Sadık
K. T U R A L
20
Ağustos 2016
İnsan, kendisinin dışındaki -ilişki kurduğu
ve / veya kurabilme imkânı bulunan- her varlığa şefkat, merhamet, sevgi, güven ve samimiyet
gösteren ve gösterilmesini bekleyen bir canlıdır. İnsandaki bu beş temel
özelliğe bağışlama ve akıl adlı özellikleri de eklenmelidir.
Şefkat,
merhamet, sevgi, güvenç, bağışlama ve samimiyet denilen kavramlar, öncelikle birer
duygu adıdır. Duygu ise, olumlu veya olumsuz sonuçlara yol açabilen
biyo-psikolojik yönelişler ve sarsılışlardır. Şefkat merhamet, sevgi, güven, bağışlama ve samimiyet,
insandaki binlerce duygunun önde gelenleridir. Bu duyguların yokluğu
veya azlığı da, aşırılığı da, hem bunların sahibi, hem de yöneltilen varlıklar
için, olumsuzluklar zincirine yol açacaktır. İlahî yaratmanın sırlarından biri,
bu noktada ortaya çıkıyor: İnsanı her türden sapma ve sapıtmalardan, aşırılık ve
yoksunluklardan koruyan, denge / itidal
ölçüsüne çağıran a k ı l sahipliği… Akıl, duyguların
ve davranışların ölçüsünü ve yönünü; farklı durumların ayrıntılarını ve yeni
durumlar karşısında uyumlanmayı belirleyen, yol gösteren bir işlevdir.
İnsan,
öncelikle kendi içses / benlik
yönelişlerinden doğan duygu ayarsızlıklarının sıkıntılarını yaşar. Diğer
yandan, onu doğru yola eriştireceğini
iddia eden, birlikte hareket etmeyi tek yol olarak sunan kişi ve grupların etkileriyle
karşı karşıya kalır. Bu kişi ve grupların etkisi, güç birliği ve örgütlenmek de
olabilir. Bu etkilerden en yaygını ve akıl çalıştırmazlık isteyeni, inançlara ilişkin olanlardır. İnsanın,
bir kişi veya gruptan aşırı etkilenmesi, kendi aklını işletebilmesini, yetenek
ve farklılıklarını gösterebilmesini engelleyecektir.
İnsanoğlu,
ailesi dışında kalan sosyal gruplar tarafından kabullenilmek, değerinin bilindiğini
düşünmek, grup enerjisinin parçası olmak isteği ile farklı birlikteliklerin ve
örgütlenmelerin üyesi oluyor. Duygularına bağlı tercih ve eylemleri yüzünden,
insanların bir insana, bir gruba (yol, parti, dernek, tarikat, cemaat, cemiyet,
ideoloji vb.) bağlanması, reddedilecek bir durum
değildir. Özellikle, toplum içinde kendisi için yer ve yar arayan insanlar,
arkasız, çaresiz kimsesiz oldukları duygusunu gidermek üzere, bir kişiye veya
gruba iradesini teslim edebilmektedir. Karşılığında bazı küçük mutluluklar
edinmek için -bazen
kendi gücüyle hazırlanmak yerine, gireceği sınavın sorularını alarak kazanmak
türünden ahlaksızlık ve adaletsizlikler için- bir süre veya devamlı
olarak, bir
grubun üyeliğine teslim olmayı benimseyerek aklını
yeterince işletmekten vazgeçenler çoktur. En iğrenci de, bu türden
ahlaksızlıkları mübah sayan ‘grup mantığı’dır. Militanlaşmış tezleri / iddiaları
ile ortaya çıkan—genellikle inanç adına- bir sosyal grup, örtülü bir öfke ile
taşıdığından, karşıt / düşman saydığı gruplarla arasındaki mutlak ayrışmalar ve
düşmanlaşmalar kaçınılmaz olur.
Akıl,
özgürlüklerin de, benzeşerek bütünleşmelerin de, adalet içinde bir aradalıkların
da, düzenleyicisidir. Akıl, şefkat, merhamet, sevgi, güven, bağışlama,
samimiyet ve inanma türünden duygulara ölçü
ve ayar verebilen bir
biçimlendiricidir. İnsan, şüphe ile vesveselerini, vehimlerini, korkularını ve
aldanmalarını, aklının gücüyle etkisizleştirebilir.
