İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.

7 Mart 2018 Çarşamba

HZ. PEYGAMBER'İN DİNDEKİ KONUMU

DİYANET / MÜFTÜLÜK YETKİLİLERİ VE CAMİ HOCALARIMIZCA DA,  İRŞAD, VAAZ (NASİHAT), HUTBE, SORU CEVAPLAMA (FETVA) VE BENZERİ GÖREVLERİNİN İCRASINDA, BU YAZIDAN YARARLANILMASI VE DEĞERLENDİRİLMESİ UMUT VE DİLEĞİMLE...
M. Kemal Adal

_______28.02.2018_______

KONUK YAZAR

Prof. Dr. İsmail Yakıt

Hz. Peygamber’in dindeki konumu


Günümüzde en önemli konulardan ve hatta bu hususta yapılan tartışmalardan biri Hz. Peygamber’in dindeki konumunun belirlenmesidir. Bu konuda pek çok kişi maalesef ifrat veya tefritten kurtulamıyor. Bazıları Hz. Peygamber’i Allah’ın elçiliği sıfatının yanı sıra âdeta Allah’ın ortağı veya muhalifi veya ümmeti için Allah’la pazarlığa oturan biri gibi din adına yanlış bir konuma yerleştirip ifrata düşüyor. Bazıları da Hz. Peygamber’i ve onun dinî ve ahlâkî konulardaki sahih sünnetini dinden tecrit ederek, uygulamalardaki temel espri ve hikmeti kavrayamayarak onun görev alanını iyice daraltıp âdeta “postacı” gibi gösterip tefritte kalıyorlar. Hatta Kur’an’ı yorumlamada kendilerine tanıdıkları hakkı Hz. Peygamber’e tanımıyorlar.
İşte bu ve benzeri hususlarda Hz. Peygamber’in dindeki konumu nasıl olmalı? Onun dindeki yeri nedir ve ne değildir gibi soruların cevaplarını aramaya ve bu konuda temel bazı ilkeleri belirlemeye çalışacağız.
1) Hz. Peygamber Dinin Kurucusu Değildir: Sözlerime yurtdışından bir anıyla başlamak istiyorum. Fransa’da doktora çalışmalarım esnasında tanıştığım yabancı arkadaşlarla, bir gün Sorbonne Üniversitesi’nin koridorlarında sohbet ediyorduk. Konu, yanılmıyorsam; insanın ve hayatın anlamı üzerine dinlerin getirdikleri idi. Bu arada beni tanımayan gruptaki bir yabancı benim hangi dinden olduğumu sordu. Ben daha cevap vermeden Hıristiyan olan Fransız, benim Muhammedî olduğumu söyledi. Bunun üzerine ben de Ben, sizin kastettiğiniz anlamda Muhammedî değilim. Ben Müslümanımdedim. Sonra bunu kendilerine izah ettim. Eğer Hz. Muhammed’i, Hz. Musa veya Hz. İsa gibi bir din kurucusu şeklinde anlıyorsanız -ki bu anlayış yanlıştır- Ben Muhammedî değilim. Çünkü Hz. Muhammed, din kurucusu değildir. İslâm Dini’nin kurucusu Hz. Peygamber değil, Hz. Allah’tır. Kur’an İslâm dininin kurucusu ve sahibini Allah olarak gösteriyor. Hz. Peygamber yine Kur’an’a göre Onun kulu ve elçisidir. Bu dini tebliğe memur kılınmıştır. Aslında Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer peygamberlerin yaptıkları da aynıydı. Ne yazık ki onların getirdiği vahiyler beşerî tahrifata uğrayınca, getirdikleri din değişti. Sadece din değil, dinin kurucuları da değişti. Peygamberler din kurucuları oldular. Hz. Musa’nın dinine Musevilik, Hz. İsa’nın dinine İsevilik adı verildi. Hâlbuki İslâm dininin kaynağı Kur’an, hiçbir değişikliğe uğramamıştır ve herkes her asırda yeniden orijinal kaynağa müracaat etme şansına sahiptir. Dolayısıyla sizin anladığınız anlamda yani din kurucusu anlamında biz “Muhammedî” değiliz. Şayet Hz. Muhammedi örnek alanlar, onun yolundan gidenler veya ona tabi olanlar anlamında ise Muhammedî tabirinin bir sakıncası yoktur. Ancak “Muhammedî” tabiri yerine “Müslüman” demek daha doğrudur.
Musevilik ve İseviliğin bozulması sadece kutsal kitaplarının değişmesiyle olmadı. Aynı zamanda “peygamber” kavramı üzerindeki telakkiler de değişti. Yahudiler peygamberleri Allah katına çıkardılar, O’ndan da güçlü görmeye başladılar. Meselâ Hz. Yakub’a İsrail denmesi Tevrat’ın ifadesine göre Rabble güreşen ve O’nu yenen(Tekvin, 32/28) demektir. Böylece Rab Yahova’nın gücü peygamberin gücüne göre tâli plânda kaldı. Bilakis Hz. Musa için de durum aynı oldu. Hıristiyanlar, Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu telakki ettiler. Onu beşerî vasıflardan sıyırıp ulûhiyete derc ettiler. Dolayısıyla tevhitle beraber, din de gitti.
İşte peygamberi, peygamber olma özelliğinden alıp onu Allah’ın yerine koyar ve Onun vazifelerini yapma görevi verirlerse olacak olan budur. Yani din bozulur. Kur’an bu hususa dikkat çekmektedir. Hem Allah’ın hem de peygamberin görevi, yetkileri âyetlerde belirtilmiştir. İşte bu sebepten dolayı insanlığa bir elçiyle din göndermek insanlığa vazifelerini hatırlatmak, emir ve vahiylerle onu donatmak, doğru yolu göstermek, sonunda onları hesaba çekmek ve benzerleri hep Allah’a ait işlerdir.
İslâm dininin sınırlarını ve muhtevasını Kur’an tayin etmektedir. Kur’an’a göre din konusunda hüküm Allah’a aittir. Öyleyse insanlığa dini gönderme, temellendirme, onun muhtevasını tayin ve sınırını çizme ve din konusunda hüküm verme yetkisi Allah’a ait olduğundan Hz. Peygamber din kurma konusunda kendiliğinden bir şey getirmemiştir. O, kendine vahyedileni iletmiş ve o vahyin evrensel buyruklarını anlamada, yorumlamada ve hayata geçirmede canlı bir örnek olmuştur. Aksi takdirde Kur’anî vahyi tebliğ eden Hz. Peygamber din kurma konusunda Allah’a ortak olmuş olur ki bunun adı da Kur’an’da şirktir. Dolayısıyla Hz. Peygamber Kur’an’a muhalif bir şey söyleyemez, ortaya koyamaz. Şayet Hz. Peygamber’e isnat edilen söz veya fiillerden Kur’an’la çelişen varsa o sözün veya fiilin Hz. Peygamber’e aidiyeti kabul edilemez. Aksi takdirde elçilik yani peygamberlik görevini yapmamış olur.
