kelimesinin ilk ve yaygın anlam karşılığı bilgisizlik. Cehalet kavramının en çirkin yanı ise, bilmemek değil, bilmediğini kabul etmemektir."  Buraya bir ekleme yapmak istiyorum, günümüz Türkiye’sinden: Kasıtlı yanlış bilgilendirme.

Cehalet ve dezenformasyon üst üste gelince eski KGB’li Sovyetler Birliği’nden beter bir durum çıkıyor ortaya. İşte 2016 yılının sonunda 80 milyonluk Türkiye’nin durumu.   

Prof. Tural, cehalet kavramını açıklamaya şöyle devam etmiş:

Cehalet; öfke, kin ve nifakı çoğaltarak basireti ve merhameti işletilemez kılar… Cehaletin yeni bir görünümü ise, diplomalı türüdür. Cehalet, eğitim ve öğretim görmüşlük değil, bilgi edinirken, doğru olmayan bazı bilgileri iman ölçüsünde benimseyip, bu benimsemelerine karşı çıkanlara, öfke ve kin duymaktır. Bu tür cahillerin; ilköğretim, lise veya bir alanda alınmış lisans diploması da bulunabilir; zihinleri ise derinliksiz ve kirli bilgilerle doludur…
“Cehaletin anlaşılmaz ve işlemez kıldığı asayiş ve emniyet; cehaletin gölgelendirdiği, hattâ kararttığı hak ve adalet; cehaletin sömürüye, sömürünün de, semiriye imkân verdiği için, yıkılmasını hızlandırdığı devlet…”

Sanırım ABD Başkanı Kennedy, 22 Kasım 1963 Cuma günü Dallas’ta benzer şeyler söyleyecekti, ya da bu satırları görse altına imzasını atardı.

Sadık Hoca ise yazısını; birkaç hafta sonra, 2016 yılının son günlerinde, çıkacak yeni kitabımın kahramanına, bu ülkenin kurucusu ATATÜRK’e, bağlayarak bitirmiş:

Mustafa Kemal ATATÜRK, böyle bir toplum yapısında, bir zihniyet dönüşümü için gerekenleri yaparak, cehaleti yok etmeye çalıştı. O’nun düşmanlarının neredeyse hepsi, dün de,  bugün de cehalete yaslanan ve onu besleyen inanç sömürgenleridir…

Yeni kitabımda Gazi Mustafa Kemal’in başlayıp da sonlandıramadığı Türk İslam Din Devrimini anlatmaya çalışıyorum. O’nun 30’lu yılların başlarında bir aşamaya getirdiği hem de, devrin büyük İslam bilgini tarafından hazırlanan Türkçe meal ve Türkçe Kuran gayretlerinin nihai hedefi; Osmanlı’nın son ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında ülkemizde yaygın olan inanç ve ibadet alanındaki cehaleti yenmek ve yok etmek suretiyle Türk Milletini bir daha kurtarmaktı.  Kitabımda, Mustafa Kemal’in din konusundaki cehaletle mücadelesine karşı çıkanları da, belgelerle anlattımSaid Nursi, Necip Fazıl ve Fethullah Gülen.

EK Bilgi. Yeni kitabımın adı: ATATÜRK – Din ve Said Nursi – Fethullah Gülen
Kitabın 52 sayfalık bir Özel Necip Fazıl dosyası var. Bu dosyadan bir satır:

“Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik...”

http://www.anayurtgazetesi.com/yazar/Cehalet-bu-ulkenin-guvenligini-engelleyebilir/28936


Selam...

​ T.C. / M. Kemal Adal 

18 Kasım 2016 Cuma

“BANA KULAK VER, DUY !” DİYORUM, KULAK ASMIYORSUN SEVDİĞİM*



Sadık Kemal TURAL
2-13 Aralık 2015

Eeeeey! Şehitlerden, gazilerden, temiz emeklerden miras kalan, kırk ceddimin yattığı kutsal topraklarda, saygı, sevgi ve şefkatle bağımlı olduğum insanlar…

Eeeey! Kırgınlıklara yenilmeden, uğradığı hukuksuzluklar yüzünden inkâr ve isyana da, dostların güçsüzlük veya korkaklıktan doğan sessizliğinin yol açtığı şaşkınlığa da teslim olmadan, bencileyin, vatanı sevmenin; davranışlarını, sevgiyle mayalayıp ekmeğe aşa dönüştürmenin çabası ve heyecanı ile yaşayanlar…