***
İnsanlık
tarihi, ALLAH ve vatan
kavramları dışında mutlak birleştirici,
bütünleştirici bir d e ğ e r bulunmadığını gösteriyor.
ALLAH,
resuller aracılığıyla ilettiği vahiy / mesajlarında kendisinin gücünü ve konumunu
belirtiyor, kendisine iman edilip kulluk edilmesini emrediyor. Allah, kendisine
niçin ve nasıl inanılacağı konusu başta olmak üzere, birçok konuda, insanın
aklını işletmesi için sert vurgular ve sert uyarılar yapıyor. ALLAH, olumsuz ve / veya aşırı duyguların dengesini
bozarak yaratılış sebebine ve programına aykırı duruma düşebilenleri uyarıyor. Allah kendi adını kullanarak insanları
aldatanların ayrışmacı öfkelerine de, işaret ediyor, aklını kullanmayanları da,
inanç baronlarını da, onlara kulluk edenleri de azarlıyor.
Bizi
aşan hükümlere girmeden şu cümleleri paylaşalım: Hemen herkes bilir ve Hz. Peygamber’in
hadisiyle sabittir ki, İslam’da ruhban sınıf da, ruhbanlık
da yoktur.
“Ruhbâniyet, k o r k m a k
ve titreyip ürpermek anlamındaki rehb, ruhb ve rehbet köklerinden gelir. Aynı
kökten gelen râhib (çoğ.: ruhbân ve ruhbaniyyûn) Allah’tan korkan kişi
demektir. Râhiplik yolunu seçmeye terehhüp denmektedir. Rahiplik kurumunda
omurgayı k o r k u oluşturmaktadır. Korkmak veya korkutmak, ama, mutlaka
korku. Tarih, bütün ruhban çetelerinin, daha genel bir ifadeyle, bütün din
sınıfı erkânının, insanlığın önüne koydukları ne varsa, hepsinde korkunun esas
olduğunu göstermektedir(..)
Ruhbanlık
konusunun en tehlikeli yanı, ruhban sınıfın ilahlaştırılmasıdır. Tevbe suresinin
31. âyeti bu noktaya dikkat çekerken ruhban sınıfın, tıpkı haham sınıfı gibi,
bir tür yedek ilâha dönüştürüldüğünü ve bu durumun ehl-i kitap toplulukları
perişan ettiğini söylüyor.”[1]
Merhum
Yaşar Nuri Öztürk’ün işaret ettiği o, T ö v b e suresindeki âyetin meâli şöyle:
“Onlar, Allâh ‘ı bırakıp,
kuldan başka bir konumları olmayan bilginlerini, râhiblerini ve Meryem oğlu Mesih’i, helâller ve haramları belirleyen, itaat olunması zarurî otoriteler
kabul ederek i l a h haline getirdiler. Oysaki onlara, candan Müslüman olarak
bağlanacakları yalnız, benzersiz ve tek olan ALLAH’a kulluk ve ibadet etmeleri emrolunmuştu.
HAK olan ilah yalnızca O’dur. Allah, ilahlığında otoritesinde, mülkünde ve tasarruflarında,
m ü ş r i k lerin kendisine ortak koştuklarından
münezzehtir.”[2]
Ahmet
Tekin Hoca’dan yararlanalım: Hz. Peygamber sahâbesinden bazılarıyla bir arada
bulunduğu sırada, bu âyeti okumuş… Bu okumanın ardından, mutaassıp bir Hıristiyan
iken Müslüman olan Adiy bin Hâtim adlı sahâbi “Ya Resulallah! Biz o ruhbanlara
kulluk etmiyorduk ki!” deyince Hz. Peygamber, “Onlar,
size istediklerini helâl, istemediklerini haram kılıyorlardı. Siz de onlara uyuyor idiniz, öyle değil mi?”