2) Hz. Peygamber Dinin Tamamlayıcısı Değildir: Hz. Peygamber’i İslâm dininin tamamlayıcısı olarak göstermek Kur’an’a muhalif bir düşüncedir. Zira Kur’an’da: “El-yevme ekmeltu lekum dînekum…” (Mâide,5/3) “Bugün sizin dininizi tamamladım.” denmektedir. Tamamlama anlamında “ekmeltu” kelimesi kullanılmıştır. Yani “mükemmel kıldım”. Mükemmel olan bir şeyde eğrilik, yanlışlık, eksiklik vs. olmaz. Dolayısıyla din Allah tarafından tam ve mükemmel hale getirilmiş ve Kur’an’da bunun çerçevesi ve muhtevası tam anlamıyla verilmiştir. Hz. Peygamber’in hadislerini bir başka tabirle, Hz. Peygamber’in söz ve fiillerini Kur’an’ın tamamlayıcısı gibi değerlendirmek ve bunu bir inanç konusu yapmak her şeyden evvel bu âyete ters düşer. Kaldı ki Hz. Peygamber Allah’a hiçbir konuda muhalefet etmez ve etmemiştir. Allah’ın din konusunda gösterdiklerini eksik bularak tamamlamak gibi bir davranış içinde bulunmamıştır. Onun görevi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Allah tarafından tam olarak gönderilen bu dini, anlamada, yorumlamada ve hayata geçirmede canlı bir örnek olma keyfiyetidir. Şayet söylediği, ifade ettiği hususlar Kur’an’da yoksa o hususun dinin muhtevasından olmadığı düşünülmelidir. Çünkü Hz. Peygamber çok fonksiyonlu bir şahsiyetti. Daha önce de belirttiğimiz gibi O, hem müftü hem hakim hem komutan hem devlet başkanı idi. Dolayısıyla o, söz ve fiillerini hangi sıfatı, hangi fonksiyonu gereği icra etmişti? Bu husus iyi araştırılmalı ve hadisleri bu zaviyeden yeniden ele alınmalıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, şayet bir sözü veya fiili müftülük sıfatının gereği ise, o husus her inananı bağlar. Çünkü müftünün fetvası geneldir. Şayet onun bir sözü veya fiili hakimlik (=kadılık) sıfatının gereği ise o, sadece o sahabeyi bağlar. Zira hakimin hükmü ferdîdir, yani özeldir. Şayet söz veya fiili komutanlık sıfatının gereği ise o zamanki harp ve sulh şartlarına göre aldığı tavırdır ve harp tarihi açısından bir niteliğe haizdir. Şayet söz veya fiili devlet başkanlığı sıfatının gereği ise, o da kendi devrinin, siyasî, sosyal, ekonomik, kültürel vs. özelliklerinden dolayı aldığı tavırdır ve siyasî tarih açısından oldukça önemlidir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in her söylediğini dinî olarak telakki edemeyiz.
Bütün bunların ötesinde, yapılan dinî içtihatlar da hiçbir zaman dini tamamlayan hususlar değildir. Geçmişte yapılan içtihatlar ile günümüzde yapılmakta olan içtihatlar ve yarın yapılacak olan içtihatlar bağlayıcı değildir. Bir devrin veya bir dönemin din anlayışı, dinî konulardaki yorumları ve vardıkları neticeler hiçbir zaman bütün devir veya dönemleri kapsamaz. Çünkü İslâm dini, evrensel ve zaman üstü bir dindir. Kitabı Kur’an da bütün zamanların anlayış ve mantalitelerine kaynak teşkil edecek orijinalliğe sahip yegâne kitaptır. Ancak her devir, bir önceki devrin tecrübelerinden, fikrî gelişiminden elbette faydalanacaktır. Dolayısıyla dinî tefekkür, asırlar öncesi görüş ve kanaatlere mahkûm edilmemelidir. Aksi takdirde düşünce bazında statik bir anlayış hakim olur. Gerilik ve taklitçilik doğar. Dinî tefekkür daima dinamik olmalı, her devirde değişen sosyal şartlara ve hayata ışık tutucu orijinal ve evrensel yorumlar getirilmelidir. Şayet Müslümanlar geçmiş dönemlerin dinî yorumlarına hapsedilirse onlardan günümüzdeki dinamik hayata ayak uydurmalarını bekleyemeyiz. Öyle bir din anlayışı içindeki Müslümanlar hayatın dışına ve hatta gerisine itilmiş olur. Bu durumda ise insanın mutluluğunu, dünya ve ahiret saadetini amaçlayan bir din, onun mutsuzluğunun kaynağı haline gelir.
Şu halde din tam geldiğinden ne peygamber tarafından tamamlanmış ne de İslâm âlimlerince yapılan içtihatlarla tamamlanmıştır. Hz. Peygamber’in yaptığı Kur’an âyetlerinin anlaşılması, yorumlanması ve bunların hayata geçirilmesi hususunda canlı örnek olma keyfiyetidir. Âlimlerin içtihatları da kendi devirlerindeki bilgi, kültür ve din anlayışları doğrultusunda yapılan yorumlardır.
3) Hz. Peygamber’in Getirdiği Yasakların Hepsi Dinî Değildir: Kur’an, tamamlanmış bir İslâm dini serdettiğinden emir ve nehiyleriyle de din tamamlanmış demektir. Gerçi Kur’an’daki her yasak, dinî nitelikli olmadığı gibi her emir de dinî bir muhteva arz etmemektedir. Hz. Peygamber’in de emir ve yasakları ya Kur’anî çerçeve içinde vahyin yorumu, açıklamalarıdır yahut da çok fonksiyonel olan kişiliğinden dolayı, peygamberlik dışında taşıdığı sıfatının bir gereğidir. Meselâ ipeğin yasak oluşu, Hz. Peygamber’in bir uygulamasıdır. İpek, Arabistan’da üretilmiyordu. Çin’den Hindistan’a, oradan da İran yoluyla Suriye’ye yani Şam pazarlarına getirilip satılıyordu. Oldukça pahalı bir ithal malı idi. Hz. Peygamber’in devlet başkanı sıfatıyla, ekonomik açıdan zayıf olan ilk İslâm toplumunu bu nevi pahalı lüks tüketimlerden uzak tutmak için getirdiği bir yasaktır. Dinî olmaktan ziyade ekonomik bir tedbirdir.