Eey, niyeti, annesinin sütü kadar ak, babasının teri kadar helal olan vatan karındaşlarım… Eey! Ata ruhlarının çağrılarını duyabildikçe, gerili yaydaki ok gibi, bütün bağlantılardan kopup, hedefi enerjisiyle vurmaya hazır kardeşlerim…

Ey! Tarihleşerek akıp giden zamanın ve şartların oluşturup geliştirdiği millî benliğine ve kimliğine sahip çıkmayı -–çoğunlukla-- unutan yoldaşım… İstemese de peşine düştüğüm gönüldaşım, bir parçası olduğuna inandığım diğer parçam:

VALLÂHİ seni seviyorum…

Seni, ağıtların, şarkıların, türkülerin, oyun havalarının ezgi ve sözlerinde sevdim… Ben, seni anlatmayı başarabilmişlerden, Han Duvarları’nın, Bingöl Çobanları’nın, Bu Vatan Kimin’in, Hancı’nın, Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nın mısralarında; İsmail Habib’in Yurttan Yazılar’ıyla sevdim… Seni ben, Müftüoğlu Ahmet Hikmet’in Üzümcü adlı, bilinçli aydınlara tercüman olan ve kelimelerle çizilmiş, dev tabloya modellik yaptığın için sevdim…

     Hırsları ve aç gözlülükleri tescilli, operasyonlu hırsızlıkları örtülmüş insanları bağışlayan saflığına; riyalarla, şarlatanlıklarla aklını, imanını aldatanlara gösterdiğin hamakat saydığım hoşgörüne rağmen, seni sevmeyi sürdürdüm.

    Dolar milyoneri sözde sosyalistin, her yıl arabasını, beş yılda bir evini yenileyen sözde sosyal demokratın, senin devletini, milletini ve vatanını parçalamaya kararlılarla oynaşan, destek veren TV mürşitlerinin, köşe yazarlarının, seni kandırmanın zevkiyle kendinden geçtiklerini gördüğüm anlarda, sana çok kızdımsa da, sevmekten vazgeçmedim.

     Otuz katlı otelin bilmem kaçıncı katındaki süit daireden Kâbe’ye bakıp umre yapan ve / veya hacı olanların, seni küçümsediğini gördüğüm zaman, sana öfke duydum; ama sevmekten vazgeçemedim… Millet / devlet parasını soymanın adını taahhüt koyup—üstüne üstlük-- sana küfür edenler; ’Türk yoktur’ diyebilen soyu bozuklar karşısında, medenî ve hukukî hakkını kullanmadığın zaman, sana çok kızdım; sevgimin acısıyla ve kızgınlıkla, “Allah sana, Cumhuriyet savcısına gidecek güç ve idrak versin”  dedimse de,  seni uykularımda bile, sevmeye devam ettim.

     Din, iman, ibadet adına sömürüldüğün, cehennem adına korkutulduğun zaman, cehâletine kızdım, sendeki korkunun kimleri dünyalıklı yaptığını kavrayamayışına veya göz yumuşuna darıldımsa da, aşkım eksilmedi.

      Maddî veya idarî gücüne dayanıp sana eziyet, hattâ zulüm edenlere duyduğun çaresiz öfkeni, bir küfür veya bedduada eritip rızâ göstermen beni üzdü, yine de sevdim.

      Seni hırsları ile gülünç duruma düşürdüklerinde de, şarlatanlıklarıyla aptal yerine koyduklarında da, Ferhat’çasına sevmeyi sürdürdüm.  Aynı insanla iki kere, bir de başkasıyla üçüncü kez evlendiğinde, şaşkınlık da, sersemlik de denebilecek bu yanlışını görmek/bilmek, benim dengemi sarstı, az daha, ağır bir bunalıma gireyazdım; abeslerine rağmen, seni Mecnuncasına sevmekten usanmadım.

     Emperyalizm, senin atalar bilgisinden ve düşüncesinden uzaklaşıp, ifrat ve tefritle boğuşmanı planlamıştı, ısrarla uyguladı: Kızın veya oğlun senden farklı, torunun ise, çok farklı olduklarını sana yaşattıkları zaman, onların köksüzlüklerine tahammülünü ve sabrını sevdim. ‘Yoksulluk tanımasınlar!’ diyerek, yemeyip içmeyip çocuklarına, torunlarına yedirdin, giydirdin. Onların, bencilliklerle, biyolojik ve psikolojik hastalıklarla iç içe yaşadıklarını görüp, bir açıklama bulamadığın durumlardaki şefkat, muhabbet, sâfiyet ve samimiyetini sevdim.

     Sen de biliyorsun: Bendeki sevginin mayası, ruh sadakati ve samimiyettir. Kutsal bildiklerin aşkına beni şu üç silahtan biriyle katletme: Ruh sadakatsizliği, samimiyetsizlik ve nankörlük… Şefkat, merhamet ve ruh sadakatimin mayası, yaşama arzumun taşıyıcı hücresi olan sevgimi, bu silahlardan biriyle öldürme ne olur! Seni kıskanmama, korumama ve sevmeme karşı çıkma, ne olur!

      Seni, çaresiz; yoksul; seni, arkasız, mazlum ve makhur; seni, hukuksuzluğa razı olmaya mahkûm anlarında gördüğümde ise, kendimi şöyle deyip avuttum:

     İki kanadı kırık bir kartal uçamaz, avlanamaz… Avcının, tuzağına düşen aslanın --erkek veya dişi— pençeleri kızgın demirle dağlanmışsa, kafeslenmişse, sevgilisine de, sevdiği yerlere de, özgürlüğe de, sadece rüyalarında ulaşacak, lâkin bedeni, kibirli bir zâlimin emrinde olacak… Çaresizlikten ve aczinden mutlaka kurtulacağına olan inanç ve umudunu koruması şartıyla, en büyük hekim olan zamanın geçmesi ve bedenen ruhen iyileşmesi için, sabredecek; zaman, şimdiki çaresize dostluk elini uzattığında da, özgüven duygusuyla, eli yakalayacak... Sonrasını bekleyip görelim: Yaralı kartalı ve zincirli aslanı küçümseyenler, kibirliler, gafiller, hâinler, bakalım yarın ne yapacaklar?

    Bilirim ki, seni çok üzen, vatan konusundaki duyarsızlık; vatanı paylaştıklarının vatansever olmayışı… Senin ataların, vatanı ana bellemiş, uğrunda ölmeyi cennet / uçmak saymış insanlar idi. Onlar, tarihin ve toprağın ruhuyla bütünleştiler. Vatan, ataların kutsal emaneti: Parçalatılmayacak. Sen vatanseverliğin gereğini yapmayanlara, gafillere olan kızgınlığını, boğazında düğümlenenleri bir gün söze taşıyıp şöyle haykırmak niyetindesin: Vatan ve millet için üretilen çözümler, çâreler, benim aklıma ve gönlüme göre değil

      Şu hikmeti bilirsin: Bölünmediğimiz, ayrışmadığımız, fitne ve nifakı önleyebildiğimiz sürece, sevmek bir nimet, huzur bir ödül, bütünlük bir hayırlı netice olacaktır… Allah’ın elçisinin “birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız.” hükmündeki hikmetin ilhamı ile tekrar edeyim ki, ben, seni seviyorum, seveceğim… Dinimizden olmayan bir yüce bilgenin, Halil Cibran’ın, elli yıla yakın bir zamandır ezberimdeki şu sözünü çığlığımın parçalarından sayar mısın?

    “Bana kulak verirsen, sözlerde eriyen sesimi duyabilirsin; söyleyebildiklerimin içinden, söyleyemediklerimi de duymayı becereceksen, bana kulak ver…

        Beni şefkatsiz, merhametsiz, adaletsiz, samimiyetsiz ve akılsız bırakmadığı için, Allah’ımıza hamdediyor, şükrediyorum… Bencilliğin ve tatminsizliğin egemen olduğu dünyamızda, Allah’ım bana ve sana, kalb-i selîm, akl-ı selîm ve hiss-i selîm versin; imanı kirlilerden,  ayrışmacı münafıklardan, hâinlerden emin eylesin…

         Hırs, haset ve kibir sahiplerinin saldırılarını da, sabrıyla ve özgüveniyle etkisizleştirdiği yalnızlığı da, ‘onun bir zaafını yakalamışlar’ diyebildiğim Brutüslükleri de tadagelmiş bir insan olarak fısıldayayım: Senin liyâkatini bir kenara bıraktırıp benim duygu, düşünce ve hayalimi, senin sevginle bezediği için de, ALLAH’a hamdedip şükrediyorum…

          Seni, bencileyin seven milyonlarca kişi umutla çığlık atıyor… Duyuyor musun?   





* Bu metin, değerli romancı D. Kuveloğlu’nun ilettiği Joseph Stiglitz adlı bilge bilginin Ben Kapitalizm başlıklı yazının etkilerinin sonucudur (2-13 Aralık 2015).

Sadık Kemal TURAL 




Dip not (MKA):

Hamakat: Ahmaklık; Zekası az gelişmiş olma durumu, budalalık, anlayışsızlık, akılsızlık.
Mahkur: Muhakkar; Hakir görülen. Hakarete uğramış.