diye sorunca, sahabe “evet” cevabını vermişti. Hz. Peygamber, hem geçmişteki hem
de gelecekteki inanç sömürüsü ve terörüne yol açan örgütlenmeler için ağır bir
uyarı olan âyetin anlamını unutmayalım diye, “İşte
âyette sözü edilen durum budur. Allah’ın haram kıldıklarını helal, helal
kıldıklarını haram kılarak insanları aldatıcı hükümler kurup uyulmasını
emretmek şirktir… ” buyurmuştu.[3]
Günümüzde
özellikle Türkiye’deki sonra da Müslüman toplumlardaki siyaset, idare ve hukuk
alanında etki ve yetki sahipleri ile bilginler, İslam tarihinin ilk yüzyılındaki kanlı hesaplaşmalar ile
ateşli militanlıkların doğurduğu
dinî-siyasî cinayetleri öğrenmelidir.
Son
yüzyılda oryantalizmin yönlendiriciliğindeki sömürgeciliğin yöntem ve
araçlarından en önde geleni, inanca bağlı
örgütlenmelere bilgi, para ve silah yardımı yapılmasıdır. Aldatmaların ve
ayrışmaların güçlenmesi emperyalizmin ara hedeflerindendir.
İnanca
bağlı sistemli aldatmalardan biri
olan dinler arası diyalog boyutunu
da, bu aldatmanın ateşli militanlarının TBMM dâhil çeşitli ortamlardaki konuşma
ve kitaplarının tahlil ve eleştirisini de, Diyanet
İşleri Başkanlığına ve sayıları kadar çığlığı olmasını beklediğimiz
İlahiyat Fakültelerinin gerçek bilginlerinin sorumluluğuna bırakalım.[4]
***
İstanbul
Türklük düşmanı emperyalist devletlerin işgali altında… Silah bırakışması adlı Mondros
metni (30 Ekim 1918) Sevr Anlaşması’nın önsözü gibi… Ordu dağıtılmış, Padişah
ve ömürsüz, yüreksiz hükümetler emperyalist devletlerin kuklası… Henüz otuz sekiz
yaşındaki Mustafa Kemal Paşa 1919’un ilk günlerinden itibaren ‘esarete hayır’
demek üzere her kapıyı çaldıktan sonra, göstermelik bir unvan ve görevle
Samsun’a, oradan da Aralık ayının son günlerinde Ankara’ya ulaşıyor.[5]
Bu
yoksul, perişan ve çaresiz halkın, ayrışmış ve ümidini yitirmiş topluluğun, üç
kavrama dayanılarak yeniden bütünleştirilmesi gerekiyordu: Vatanseverlik, bağımsızlık, millî vicdan…
Üzerlerindeki giysilerden ve başlarındaki örtülerden, konuştuğu lehçe ve ağızlara;
din, mezhep tarikat ve cemaat türünden ayrışmalardan, meslek ve maddî gelir
farklılıklarına kadar onlarca benzemezlik göstergesinin yok edilmesi, bütünleştirilmesi
çok zordu. Ümidini ve yaşama sevincini, milli özgüven duygusunu yitirmiş bu
toplumun, vatanseverlik, bağımsızlık ve milli vicdan kavramlarını esas alarak b
ü t ü n l e ş t i r i l m e s i için ilk adım atılmalıydı. O ilk adım milli ruhun
uyarılıp millî orduya dönüştürülmesi idi; Millî Mücadele’nin zaferle tamamlanması
kazanılması kolay olmadı.
1919
yılının Haziranı’nın 21’i 22’ye bağlayan gece, ALLAH’ın bahtını açtığı, Mustafa
Kemal Paşa, Amasya şehrinde bir metin hazırladı ve bu metni, telgraflarla, her şehrimizdeki
askerî ve mülkî yetkililere gönderdi. 22 Haziran günü bütün telgrafhanelerde
yankılanan Amasya Ta’mimi olarak bilinen, millî
derleniş çağrısı olan o metinde:
“Vatanın tamamiyeti,
milletin istiklâli tehlikededir. Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve
kararı kurtaracaktır. Sivas’ta millî bir kongrenin toplanması
kararlaştırılmıştır. Bunun için bütün vilayetlerin her livasından m i l l e t i
n itimadını kazanmış üç temsilcinin mümkün olan sür’atle yetişmek üzere yola çıkarılması
gerekmektedir.” ifadeleri yer alıyordu.