Kur’an’da ziynet kullanma yasağı yoktur. Sadece kadınlara has ziynet eşyalarını veya takılarını teşhir yasağı vardır. Kadınlar teşhir edemediklerinden takılara karşı tutkuları azalacaktır. Erkeklerin ziynet olarak altın kullanmalarının yasaklanması Hz. Peygamber’in yine ekonomik tedbirlerinden biridir. Zira araştırıldığında görülecektir ki, o dönemde altın ticareti ve sarraflık Medineli Yahudilerin elindeydi. Müslümanların ellerindeki birikim ve tasarruflarının gayr-i müslimlere sermaye olarak akmaması için bu yasak getirilmiştir.
4) Hz. Peygamber Kur’an’ı İlk Mushaf Haline Getiren Kişidir: Kur’an’ın toplatılması hususunda yaygın olan kanaate göre, Kur’an’ı Hz. Ebû Bekir, Zeyd b. Sâbit başkanlığında bir komisyon tarafından tedvin ettirmiş, eldeki bölük pörçük Kur’an sayfalarını ispatlı, şahitli olarak bir araya getirmiş, onu mushaflaştırmıştır. Birçok Müslüman bir yandan bunu söylerken -ki tarihî verilere göre bu olay doğrudur- diğer yandan da Hz. Peygamber’in sağlığında vahiy kâtiplerine, gelen her âyetin hangi surenin altına yazılacağını söyleyip Mescid-i Nebevî’de bulunan, varakları hayvan derilerinden olan asıl mushafa yazdırdığını da söylerler. Ayrıca her Ramazanda Cebrail ile birlikte Kur’an’ın hatim edildiği sağlam bilgilerimiz arasındadır. Mukabele veya hatim ise belli bir sıraya göre olur. Yani belli bir sureden başlayıp, belli bir sureye veya âyete kadar okunur. Bu olayda hangi sırayı takip ettiler? Hz. Peygamber’in Mescid-i Nebevî’de mushaf haline getirtip, surelere göre tasnif ettirdiği ve gelen her âyeti, emrettiği surenin altına yazdırdığı Kur’an nüshası nerede?
İşte bütün bu sorular ve cevapları arka plânda kalmıştır. Kur’an’ı ilk mushaf haline getiren yukarıda söylediğimiz gibi Hz. Peygamber’dir. Hz. Ebû Bekir ve komisyonun yaptığı ellerde bulunan eksik, dağınık ve bölük pörçük -bazılarında hadislerle karışmış- sayfaları ayıklamak ve bir araya getirmektir. Biraraya getirilen bu varaklar Mescid-i Nebevi nüshası ışığında mushaflaştırılmıştır. Olay budur. Yoksa ilk mushafı oluşturmak komisyonun işi değildir. Durum böyle olunca, tarih boyunca Şia mezhebi ve diğerlerinin “şu âyet alınmadı” “bu sure kasten yazılmadı” vs. gibi iddialarının asılsızlığı kendiliğinden ortaya çıkar.
5) Hz. Peygamber Dinen ve Ahlâken Yegâne Örnektir: İnsanoğlunun hayatında birçok yönden örnek aldığı, rehber edindiği kişiler yok değildir. Birçok mümtaz şahsiyet pek çoğumuzun çeşitli vesilelerle örnek aldığı kişiler arasındadır. Dinî ve ahlâkî konularda da örnek alınan kişiler vardır. Bunlar son derece tabii olan hususlardır. Ancak bu hususta Kur’anî ifadeyle “en güzel örnek” “usvetun hasenetun“, Hz. Peygamber’in bizzat kendisidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Hz. Peygamber, Allah’ın âlemlere olan ilâhî mesajının canlı bir örneği olduğundan, ona uymanın, onu örnek almanın temel esprisi Ondan daha güzel ve daha iyi kimsenin uygulayamayacağıdır. Zira ona mesajını veren Allah o mesajın nasıl uygulanacağının mesajını da vermiştir. İşte bu anlamda Hz. Peygamber dinde örnektir. Nitekim âyette:
Ey inananlar! Andolsun ki sizin için, Allah’a ve Ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Allah’ın elçisi en güzel örnektir.(Ahzab, 33/21)
Bu âyette Hz. Peygamber’in en güzel örnek Müslüman oluşu dinî ve ahlâkî temele dayanır. Şöyle ki: Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlardan kasıt, inanmada, yaşamada ve dinî değerleri hayata geçirmede, kısaca dünya ve ahiret saadetini umma konusunda Hz. Peygamber örnektir. Yani İslâm dinini yaşama ve uygulamada Hz. Peygamber örnek alınmalıdır. İkinci husus âyete göre Allah’ı çok anan kimseler için Hz. Peygamber en güzel örnektir. Allah’ı çok anmaktan kasıt O’nu sürekli hatırlamaktır. Hayatın her safhasında, gizli, âşikâr hep Allah’la beraber olabilmektir. Yani davranışlarında, iç ve dış dünyasında ve vicdanında O’nunla beraber olmak anlamındadır. Bu husus ise yüce ahlâkın bir gereğidir. Öyleyse Hz. Peygamber ahlâkî değerleri hayata geçirme açısından da en güzel örnektir. Nitekim bir başka âyette Şüphesiz sen büyük bir ahlâk sahibisin (Kalem, 68/4) buyrulmaktadır. Şu halde Hz. Peygamber, dinen ve ahlâken yegâne örnek alacağımız bir mümtaz şahsiyettir. Hz. Peygamber’i örnek alırken İslâm dini ile Arap örfünü birbirine karıştırmamamız gerekiyor.
Kısaca, Hz. Peygamber’i, Kur’an’da kendisine tahsis edilen mümtaz yer ve görevin dışına çıkarmamalıyız. Unutmayalım ki peygamber kavramındaki sapmalar dinin bozulmasının en büyük âmilidir.
Bu yazı Prof. Dr. İsmail YAKIT’ın “Hz. Peygamber’i Anlamak” (Ötüken Neşriyat, 4. Basım, İstanbul, 2017) isimli kitabının 58-65. Sayfaları arasından iktibas edilmiştir.
Selam...
​ T.C. / M. Kemal Adal 

22 Şubat 2018 Perşembe

ASKER MÜSLÜMANLIĞI NEDİR

_______21.02.2018_______

KONUK YAZAR

Asker Müslümanlığı Nedir?*



Ucuz yollu inanç, din, mezhep, meşrep ötekileştirmesi yerine
görev odaklı bir Müslümanlık anlayışı
asker için daha kapsayıcı ve maksada uygundur.
Hasip Saygılı
İslam’ın insanlığa mesajının belli bir zaman ve coğrafya ile sınırlı olmadığını kabul ediyoruz. Diğer taraftan farklı çağ, coğrafya ve kültürlerde dinin algılanması ve hayata geçirilmesinin değişiklikler gösterdiği de bir vakıadır. Esasında bu da olağandır. Bu yüzden Bosna’daki Müslümanlıkla Afganistan’da yaşanan arasında farkların olduğunu görmek için uzmanlık bilgisine de ihtiyaç yoktur. Dahası aynı çağın ve coğrafyanın toplumu arasında da eğitim, hayat telakkisi ve mizaç farklarından dolayı da bazı farklılıklar gözlenmesi de mümkündür. Bu yüzden bu yazıda askerliği meslek olarak seçmiş olan kimselerin dini yaşayış ve algıları üzerine görüşlerimizi ifade edeceğiz.

Bir uçtan bir uca savrulmak meselelerimize çözüm getirmez
Öncelikle yanlış anlaşılmaktan kaçınma için geçmiş dönemlerde muvazzaf askerlerin şehit silah arkadaşlarının cenaze namazlarına katılmalarını bile irticaya taviz olarak gören anlayışın ordunun azımsanmayacak bir kesiminin FETÖ şebekesine teslim edilmesinde ağır bir vebal taşıdığını söylemeliyiz. Bugün geldiğimiz safhada ise geçmişteki isabetsiz uygulamaların bir nevi simetriklerine de dikkat edilmesi gereğine inanıyoruz. Bir uçtan başka bir uca savrulmanın meselelerimize kalıcı çözüm getirmeyeceği açıktır. Dinin günümüzde de dünyalık bir çıkar sağlama aracı olarak kullanılmasından hareketle kategorik bir reddin de makul olmadığı kanaatindeyiz.  Problem sahalarının görmezden gelinmeden tartışılması sağlıklı bir çıkış için şart görünmektedir.

Dindar görünme terfi ve tayinlerde rol oynarsa…
Somut bir görüntü ile konuya girelim. Afrin harekâtı ile ilgili Prizren’de bir camide yapılan dua esnasında bir haber ajansında kullanılan bir fotoğraf ise ele aldığımız meselenin düğüm noktalarından birisine işaret etmiştir (https://www.cnnturk.com/turkiye/kosovada-afrinde-sehit-dusen-turk-askerleri-icin-dualar-okundu?page=1).  

Bu fotoğrafta binbaşı rütbesindeki bir subayımız hemen önünden çekildiği izlenimi veren bir kadrajda kendinden geçmiş şekilde 99’luk tesbih çekiyor görüntüsü ile çıkmıştır. İnsanların dindarlık, samimiyet ve niyetlerini sorgulamak bu yazının konusu elbette olamaz. Ancak verilen görüntünün dost ve düşman beyinlerde yaratacağı algıyı eski sistemimizde ümera denilen üst subay sınıfından bir rütbelinin tartabilecek seviyede bulunması beklenir.
Bir muvazzaf subayın kendinden geçerek tesbih çekmesinde ne sakınca olabilir denilebilir. Etrafa göstermeden yapıldığı takdirde söyleyecek bir şeyimiz olamaz. Ama Türk ordusuna 1826’dan günümüze en büyük darbeyi vuran tertibin baş aktörünün maharetle sergilediği ağlamalı sızlamalı naklen ve banttan yayınlanan dindarlık görüntülerinin nelere mal olduğunu göz ardı edemeyiz. Dahası dindar görünmenin terfi ve tayinlerde rol oynayacağı algısı zihinlerde yer ederse liyakat ve ehliyetin tamamen devreden çıkması söz konusu olur. Bu durum, büyük tarihçi filozof Will Durant’ın büyük medeniyetler içten çürüyüp çökmedikçe yok olmazlar tespitini hatıra getirmektedir.
Önceki yazılarımızda dindarlık görüntüsünün tercihinin yaratacağı yan etkilere değinmiştik. Bu çerçevede bazı muvazzaf askerlerin seçilerek devlet tarafından hacca gönderilmesi ile yüksek seviyeli generallerin haklarında karar verileceği döneme yakın topluca sabah namazına gidişlerinin sakıncaları dile getirilmişti. Yukarıda bahsettiğim tesbih çekme görüntüsünün sakıncaları bunlardan hafif değildir.

Asker kafasına vur ekmeğini al görüntüsü veremez
Kendinden geçerek tesbih çektiği görüntüsü veren bir subay, Türk milletinin düşmanlarına ordunun savaşkanlığı çerçevesinde caydırıcı bir mesaj vermiş olmaz

Subay işin tabiatı icabı barış gönüllüsü, savaş karşıtı, Yehova şahidi, vicdani retçi, LGBT, ayyaş, kumarbaz vs. olamayacağı gibi kafasına vur ekmeğini al denilen cinsten bir görüntü de veremez. 

Terörle mücadele esnasında da bir muvazzaf asker “her gün barış için dua ediyorum, kan dökülmesin” diye beyanat veremez. Çünkü zaten üniforma dua etmek için değil silah kullanmak için giyilir. 

Sn. Diyanet İşleri Başkanının Afrin harekâtının taktik seyri ile ilgili değerlendirme yapması neyse bir muvazzaf askerin de barış için dua ettiğini beyan etmesi o kadar isabetsizdir. 

Tekrar edelim, herkes istediği duayı ve yorumu elbette yapabilir, ancak üzerinde taşıdığı sıfat gereği bunları beyanat konusu yapması uygun değildir.
Bütün bu konuları konuşurken asker algısında müslümanlığın yerinin isabetle ortaya konulmasını gerekli görüyoruz. 

Önce baştan şunu söyleyelim. Kalpazanların değerli paraların sahtelerini piyasaya sürmesi gibi bir kısım siyaset (ve ticaret) erbabı dini kendi şahsi ve zümrevi çıkarları için hemen her zaman kullanagelmişlerdir

Buradan hareketle dinin sadece çıkar mücadelesinde kullanışlı bir maniveladan ibaret olduğu sonucuna gidilmesi ne kadar aldatıcı ise İslam’ın da sadece şefkat ve merhamet tebliğ ettiği de asker algısı için o kadar yetersizdir.

İslam’da askerlik
Tabiri caizse İslam askeri bir dindir. Bazı surelerin adları salt askeri kavramlardan alınmadır. Saf (askerlikte bugün kullandığımız anlamda), enfal (ganimet) ilk akla gelen sure isimleridir. Adiyat suresinde savaş atlarının harika bir tasviri mevcuttur. Dahası Allah bu atların üzerine yemin etmektedir. Kitabullah savaş vaki olduğunda bahane arayarak katılmayanları ağır şekilde uyarmaktadır. Düşmanın önünden kaçanlar lanetlenmekte,  düşman önünde sırt sırta vererek set oluşturanlar takdir edilmektedir.
Tevbe suresi müşriklere ültimatom olarak algılanmıştır. Bugünkü anlamda angajman kuralları diyebileceğimiz uygulamalar surenin ilk ayetlerinde zikredilmiştir. Bu surenin başında diğerlerinin aksine yaradanın rahman ve rahim olduğunu ifade eden besmele yoktur. Kılıç ayeti de bu sure içindedir. Buradan askerliğin icaplarının vahiy ile de teslim edildiğini kabul edebiliriz. Esma-i hüsna olarak da bilinen yaratıcının 99 ismi arasında rahman ve rahim gibi onun şefkat ve merhametini vurgulayan isimler olduğu gibi cebbar(istediğini zorla yaptıran) ve muntakim (intikam alıcı) gibi isimleri de mevcuttur.

Peygamberimiz muharipti
Hz. Resul’e atfedilen “Bir peygamber harp için zırhını giydi mi savaş bitmeden çıkarmaz” ifadesi de “Cennet kılıçların gölgesindedir” hadisi de savaşı bir olgu olarak kabul eden realist bir anlayışın İslam telakkisinde daha başlangıçtan itibaren mevcut olduğunu göstermektedir. Dahası Batılılar İslam’ın tebliğcisini zaten “kılıçlı peygamber” olarak görmüşlerdir. Makyavel, “peşinde bir ordusu olan peygamberler başarılı oldu, diğerleri testere ile boğazlandı, çarmıha gerildi” derken bunu söylüyordu. 

Buradan bugünlerde müşterisi çok fazla olan hemen her şeyi yaradana havale etme ucuzculuk ve kolaycılığına gelmek istiyorum. 

Asker içinde yaşadığı toplumun karşı karşıya kaldığı problemleri evvelemirde kuvvet kullanma dâhil kendi çabaları ile çözeceğini ( - Ki bu SÜNNETULLAH = Allah'ın yol ve yasasının bir gereğidir- MKA DİP NOT:1) bilir. Kendi üzerine düşeni yapmayı hatıra getirmeden “Teröristlere lanet eyle…  Düşmanlarımızı kahreyle…” gibi dua formatında temennilerin boş lakırdı olma dışında bir işlevi olduğuna inanmaz. 

Kendi çocukları ve yakın akrabalarını askerlik mükellefiyetinden uzak tutanların parlak vatanseverlik söylemlerine ses çıkarmaz ancak acı acı güler.

Asker hiyerarşi dışı bir otoriteden emir alamaz
Askerin müslümanlığı sıralı amirler dışında hiçbir tarikat ve locadan emir almasına müsaade etmez. Askerliğin kurallarının Hz. Peygamber için dahi istisnası olmadığı bilinir. Harbin gereklerini yerine getirmediğinde onun dahi ağır bir bozgunu tattığını bir muvazzaf asker asla unutmaz.

 Harpte ve çetin zamanlarda yüce Tanrı’nın yardımına sadece işini tam yaptığında mazhar olacağını bilir. İşini dört elle yapmayan, görevini savsaklayan anlayışlara herhangi bir manevi destek olamayacağından  ( - Ki bu SÜNNETULLAH = Allah'ın yol ve yasasının bir gereğidir- MKA DİP NOT:1) emindir.

Toprağın altı toprağın üstünden hayırlı hale gelince “ölse gerek yiğit kendi yurdunda”
Muvazzaf askerin kendi dindarlığı gösteriş, birilerine bir şey ispatlama gayesi ile örselenmiş değildir. İşini yaparken dini inancı onu kriz zamanlarının sinir bozucu psikolojisinden korur. 

Basit dünyalıklar için ucuza ve kötüye kullanılmadığı takdirde dini inanç askerlik için harp şartlarında elzem olan metanet ve sebat kaynağıdır. 

Komutan artık akrebin kıskacından kurtulmasının mümkün olmadığını görünce Resul-i Ekrem’in işaret ettiği “artık toprağın altının toprağın üstünden daha hayırlı olduğu” vaktin çattığını anlar. Bu an zaten bir türkümüzde dile gelen “ölse gerek yiğit kendi yurdunda”nın da ta kendisidir. Kastedilen yurdun karakter sağlamlığı, helal süt emmişlik, tam zamanı gibi anlamlar taşıdığı bellidir. Bu çerçevede komutan birliğine örnek olarak postu ucuza değil, er meydanında en yüksek paha ile satar. Can verir, nam alır… Sanki Atsız Bey’in kahramanlık şiiri muharebe meydanında ete kemiğe bürünür. Asker Hakkın huzuruna şerefle giderken kahramanlığının dünyevi karşılığı olarak temiz ismi birkaç nesil boyunca daha yaşar. Canını kurtarma imkânı varken askerliğin şan ve şerefine toz kondurmamak için Oruç Reis (şehadeti 1516) ve Müşir Mehmed Ali Paşa (1827-1878) gibi nefsini feda etmeyi göze alan komutanlar kadirbilir gönüllerde hürmet ve tazimle yaşamayı sürdürürler…
Asker dindarlığı muharebenin çetin zamanlarında özellikle küçük birliklerde kuvvet çarpanıdır.  Mesela birlik komutanı salavat ayetini (Ahzab-56) şahsen okuyarak veya okutarak yaratıcıya sığınıp şimdi biz de bu ayet hükmünce süngümüzle peygambere salat ve selam getireceğiz diyebildiğinde kahraman yavrularımız arslan kesileceklerdir. 

Tabii burada kast ettiğimiz eğitim, tatbikat, fiziki güç kazanma, silah teçhizata hâkimiyet gibi ön hazırlıklardan sonraki moral ve motivasyon safhası içindir. Yoksa gereken hazırlıkları yapmayıp işi hamasete yüklersek hüsrana uğrarız. Ancak diğer faktörlerin varlığı moral ve motivasyon ihtiyacını ortadan kaldırmaz.
Asker Müslümanlığı görevinin gereklerini tam olarak yerine getirdikten sonda işi dindarane bir teslimiyetle (- Kİ bu:Allah'a Tevekkül'dür. MKA) tabii seyrine bırakır. 
Karacaoğlan’ın yüzlerce sene evvel söylediği “Ecelden korkup da geride kalma/Yiğidin başına yazılan gelir” mısraları bu tevekkülün özlü ifadesidir. Kurucu liderimizin muharebe meydanlarındaki tecrübelerine dayanarak söylediği  “muharebede yağan mermi yağmuru sakınanları daha fazla ıslatır” sözü de aynı değerlere işaret eder.

Asker dindarlığı kimsenin dini, mezhebi, inancı ve inançsızlığı ile uğraşmaz
Diğer taraftan asker dindarlığı kimsenin mezhebini, meşrebini kurcalamaz. Verilen görevleri yaptığı sürece kimsenin inanç dünyasına bakmaz.( -ki bu İslam dininin de bir gereğidir-MKA.) Birlikte bulunabilecek başka din mensupları, ateist ve deistleri rencide edecek kabalıklardan kendisini men eder.  
Zaten ecel kuşu muharebe sahasında alçak uçuşa geçtiğinde bu gruplardan İslam’dan kopmuş olanlar muhtemelen daha unutmadıkları   kelimei   şehadeti   getirebilirler, sanıyoruz. 
Zaten özellikle son dönemde İslam’dan dönmelerin genellikle yoğun felsefi, vicdani ve fikri muhasebe sonucu olmaktan ziyade dinin yaygın bir şekilde çıkar için kötüye kullanılmasına bir tepki olduğunu da göz önüne alırsak muharebenin çetin anlarında insanların inanma eğiliminin artacağını tahmin edebiliriz. 
Zaten kastettiğimiz deist ve ateistlerin çok büyük bir kısmının halen formel olarak İslam olduklarını da hatırlamalıyız.
Bu çerçevede Çanakkale’de ordumuzdaki Rum tabip yüzbaşımızın maiyetindeki Ali Çavuş’a mezarımı sizinkilerden ayırmayın vasiyetindeki bütünleşme psikolojisini hatırlamalıyız. Bağlamı biraz zorlayarak 27 Mayıs yargılamalarında Yassıada’da tutuklu DP milletvekillerinin aralarında mevlid okuyup dua etmelerine İstanbul Rumlarından milletvekili arkadaşlarının da ağlayarak katıldığını söyleyelim.
Konumuza dönersek müşterek bir dini inancın moral ve motivasyon için vaz geçilmez bir manivela olduğunu bilelim. Ama hemen herkesin standart bir dini ve felsefi akideyi benimsemiş olması gerekmediğini ifade etmeliyiz

Bizim inanç sınırlarımız dışındaki insanlar da profesyonelce canlarını feda edebilir. Mesela yukarıda aziz adını andığımız Müşir Mehmed Ali Paşa’yı asilere karşı canları pahasına savunanların önemli bir kısmı mahalli Hristiyan Arnavutlardı… Bu kahramanlar son nefeslerini vermeden mareşalimizin kılına halel gelmesine müsaade etmediler. Balkan Harbi’nde de ihtiyat zabitimiz Ohannes Efendi yiğitçe savaştı, iki defa yaralandı. Arnavut redif askerlerimizin gayretsizliğini kırmak için ne kadar ağır konuştuğunu hadiseye tanık olan Sadrazam Tevfik Paşanın oğlu hatıralarında aktarıyor. Yine, Birinci Dünya Harbi başlangıcında doğuda Köprüköy muharebelerinde Harbiye mezunu mülazım Vahan Pastırmacıyan’ın kahramanca savaştığını ve yaralandığı Ziya Yergök Paşa hatıralarında minnetle anıyor… 
Diyeceğimiz, kolaycı ucuz genellemelerin gerçeğin tonlarını görmemizi engellememesidir.

Dini söylemle milli mukavemeti baltalamak
Ancak diğer taraftan da bir kişinin inanç olarak müslüman olması asker olarak görevini mutlaka yapacağına yeterli bir kanıt olamaz
Osmanlı’nın son yüzyılının askeri tarihi, din birliğinin yeterli olduğunu savunanları susturacak ibretlik vakalarla doludur. Dahası günümüzde  “İlmihal” “Müslüman’a nasihat” “Kıyamet ve ahiret” gibi kitaplarda Türk askerinin düşmana teslim olmadığı için tahkir edilmesini dikkate aldığımızda her sakallıyı baba sanmanın bizlere ağır bir bedel ödeteceği kuşku götürmez.
Bu kapsamda asker dine de dindara da elbette saygı duyacaktır. Ama milli mukavemeti baltalayan, düşman propaganda hezeyanlarını dini bir retorikle yayanlara karşı uyanık olunması gerekir. 
Tabii bunların, sahada çalışmış Lawrence’in anılarında itiraf ettiği cephe gerisinde barış zamanından itibaren yürütülen düşman milletin [Türklerin] mukavemetini çökertmek  için  zihnini tanzim faaliyetleri olduğunu siyasi makam sahiplerine birilerinin söylemesi de şarttır. Merdiven altı, kayıt dışı mütalaaların uygun bir ortamda dile getirilmez ise herhangi bir şey ifade etmeyeceği açıktır.
İfade etmeye çalıştığımız bizim asker müslümanlığı dediğimiz görev odaklı bir din anlayışının benimsenmesi ve yaygınlaşması için acilen muvazzaf asker temininde özen gösterilmesi olduğunu düşünüyoruz. Bu kapsamda özellikle subay ve astsubay tedarik merkezlerinde ise resmi hiyerarşi dışında başka otoritelere bağlı olanlar için askerlik mesleğinin uygun olmayacağı daha baştan ifade edilmelidir. Fetöş kalkışması en azından böylesi bir tedbirin lüzumunu öğretmiş olmalıdır.
Tabii daha önemlisi yetenekli, zeki ve karakter sahibi yavrularımızın muvazzaf askerliği meslek olarak seçmelerinin özendirilmesidir. Böylesi bir teşvik, itibar ve güvenliğimiz için Afrin’de mücadele eden Mehmetçiğin ocağına halis ve anlamlı bir destek olacaktır.
* Karar gazetesinde 17 Şubat 2018 günü yayınlanmış “Asker Müslümanlığı” yazısının genişletilmiş halidir.
MKA DİP NOT-1:SÜNNETULLAH'TIR Kİ: Allah'ın lütfu müstesna insanın öz kazancından başkası yoktur: (İnsanın özgür seçme ve tercihi ile kesbettiği / yaptığı iş / eylem / ameline göre karşılığını Allah yaratır ve hem dünyada hem de ahirette tam olarak verir.)
Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur. Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. Sonra karşılığı kendisine hiç eksiksiz verilecektir. 53. sure (NECM)39- 41. ayet

Çünkü Allah, her benliği kendi kazandığıyla karşı karşıya getirecektir. Allah, hesabı çok çabuk görür. 14. sure (İBRÂHİM) 51. ayet 

Her birinin, yapıp ettiklerinden dereceleri vardır. Amellerinin karşılığı eksiksiz verilecektir, hiçbir haksızlığa uğratılmayacaklardır. 46. sure (AHKAF) 19. ayet 

Korunup sakınanları Allah, kendi başarıları yüzünden kurtarır. Ne kötülük dokunur onlara ne de kederlenirler. Allah Haalik'tir, her şeyin yaratıcısıdır. Her şey üzerine vekil olan da O'dur. 39. sure (ZÜMER) 61-62. ayet 

Herkesin yapıp ettiğinin karşılığı tam verilir. O, onların neler yaptıklarını daha iyi bilmektedir. 39. sure (ZÜMER) 70. ayet 


---
Selam...
​ T.C. / M. Kemal Adal 


21 Ocak 2018 Pazar

MUSTAFA KEMAL'İN ASKERLERİYİZ...


Mustafa Kemal’in askerleriyiz..

YILMAZ ÖZDİL 21 ocak 2018

Hiç düşündünüz mü…
Nereden çıktı bu slogan?
İlk kim söyledi?
***
Sene 2006.
Aylardan haziran.
Yer, Danıştay.
Mustafa Kemal'in doğumunun 125'inci yılı dolayısıyla konferans düzenleniyor, ayakta alkışlanan konuşmacı anlatıyor:
“Atatürk Türkiyesi'nden rahatsız olanların ilk yapması gereken, Atatürk'ü unutturmaktı. Onu yapıyorlar. Cumhuriyet'in nasıl kurulduğunu, milli mücadeleyi çocuklarımıza iyi anlatmak zorundayız. 1948'den beri Mustafa Kemal'in askeriyim, terhis olmak istemiyorum.”
****

Turgut Özakman'dı o.
****

Mucidi odur.
****
(1992 yılında Türkiye'ye gelen Azerbaycan cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey, Anıtkabir özel defterine “senin esgerin” yazmıştı. Ama… Turgut Özakman'dan önce, haziran 2006'dan önce Türkiye'de böyle bir slogan yoktu. Tarihimizde ilk defa Turgut Özakman tarafından dile getirildi, yukarıda özetlediğim konferanstan sonra yayıldı.)
****
Peki 1948'den beri askeriyim” diyen, “terhis olmak istemiyorum” diyen rahmetli Turgut Özakman, 1948'de yedek subay filan mıydı?
****
Malum, içinde “asker” kelimesi geçiyor ya… Dincileri-liboşları-sorosçuları boşverdim, Chp'ye monte edilen bazı tipler bile “militarist” zannediyor.
****

Halbuki, tam tersine sivil'dir.
Hukuki'dir.

****
Turgut Özakman 1948'de henüz 18 yaşındadır, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisidir.
Milli mücadelenin izini sürebilmek için, hatıraları derleyebilmek için, arkadaşlarıyla birlikte Ankara'dan Afyon'a kadar yürür.

Mecazi anlamda söylemiyorum… Otomobil veya trene binmeden, tabana kuvvet yürür.
Güzergah üzerinde yaşayan, Kurtuluş Savaşı'na bizzat şahit olmuş ve 1948'de hâlâ hayatta olanları bulur. Hatıralarını dinler, defterler dolusu notlar alır, fotoğraflar toplar.
Bıyıkları yeni yeni terlemeye başlamış bu delikanlının yaya olarak gerçekleştirdiği tarihi seyahat, 10 gün sürer…
Ve, bu attığı adımlar “Şu Çılgın Türkler” fikrinin çıkış noktasıdır.
****
1948'den beri askeriyim dediği, işte budur.
Bireysel şuurdur.Cumhuriyet tarihinin en çarpıcı sloganı Mustafa Kemal'in askerleriyiz… Cumhuriyet tarihinin en çarpıcı kitabı Şu Çılgın Türkler'in özetidir.
Terhis olmak istemiyorum'dan kastı ise, bıkmadan usanmadan, anlatmaya devam etme azmidir.

***

“Hakikate ihanet etmeyelim” derdi, rahmetli Turgut Özakman.
Buna didindi, son nefesine kadar.
****
Huzur içinde yat hocam…
Vatan sana minnettar.
****
Buradayız.
“Hakikate ihanet etmelerine” izin vermeyeceğiz, son nefesimize kadar.

1 Ocak 2018 Pazartesi

YENİ YILDA BEKLENTİLERİMİZ.


KONUK YAZAR

Servet AVCI


01 Ocak 2018

Hocam, aranızda hukukçu var mıydı?


Hani yeni yıldan beklentilere cevap verilirken kullanılan klişe kelimeler vardır ya 'sağlık, mutluluk, para, kariyer' gibi...

Oysa bizim beklentilerimiz farklı...

Meselâ Hukuk Fakültesi dekan ve hocaları olsa... Ülkede anayasa değişirken veya son derece tartışmalı KHK geçerken sessizliğe bürünmeyen... Rousseau gibi "Yasama, yürütme yargı iç içe geçmişse, özgürlükler garantide değilse, anayasa yok demektir. Kuvvet kimdeyse o hâkimdir" diyebilen...

Hakikati dillendiren ve kimden gelirse gelsin yanlış karşısında bilimin, hukukun ve hür düşüncenin sesi olan... Korkmadan, cesaretle tartışmaya girebilen...  Karşı çıkılması gerekiyorsa karşı çıkan, yoksa savunma delikanlılığını gösteren ama asla 'ölü taklidi' yapmayan...

Dünyada üniversitelerin itibarının öğrenci sayısının çokluğuyla, mimarisiyle, hocalara verdiği maaşla, giydikleri cüppenin kalitesiyle, döner sermayesiyle, rektör veya dekanların odalarının genişliğiyle, binaların yüksekliğiyle değil, ürettiği bilimle ölçüldüğünü bilen... 

***

İlahiyat Fakültesi dekan ve hocaları olsa... Türkiye'de 'dindar' imajının aldığı darbelerin, onların özlük haklarından, ek ders ücretlerinden, yurt dışı seyahatlerinden daha önemli olduğunu kabul eden...

Vakıf, dernek, cemaat vs. adı altında icra edilen cehaletin 'din' diye sunulmasını reddeden... 'Merdiven altı din'in din olmadığını korkmadan ortaya koyan... İmam-ı Âzam gibi, 'Allah'ın rızası' 'muktedirlerin rızası'na tercih eden ve bu uğurda bedeller ödemeyi göze alan...

Misyonunun kötülüğe cevaz vermek ve muktedirlerin her türlü uygulamasını onaylamak değil, 'onlardan büyük olan'ı hatırlatmak olduğunu bilen... Yolsuzluğun yolunu yapmayan, adaletsizliğe gözlerini kapamayan... Gerçek ulemalığı ümeraya feda etmeyen...

***

Daha çok gazeteci, yazar ve aydın olsa... Yandaş, candaş ve kandaş diye sıralanmayan... Ne konuşacağına ve ne yazacağına kendisi karar veren... Herhangi bir konuda talimat gelene kadar beynini tatile göndermeyen...

Kafadan bacaklılara, sürüngenlere, terliksilere benzemeyen... Gerçekten bir omurgası olan... Tepede rüzgâr değişince, 24 saat içinde yazdığının tersini yazmak zorunda kaldığında en azından yüzü kızaran... Milleti geçtik, çoluğunu çocuğunu gördüğünde zerre kadar da olsa mahcubiyet taşıyan...

***

Tabii bir de siyasetçilerimiz artsa; Scarface filmindeki "Daima doğruyu söylerim, yalan söylerken bile" repliği felsefe hâline getirmemiş olan...

Sözünü tutan, tutamadığında özür dileyen ve gereğini yapan... Başarıyı tek başına üstlenme kurnazlığı göstermeyen, başarısızlığı başkasına fatura etmeyen, düşmana bağlamayan, gerekirse istifayı erdem bilen... Kendi istikbalini her şeyin üzerinde görmeyen...

***

Bitlis'in Adilcevaz ilçesinde iki aile arasında çıkan çatışmada 4 kişi ölmüş 9 kişi yaralanmıştı... Jandarma ekipleri suç aletlerini bulmak için evlere baskınlar düzenlemişti... Basılan evin birinde, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait 103 parça eser bulunmuştu... Aralarında çift başlı kartal, Osmanlı tuğralı altın para, heykelcik, bakır ve gümüş takı ile çok sayıda sikke vardı...

Tarihî eserlerle ilgili jandarmanın sorgusunda kadın şüphelinin cevabı da en az o eserler kadar tarihîydi: "Bana bunları düğünümde taktılar!.."

***

Romen Diyojen'in yoğun işleri dolayısıyla katılamadığı ama elçiyle beşi bir yerde gönderdiği, Kılıç Arslan'ın düğüne bizzat katılarak sikke taktığı, Orhan Gazi'nin gümüş ayna hediye ettiği kişi olabilmek elbette önemli!..

İnsanlar yeni yılda piyangolarının tutmasını beklerken, biz de bu piyangonun tutmasını bekliyoruz: 

"Bana bunları düğünümde taktılar" diyen kadından daha ciddi, daha inandırıcı, daha saygın, daha itibarlı hukukçular, ilahiyatçılar, gazeteciler ve siyasetçiler..
.

Kaynak Yeniçağ: Hocam, aranızda hukukçu var mıydı? - Servet AVCI

---
Selam...
​ T.C. / M. Kemal Adal