Bir
gün sonra Kemal Paşa’dan, Kâzım Karabekir Paşa’ya telgraf: “… İstanbul’da
millî istiklâlin zevkinden mahrum bazılarının İngiliz esaretine girmekte bir
mahzur görmedikleri anlaşılıyor. Bu sebeple Anadolu’dan çıkacak sesin etrafında
olan bizler için, bu millî vazifenin pek mukaddes olduğu kanaati bir kere daha doğrulanıyor.
Merkezî hükümet millî teşebbüslerimize karşı, her ne şekilde tecavüz elini
uzatırsa, uygun biçimde derhal karşı harekete geçilerek millî gayenin
gerçekleştirilmesi icabetmektedir.”[6]
Emperyalizm,
aramızdaki din ve azınlık baronları ile kirli zenginleri harekete geçirerek
Millî Mücadeleyi kırmaya çalıştı ise de, Nutuk’ta
görüldüğü üzere, Gazi Mustafa Kemal Paşa, millî
bütünlüğün oluşup zaferin kazanılması konusunda, çok sabır gösterdi.
Benzeşirliğe
istekli, cumhurlaşma ve ortak hedeflere yönelerek çağdaş bir toplum olma
yönündeki değişim ve dönüşümler, vizyonu olan bilinçli bir liderin ısrarlı
çalışmalarıyla mümkün olur. Vizyonlu bir lider olan Gazi Paşa’ya, Atatürk’e savaş
açanlar kimlerdi? İnanç, toprak, siyaset sömürgenlerinin yabancı devletlerin istihbaratı
ile nasıl işbirliği yaptığı, hangi isyan ve direnişleri gösterdiği, inanç sömürgenlerinin
ve toprak ağalarının her etkili yere, nasıl sızdıkları, bu yazıyı aşan konulardır.[7]
Kendisini
bir ümmetten sayan bir toplumun cumhurlaştırılması, gerçekten büyük bir
başarıdır. Bu gün açıkça görülüyor ki, etrafındakilerin neredeyse tamamının bu
millî oluşum ve gelişimi yeterince anlayamamış olmasına rağmen, ısrarlı
gayretlerin sahipliğini ve önderliğini yapan Atatürk’ün çektikleri, gerçekten
bir trajedidir. Bugün Müslüman toplumlar içinde Türkiye’nin her açıdan özel bir
yerinin bulunması, Atatürk’ün milletleştirici ve ortak paydayı güçlendirici
milli eğitime dayalı cumhurlaştırıcı milli birlik ve bütünleşme ülküsüyle
doğrudan bağlıdır. Laik hukuk, hem
benzeşmeyi ve bütünleşmeyi, hem aydınlanma ve çağdaşlığı esas alan örgün ve
yaygın eğitim kurumları ile
kentleşmeyi ve sanayileşmeyi, yerli üretimi
özendirici kuruluşlar yanında, caydırıcı
ve gerektiğinde kahredici millî ordu, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin, bölünmez vatanın, ayrışmaz milletin yapı taşlarıdır.[8]
Atatürk’ün
çektiği bu yapılandırma çilesini yeterince öğrenmeden yola çıkan siyasetçi de,
idareci de, adalet görevlisi de, komutan da yanılır, yanılacaktır. Ülkesinin
yer üstü servetleri ile yer altı zenginliklerini bilmeyen, bunlar kimin
iştahını kabartıyor sorularına cevap aramamış siyasetçi, idareci, eğitimci,
komutan ve hukukçu yanılır, yanılacaktır. Bugünkü Irak ve Suriye’de 130 yıldır
emperyalist oyun kurucuların hangi raporları hazırlatıp inanç sömürgenleri ve
toprak ağalarıyla nasıl işbirliği yaptığını bilmeyenler yanıltılacaklardır.
***
Vatan, bağımsızlık
ve emek kutsaldır. Bu üç kutsala sevgisi,
saygısı, duyarlılığı olmayanlar, bunların aşağılanmasına, sömürülmesine veya
yok olmasına razı olanlar, insan görünümlü yaratıklardır. İnsan görünümlü bu
yaratıkların düşmanla işbirliği yapması için yüzbir sebebi, ruhundaki aymazlık,
bedenindeki doymazlık için, bin bir gerekçesi vardır. Dindarlığı veya
milliyetçiliği, solculuğu veya sosyalistliği, özgürlükçülüğü veya
liberalistliği nefsine hizmet etmek ve edilmesini sağlamak için savunanlar
dışlanmalıdır. Hangi fikrin sahibi olursa olsun, vatanın, bağımsızlığın ve
emeğin kutsallığı
konusunda yoldaş olanlar güç birliği yapmalıdırlar. Bu gönül, dil ve güç birliği hareketini
bilinçli aydınlar hazırlar, yönlendirir, vazgeçilmez kılar.
Aydın,
tarihî köklerini gözeterek, ülkesinin parçalanmasını, mensubu olduğu toplumun
ayrışıp bölünmesini, devletinin bağımsızlığını kaybetmesini önleme adına, düşüncesini paylaşan, sorumluluk alabilen, bilgi ve bilinç
sahibi insandır. Aydın, tarihin, toprağın ve ataların ruhlarından gelen uyarılara
gönlü ve bilinci açık olan, bütünleşmeci akıllı insandır.
Aydın,
zaman, mekân, şartlar üçlüsüne bağlı imkânların kullanılmasında Türk
toplumundaki zihniyet değişmelerinin önündeki engelleri, bilinçli, bilgili ve
ısrarlı olarak kaldırmaya kararlı olan ahlâklı insan…
Aydın
(münevver, ziyâlı) kendi toplumunun insanına, derin bir sevgi, engin bir
müsamaha duyan; ayrılmazlık ve ayrışmazlık bilinciyle devletinin, milletinin ve
vatanının yaşanan ve gelecekteki sıkıntılarını çözmek üzere, araştıran, fikir üreten,
uygulamaya koyan, görev üstlenebilen insandır.
İman, bilgi ve kanaat dengesine ulaşarak Türk kimliği denilen kavramın temsilciliğini hak
eden Türk aydını’nın oluşumunu hedef
edinmek… Başka bir devlete, millete
yahut ülkeye bağlılık duyan, onlarla ağız birliği yapan insanlar, örtülü düşmanlardır.
Akıllarının ve duygularının derinliklerindeki hastalık odağı yüzünden, bütünün
parçası, benzeşmenin gönüllüsü olmayı başaramayanları aydın sayar mısınız?
Eskilerin mutabasbıs dediği, unvanlı, hırslı insanların -–yetkilileri ve--toplumu
aldatması önlenmelidir.
İmanı,
aklı, vatan bütünlüğüne, bağımsızlık ile emeğe saygılı, millî bilinci bütünleşmekten, benzeşmekten, adaletten
onurlu zenginleşmekten yana olan aydınların sayısı, fazladır. Megolomanlar veya
güce taparak konforlu konumunu koruyanlar yahut vatanseverliği gülünç, bağımsızlığı hayalperestlik, adaleti
güçlü olanların kullandığı araç olarak kabullenenler-- meslekleri ve şöhretleri ne olursa olsun --
aydın sayılmamalıdır.
Aydınların
dindar veya dinsiz, Marksist veya milliyetçi olmaları, sağcı, solcu, zengin
veya yoksul olmaları, akıllarını işletmelerine
engel olmadığı sürece, her açıdan onların haklarıdır. Bu haklarını ise,
toplumu ayrıştırma yönünde kullanmamaları; yeni bir Amasya Tamimi ve yeni bir
Millî Mücadele’ye yol açmamaları, başka bir devletin ve toplumun hayranlığıyla
ruhlarını kirletmemeleri şartıyla kullanabilirler.
Ayrışmanın,
bölünmenin en çok hangi devlet, millet ve odakları sevindirip bu durumdan
kimlerin yararlanacağı sorusunu sık sık sorup cevaplar aramamış siyaset, idare,
eğitim, askerlik ve hukuk alanlarında etkili ve yetkili olanlar yanılırlar,
yanılacaklardır.
Her
devletin, vatanın ve milletin tarihten veya coğrafyadan yahut maddî servetlerinden
doğan örtülü ve açık düşmanları vardır. Kendi devletinin açık ve örtülü
düşmanlarını, onların yöntemlerini ve planlarını öğrenmek konusunda ihmalkâr
davranan siyasetçi, idareci, eğitimci, komutan ve hukuk insanları yanılır,
yanıltılır, pişmanlıklarla karşı karşıya
kalırlar.[9]
Vatanın
sınırlarının hangi sıcak ve soğuk savaşlar ile çizildiğini yeterince bilmeyen
her seviyedeki yasama, yürütme, adalet, emniyet ve asayiş görevlileri ile emir
vermeye yetkili komutanlar, yanlış kararlar verebilir, yanlış uygulamalarda
bulunulmasına yol açabilir, pişman olacakları konuşmalar yapabilirler…
TV
kanallarının hepsi, reklam pastasından alınan pay, reyting gibi geçici çıkarlar
yerine, ayrışmaya, bozgunculuğa, öfke köpürtmesine ve cehalete ait çirkinliklerin,
yanlışların ve hainliklerin karşısında yer almalı, saf tutmalıdır.
Milletini
yanında bulmak isteyenler, onun tarih içinden gelen ruhunu dinlemelidir; onu
umursamayan tutumlardan vazgeçmelidir. Cazip görünümlü siyasi söylemler,
geçmişteki olaylara ait bilginin süzgecinden geçirilmeden uygulanmamalıdır.[10]
Etkili
veya yetkili kişiler, devletin bağımsızlığı, milletin ve vatanın
parçalanmazlığına ilişkin konularda, ayrışmalara kutuplaşmalara imkân veren
konuşmalarda ve davranışlarda bulunmamalı, emperyalist tuzaklara düşmemelidir.
Her vatandaş vatansever ve bağımsız devlet
sahibi olmayı imanının yedinci şartı saymalıdır. Millî ruhu ve millî bilinci güçlendirme
konusunda herkes güç birliğinin parçası olmalıdır…
H
e d e f: Aklın önderliğinde benzeşerek bütünleşmek, birleşerek yıkılmaz olmak,
tarih içinde varlığını sürdürmek…
20
Ağustos 2016
[1]Yaşar Nuri
ÖZTÜRK, Kur’ân’ın Temel Kavramları,
2.cilt, 25. Baskı, İst., 2012, s. 210-212.
[2]Ahmet TEKİN, Lügatli Tefsirî Meal: Kur’an’ın
Anlaşılmasına Doğru, 8. Baskı, İst., 2010, s.,192
[3]Bu bilgileri,
tefsir ve hadis bilgini Prof. .Dr. Ahmet
Tekin Hoca’dan aldım, alenen teşekkür ederim.
[4]Şuna da işaret
etmeliyim: İllerde ve ilçelerdeki müftü unvanlı görevli kişilerin, halkımızı
aldatan kindar gruplaşmaları, inanç sömürgenlerini , hem ilgili savcılıklara,
hem Diyanet İşleri Başkanlığına bildirmeleri, hem de halkın aldatılmaması için
bu tür toplaşmalara bizzat gidip Allah’ın kitabını ve sahih hadisleri
anlatmaları gerekir.İnanç baronlarının etkisinden , sömürüsünden doğan ayrışmalar böyle önlenir…
[5] Utkan KOCATÜRK, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, ATAM Y., 2.
bs, Ank., 2007.
[8]Suna KİLİ, Atatürk Devrimi: Bir Çağdaşlaşma Modeli, 10.
baskı, İst., 2006.
[9] Siyaset alanında
görünen , yer tutmuş bulunan insanlar, 250 –özellikle 110-yıllık tarihi sık sık
okumalıdır. Etkili ve yetkililer,bir
iç veya dış hadisenin yorumu söz konusu olduğunda, , hem danışmanlarına dikkat etmeli, hem de uzmanlık gerektiren
konularda, gerginliğe ve zihin kirliliğine yol açan beyanlarda bulunmamalıdır.
[10]. Cengiz
ÖZAKINCI, Türkiye’nin Siyasi İntiharı:
Yeni-Osmanlı Tuzağı, 26. baskı, İst.,
2014.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder