İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.

9 Mart 2018 Cuma

HANEFÎLİK-MÂTURÎDÎLİK

_______15.10.2017_______

KONUK YAZAR
Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı

HANEFÎLİK-MÂTURÎDÎLİK


Mezhepler Tarihi hocası Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’nın
Kastamonu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nce
Hanefîlik-Maturidîlik konusunda 5- 7 Mayıs 2017 tarihinde düzenlenen
IV Uluslararası Şeyh Şa’bân-ı Velî Sempozyumu
Değerlendirme Oturumu’nda yaptığı konuşmanın metnidir.
Tertip Heyeti ve değerli yöneticiler, herhalde, ülkemizde, şu anda hayattaki en yaşlı ve en kıdemli mezhepler tarihi hocası olduğum için, bilgi şölenimizin değerlendirme oturumunda benim de konuşmamı istediler. Onların bu kadirşinas ve vefakâr tutum ve davranışları, ülkemizin ilim ve irfan hayatı adına hakikaten takdîr ve tebcîle şâyandır. Teşekkür ederim.
Böylece onlar, bendenize, hem bu toplantıyı fikirleriyle fevkalâde kıymetli kıldıklarına inandığım ve her biri ilâhiyat dünyasının yüz akı olan ve kendileriyle hep iftihar ettiğim sevgili talebelerimi ve meslektaşlarımı bir kere daha görmek, dinlemek ve değerli fikirlerinden istifade edebilmek; hem de başta biz Türkler olmak üzere bütün Hanefî-Mâturîdî Müslümanlar için son derece önemli bir konunun görüşüleceği bu bilgi şölenine katılma şerefini ve iftiharını sizlerle paylaşabilmek fırsatını bahşettiler. Bundan dolayı da şükranlarımı ve takdirlerimi sunarım.
Sayın Konuklar,
Programa göre, iki gün gibi çok kısa sürede ve çok yoğun bir program çerçevesinde, sadece Türk düşünce tarihinin değil, bütün bir İslâm düşünce tarihinin ve İslâm dünyasının iftiharı ve yüz akı olan muhteşem bir ana akımı, Hanefîlik ve Mâturîdîliği konuştuk.
Bu ana akımın mümtaz mümessilleri olan İmam Âzam Ebû Hanife ve İmam Ebû Mansur el-Mâturîdî, tek cümle ile ifade etmek istersek, Müslümanlara, Kur’an’ın emrine itaatla, “ataların izini takip eden” değil Yüce Allah’ın yaratılmışlar arasında sadece insanoğluna bahşettiği “aklı” ve aklın verilerini kullanarak bilgi, îman, adâlet, liyâkat, ehliyet ve ihsanla donanmalarını; dolayısıyla mutlaka sorumluluk bilincine sahip “özgür bireyler” olmalarını öğütlemiş ulular ulusu iki büyük önderdir.
♦ ♦ ♦
Bildiğimiz gibi Müslümanlar,  Hülefâ-i Râşidîn dönemindeki fetihlerle Hicaz bölgesinin dışına çıkmışlar ve neticede İslâm, tarihin kaydettiği en kısa sürede, bütün Mezopotamya, Doğu ülkeleri ve Kuzey Afrika’nın hâkim dîni haline gelmiştir.
Ahlâk ve adâletin öncülüğünde bilgiyi, îmanı ve aklı baş tâcı kılan Müslümanlar, bu topraklarda yaşayan henüz Müslüman olmuş pek çok yeni kavim ve milletle karşılaşmış; başka bir ifade ile günümüzde “çoğulcu” dediğimiz toplum yapısı ile tanışmış ve onlara ahlâkın,  adâletin, bilginin ve hikmetin, ehliyet ve liyakatın din için vazgeçilemez olduğunu göstermişlerdi.[1] Bunun içindir ki İmam Mâturîdî, “aklî olan” aynı zamanda “ahlâkî olan”dır, der. Sevgili talebem, değerli genç araştırıcı Hanifi Özcan”a göre, “bu demektir ki, doğru düşünmemizi sağlayan ilkeler ile dürüst davranmamızı sağlayan ilkeler aynı ilkelerdir.” [2]
Ancak Emevîlerle başlayan “saltanat” egemenliği, bilgiyi, aklı, hikmeti ve îmanı yanlış ve dar kalıpların içine sıkıştırıp insanları edilgen kılan kaderci bir anlayışa mahkûm etmiştir. Nitekim bu anlayışın körüklediği egemenlik ve iktidar hırsı, İslâm’ın âdil ve dinamik yapısını öylesine tahrib etmiştir ki, Müslümanlar özgürce akıllarını kullanmak suretiyle bütün fikir ve görüşleri dinleyip en güzeline uymak ve selefleri gibi tarihin akışını değiştirecek derecede ve güçte etkili, ehliyetli, dirayetli ve liyakatlı olmak yerine, kendilerine sunulanı sorgusuz sualsiz kabul eden; yöneticilerin, egemen güçlerin ya da mezhep imamlarının görüşlerini âdeta din ile aynîleştirerek/özdeşleştirerek onları taklid eden zümreler haline dönüşmüşlerdir.
Oysa İslâm, her şeyden önce  “ahlâk” ve “adâlet” temelli bir dindir. Ahlâk, uzmanların ittifakla belirttikleri gibi, her şeyden önce bir “ilişki”dir. Bir kişi ile bir kişi, kişi ile toplum, bir toplum veya bir insan ile Tanrı arasında hür ve belirli bir niyete bağlı (kasdî/amaçlı) bir ilişkidir. Bu ilişki bir davranış veya bir “tutum”a dayalı olan ve mutlaka bir sonuç ve sorumluluk doğuran bir ilişkidir. Ahlâka konu olan eylem, ya medhi (övgüyü/yüceltilmeyi) ve sevabı (ödülü); ya da zemmi (kınanmayı) ve ikabı (cezalandırmayı) gerektirir.
Esasen Kur’ân açısından bir eylemi ahlakî kılan şey, bu ahlakî ilişkiye katılan tarafların her ikisine, yani fiili işleyen ile işlenene sağladığı mutluluk, sevinç, haz ve fayda oluşudur.
İşte bu noktada şu soruyu cevaplamakta zorlanıyoruz:
İslâm düşüncesinde neden ahlâkın objektifliğini savunarak onu büyük ölçüde “akıl” ile temellendiren Mu’tezile ve Mâturidî okullarının öğretileri değil de, subjektifliği savunarak “vahiy” ile izah eden Eş’arî okulunun görüşleri resmîleştirilmiş ve bu öğretinin tabiî sonucu olan “edilgen insan tipi” nin yaygınlaşması istenmiştir?
Acaba bunun arkasında, kendilerine tâbi olanları Allah’ın mutlak kudret ve iradesi ile O’nun değişmez takdîrini gerekçe göstererek itaata ve tereddütsüz bağlılığa sevk etme becerisi gösteren yönetici ya da egemen sınıfın siyaseti mi yatmaktadır?
Oysa Kur’ân, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) emrolunan ve onun da mü’minlere teblîğ ettiği “doğru yol”dan ayrılmamak şartıyla, o güne kadar “ataların izinden” yürümeyi sünnet bilmiş Arapların bilmedikleri ya da kullanmaya yanaşmadıkları yeni bir şeyi mutlaka yerine getirmelerini istemiştir. O da, insanların dinin hakikatini anlamak için   düşünmeleri   ve   akıllarını   kullanmalarıdır.
Çünkü dinin her türlü emir ve yükümlülükleri, bunları değerlendirme ve hakikatini anlama gücüne sahip insana, insanın aklına yönelmiştir. Bu durumda Allah’a iman etmenin ve O’nu tanımanın tek yolu da akıl’dır, bilgi’dir.
Kalbin/insanın manevî bütünlüğünü akletmesi, yani aklî melekelerini çalıştırması, ahlâk ile aralarındaki ilişkiyi sağlamlaştırması ve hattâ ahlâkla bütünleşmesi demektir. Çünkü Kur’ân’da “akletmek” ile “ahlâklı olmak” sanki örtüştürülür. Nitekim ‘a-ka-le fiilinin türevlerinin kullanımları da buna işaret eder. Aslında Türkçemiz,  “uslu” kelimesi ile bu örtüşmenin en ilgi çekici birlikteliğini sunar. Dilimizde “uslu olmak”, “akıllı”, ama daha da fazlasıyla “ahlâklı olmak” demektir.
Buradan nereye gelmek istiyorum?
Kur’ân-ı Kerîm’e göre Allah’ın iradesi ve beyanı, ahlâkî değerin, ahlâk kanununun nedeni değil; sadece insanların ahlâklı olmalarının, ahlâklı yaşamalarının nedenidir. Yani ahlâkî bir değer ya da emir, Allah emrettiği ya da beyan ettiği için iyi ve mükemmel değildir.
Fiiller / eylemler ve “şey”ler, vahiyden önce de, doğalarında iyilik ya da kötülüğü taşırlar.
İnsan aklederek bir fiilin veya bir ahlâkî değerin “doğru” ve “iyi” olduğunu bulabilir. Esasen Allah da onu “iyi” ve “doğru” bir ahlâkî değer olarak görmektedir.
Meselâ Mâturidî’ye göre fiiller ve şey’ler, vahiyden önce de kendi doğalarında iyiliği/kötülüğü, doğruluğu/yanlışlığı taşırlar. Aklen mümtenî, yani olması veya gerçekleşmesi mümkün olmayanı, vahiy de mümtenî görür. Aklen vacip/zorunlu/farz olanı, vahiy de vacip görür. Aslında vahiy, aklen mümkün olanı tasrih eder, açıklığa kavuşturur. Zamanla insan, hevâ ve hevesine uyarak ahlakî normları keyfîleştirdiğinden dolayı, Allah peygamber göndererek bunları düzeltir.[3]
Bu öğreti ise, çok açık ve kesin bir biçimde, yapıp-etmelerinden dolayı doğrudan insanın sorumlu olduğunu; çünkü onun işlediği fiillerini, aklı ve iradesi ile bizzat kendisinin tercih edeceğini ve etmekte olduğunu göstermektedir.
İslâm düşünce tarihinde iki önemli düşünce okulunun en meşhuru olan Eş’arîlik ise, bu görüşün tam aksini savunur. Yani İlâhî irade, ahlâkî değerin ve ahlâk, kanunun nedenidir. Bunun anlamı kısaca şudur: İyi veya kötü, Allah öyle istediği ve bildirdiği için iyi veya kötüdür.
Müslüman yöneticilerin pek iltifat etmediği, hattâ hiç aldırmadığı, ama aslında İslâm düşüncesinin çok değerli okullarından Mutezile’ye ve İmam Mâtüridî’ye göre ise insan, iyi veya kötünün iyilik veya kötülüğünü aklı ile bilir.[4]Bunun anlamı da şudur:
 İyi veya kötü olarak işlenen her işin sorumluluk ve yükümlülüğü, doğrudan insana ve insanın aklına aittir.
Kur’ân’ın, yani İslâm’ın mesajının özü bu olmasına rağmen, bu fevkalâde yüce mesajı hayata geçirme işinde her zaman başarılı olunduğu söylenemez. Maalesef tarih boyunca bu özden, bu yüce mesajdan ciddî sapmalar olmuş ve çok kötü bozulmalarla karşılaşılmıştır.
Nitekim her din gibi Müslümanlık da bölgeler, toplumlar ve toplumlara egemen olma hırsı ile yanıp tutuşan siyasetçiler ve din bilginlerinin elinde dönüştürüldüğü “sistem” açısından, önemli ölçüde aslî ve öz yapısından, temel mesajından uzak bırakılmıştır.
Ebu Hanîfe ve İmam Mâturîdî ise, Kur’an’ın özünü ve esas mesajını bi-hakkın tespit ve teslim ettikleri için Müslümanların meselelerine çare olacak aklı ve akıl yürütme metodunu geliştirip kullanmışlardır. Neticede Hanefîlik ve Mâturîdîlik, Horasan-Mâverâünnehir başta olmak üzere Orta Asya, Afganistan, Hindistan, Pakistan, Doğu Türkistan, Malezya, Endonezya, Kafkaslar, Rusya, Türkiye, Orta Doğu ve diğer bölgelerde Müslüman olarak yaşayan kitleler arasında yayılmış ve bu tesir bugünlere kadar devam etmiştir. Hattâ İmam Mâturîdî’nin öncülüğünde Semerkant’ta doğan ve daha sonraki takipçileri tarafından Türk toplulukları arasında yayılan Mâturîdîlik, Türk topluluklarının dinî, içtimaî ve medenî birliğinde çok önemli bir rol oynamıştır.
Ancak ne hazindir ki, İslâm dünyasının genelinde ve hattâ Hanefî-Mâturîdî olduğunu söyleyen Osmanlı sarayında ve medreselerinde bile gereken ilgi ve kabulü görememiş, ihmal edilmiş; mensubiyet ve bağlılık, sadece bir söz olmaktan öteye geçememiştir. Araştırıcılar İmam Mâturîdî’nin ihmal edilişi hakkında muhtelif sebepler ileri sürerler.[5] Bu hususta “İmam Mâturîdî ve Mâturîdîlik” başlıklı muhalled bir seçki hazırlayan kıymetli öğrencimiz ve meslektaşım Prof. Dr. Sönmez Kutlu’nun şu sözlerini, vaktinizi almak pahasına okumak istiyorum:
Mâturîdî’nin Hanefîler dışında kasıtlı olarak ihmal edilmesinin sebeplerinden birisi, Eş’arî, İbn Kullâb, Kalânisî ve benzerleri gibi, eserlerinde Ehl-i Sünnet’i savunmamış olması ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat veya benzer kavramları hiç kullanmamış olmasıdır. Bunun yerine Ebû Hanîfe’nin izinden giderek Mutedil Mürcie’nin görüşlerini savunmuş ve ‘Övülen Mürcie’ (ircâ’ el-mahmûd) fikrini benimsemiştir. O dönemlerde birçok açıdan makâlât geleneği standartlaştığı için, Ebû Hanîfe ve Ashâbı Mürcie’nin bir alt grubu olarak zikredilmiştir….
(Ayrıca) Mâturîdî’nin Muhammed b. Kerrâm ve diğer sufilerin anlayışlarını eleştirmesi, sezgiyi/ilhamı reddederek akla önem vermesi, daha sonra sufilikle eklemlenen Ehl-i Sünnet çevrelerinde kabul görmesine ve öne çıkmasına engel olmuştur. Çünkü kendi öğrencisi Ebû’l-Kâsım Hakîm es-Semerkandî ve Ebû’l-Leys es-Semerkandî’nin eserlerinin daha yaygın olmasına ve çok tanınmasına, onların sufî düşünceyle ilgilenmeleri ve bu konuda eserler yazmış olmaları sebep olmuştur.  Hanefi çevrelerin onu ihmali konusunda bir kasıt aramak yerine, Ebû Hanîfe’nin otoritesini gölgeleme endişesinin etkili olduğu kanaatindeyiz. Ne zaman ki Şafiilik ve Malikilik kendilerine Eş’arî’yi itikadî görüşlerinde önemli bir şahsiyet olarak öne çıkarmaya başladılar, o zaman Hanefiler de Eş’arî’ye rakip olarak Mâturîdî’yi imam edindiler….”.[6]
Aziz Dostlar,
Hepimiz çok iyi biliyoruz ki Kur’ân, İmam Mâturîdî’den birkaç yüzyıl önce, Hz, Peygamber’e (s.a.s.) emrolunan ve onun da mü’minlere teblîğ ettiği     “doğru yol”dan ayrılmamak şartıyla, o güne kadar “ataların izinden”   yürümeyi   sünnet bilmiş Arapların bilmedikleri ya da kullanmaya yanaşmadıkları yeni bir şeyi mutlaka yerine getirmelerini istemiştir. O da, insanların dinin hakikatini anlamak için   düşünmeleri   ve   akıllarını   kullanmalarıdır.  Çünkü dinin her türlü emir ve yükümlülükleri, bunları değerlendirme ve hakikatini anlama gücüne sahip insana, insanın aklına yönelmiştir.
Bu sebepten İmam Azam Ebû Hanîfe ve İmam Mâturîdî, inanma ile bilgi arasındaki ilgi ve ilişki konusunu fevkalâde derin ve isabetli, eskilerin tabiri ile, ‘arîz-‘amîk bir biçimde açıklamışlardır.
Kur’ân’ın inananları sürekli kendi iradeleri ve gayretleriyle bilimsel bilgiye ulaşmaya teşvik özelliği, her şeyden önce, onun, körü körüne inanan insanlar değil, bilgili, araştırıcı, soran, sorgulayan, düşünen ve akıllarını kullanan bir aydın mü’minler topluluğu meydana getirmek isteğinin açık delilidir.
Esasen Kur’ân’ın bu amacı, tekrar edelim ki,  insanlara ahlâk, tarih, coğrafya, hukuk, tıp, teknik ve benzeri alanlarda hazır bilgiler vermek değil, onların îmân ve ahlâkî irade ile donanmış hikmet sahibi, âdil ve aklını kullanan kimseler olarak, özellikle bu alanlarda “bilimsel bilgi”ye ulaşmaya çalışmalarını ve elde ettikleri bilgileri aynı inanç ve ahlâkî yaklaşımla insanlığa sunmaları için gerekli yolları ısrarla ve çok çeşitli örneklerle göstermektir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de kıssaların ve aynı konuların sık sık tekrar edilmesinin temel sebeplerinden biri de budur.  Ayrıca bu emirler ve tavsiyeler, insanların inanma ve Kur’ân-ı Kerîm’i kabul etmede tam bir fikir ve hareket serbestliği içinde bulunuşlarının da ifadesidir; çünkü Kur’ân’ın takip ettiği usûl/yöntem,  iknâ ve telkîn metodudurTelkîn, ancak akıl sahibi olan insanda mâkes bulur.
Bu sebepten Kur’ân-ı Kerîm, “düşünmek”, “tefekkür etmek”, “ibret almak” şeklinde ifade edilen akıl üzerinde ısrarla ve önemle durur. Kur’âna göre akıl, hakemdir ve doğruyu eğriden ayırmak üzere başvurulan esaslı bir prensiptir. İmam Mâturîdî’ye göre de Allah aklı yararlı ile zararlıyı belirlemede, iyi ile kötüyü ayırt etmede kullanılması gerekli bir vasıta olarak yaratmıştır.[7] En önemlisi de akıl, insanı Allah’ın ayetlerini anlamağa muktedir kılan insan yeteneğini ifade eder.[8]
Burada Allah’ın ayetleri ile akıl arasındaki çok önemli bir ilgiye dikkatinizi çekmek istiyorum. Allah ile insan arasında iki çeşit haberleşme vardır. Biri sözlüdür, her iki taraf da insanın dilini kullanarak meramını anlatır; ikincisi ise sözsüzdür. Allah, evrenin/tabiatın ayetlerini/delillerini/işaretlerini kullanarak, insan da vücudunun hareket ve işaretlerini kullanarak meramını anlatır. Her iki halde de haberleşmeyi Allah başlatır. İnsan Allah’ın hitabına cevap vermek durumundadır. Tanrı’dan insana doğru konuşmanın tipik bir örneği olan vahiy, hem Allah’ın sözlü ayetlerini hem de tabiatın sözsüz ayetlerini içerir ve Allah, bu ikisi arasında bir ayırım yapmaz. Çünkü her ikisini de ancak düşünen, araştıran, aklını kullanan öz akıl sahipleri anlayabilirler.[9] (İnne fî zâlike le-ayâtin li-kavmin ya‘kılûne=Şüphesiz bunda nice deliller ve ibretler vardır; fakat bunları anlayabilmek için aklın kullanılması gerekir.–  Rûm 30/ 23–24)
“Ayet” kelimesi,  İslâm öncesi Arap dilinde de kullanılmıştır, ama o zaman dinî anlamda değil, sadece ve daima tabiat ile ilgili olarak kullanılmıştır. Bu da, İslâm düşüncesi ile Batı düşüncesi arasındaki farklılığın temel ayırım noktalarından birini teşkil eder.
Sayın Konuklar,
Ülkemiz İlâhiyat Fakültelerindeki İslâm Mezhepleri tarihçileri olarak, münhasıran dinimiz ve din hayatımızın tezahürlerini tanımak ve değerlendirmek; İslâm dünyasının sorunlarını tartışmak amacıyla ya da münhasıran bazı meselelerin tedkiki için yaklaşık on yıldan bu yana hemen hemen her yıl, buradaki gibi, çalıştaylar, bilgi şölenleri düzenledik. Sağlığım müsaade ettiği her vakit bu toplantılara katılmaktan fevkalâde haz duydum ve toplantılardan iftiharla ayrıldım. 1955’lerden bu yana bir ilâhiyat ve mezhepler tarihi talebesi olarak, meslektaşlarıma ve insanımıza hitab etme fırsatı bulduğum her zaman ve her fırsatta, bir hususu ısrarla dikkatlere sunmaya çalıştım. O da kısaca şudur:
Bilindiği üzere İslâm, Arapça silm kökünden gelen bir isimdir ve “teslim olma; gönülden boyun eğme; itâat etme; bağlanma” anlamlarına gelir. Bir diğer anlamı da “barış” ve “esenlik”tir. Bu da bir kimsenin gerek maddî gerek manevî ve ruhî anlamda barışa ve esenliğe ulaşabilmesinin, ancak Allah’a gönülden teslim olması ve bağlanması ile mümkün olabileceğini ifade eder.
Gönülden inanarak yaşanan böyle bir hayat, insanın kalbine huzur, esenlik ve barışı getirir ve böylece, geniş anlamda, toplumda ve evrende huzur ve barış sağlanmış olur.
Esasen “İslâm” kelimesinin “esleme” şeklinde fiil olarak kullanılması halinde, “o kendini teslim etti” veya “o huzur ve barışa erdi” anlamları kastedilmiş ve neticede de Müslüman olan kişinin Allah ve diğer insanlarla barış halinde olduğu ifade edilmiş olur. “…Kendini bütünüyle Allah’a teslim eden (esleme) ve başkalarına da iyilik eden kimse, ecrini Rabbinden alacaktır. Artık onlara korku yoktur ve üzülmeyeceklerdir de.” (Bakara, 2/112) âyeti, bunun çok açık örneğidir.
İşte Kitâb-ı Mübîn’in teblîğ ve ta’lîm ettiği  “Din”, yani “İslâm” budur; özü itibariyle “barış”, “esenlik” ve “teslimiyet”ten ibaret bir dindir.
Milâdî 610 yılında Mekke’de Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilen ilk âyetle başlayan bu “esenlik”, “teslimiyet” ve “barış” hayatı, yani “islâm”, Medîne’de “son” ve “ekmel” dîn hüviyetini kazanarak mutlak bir uyanışın, insanlığın muhtaç olduğu kurtuluşun, huzur ve saadetin bitip-tükenmeyecek kaynağı olduğunu cümle âleme ilân eylemiştir.
Kaynaklar bize, en azından Hz. Peygamber zamanınınKitâb ve Sünnetin onun ilâhî-beşerî dirayeti ile ikame edildiği,gecesi gündüze benzeyen bembeyaz nurlu ufukların” hâkim olduğu bir devir olduğunu bildirir.
Ancak Hz. Peygamber’in vefatından çok kısa sayılabilecek bir süre sonra ortaya çıkan olaylar, insanların bu dîni, Hz. Peygamber’in teblîğ ve telkîn ettiği ve yakın dostlarının, önde gelen sahâbenin benimseyip yaşadığı gibi “algılamadığını” göstermektedir. Demek ki o zaman da, bugün de, İslâm’ın ve Kur’an’ın okunmasında, algılanmasında, anlaşılmasında ve yaşanmasında ciddî sorunlar var!…
Öyle ki, bugün artık İslâm dünyasının insanları da yöneticileri de onun “barış”, “esenlik”, “huzur ve sükûn” emreden hayatı yerine kavgacı, kaba, hoyrat ve ürkütücü bir ucûbeyi (hâşâ!) “işte gerçek İslâm” diye pazarlamakta; cehaletlerini  “dindarlık”, çıkarlarını, saldırganlıklarını ve vahşî cinayetlerini de “cihad-ı fî sebîlillah” olarak takdim etmektedirler.
Bugün hemen istisnasız her İslâm ülkesinde, ama galiba en yaygın olarak da Ortadoğu’da Müslümanların iktisâdî, içtimâî ve kültürel bütün mes’ele ve müesseseleri, fiilen veya dolaylı yollardan ya İslâm öncesi şirk zihniyetinin egemen olduğu alışkanlıkların yahut da mezhep ve cemaat taassubunun şekillendirdiği ve yönlendirdiği çirkin siyasetin ellerinde bulunmaktadır.
Bu öyle bir taassuptur ki, mensup olunan mezhep ya da cemaat “din” ile özdeşleştirilmiş, hattâ bazı açılardan dinin bile önüne geçirilmiştir.
Nitekim geçen yıllar ve aylarda, gündemimizin ilk sıralarında yer alan ve hemen hemen Müslüman memleketlerin hepsinde su içer gibi Müslüman kanı içen, Müslüman kardeşlerinin yüreklerini söküp yiyen canavarların oluşturduğu Işid, el-Kâide ve onun Suriye şubesi en-Nusra, Hizbullah ve benzeri ideolojik örgütler hâlâ cirit atıyorlar.
Ne hazin ve ne cür’ettir ki, bu vahşet dolu cinayetler “Allahu Ekber” nidalarıyla başlıyor; vahşetin adı ve sıfatı da (hâşâ!) “cihâd-ı fî sebîlillah” oluyor.
İşte yirminci ve yirmi birinci yüzyılın başımıza ördüğü devasız dert ya da püsküllü belâ, İslâm dünyasının cehaletin pençesi altında kendi kendini yok etme yarışına düşmesi ve en hazini de başına gelenlerin (hâşâ) Allah’ın takdiri olduğunu söyleyip sorumluluktan kurtulacağını sanmasıdır.
Daha önceki yıllarda da ifade ettiğim bir hususu tekrar gündeme getiriyorum:
Şu husus çok açık ve kesin olarak bilinmeli ve inanılmalıdır ki,  İslâm düşünce hayatında vücud bulmuş ve dînin, yani İslâmiyet’in anlaşılma, algılanma ve yaşama biçimlerini yansıtan mezhepleri ve bunlara bağlı dinî akımların dünlerini ve bugünlerini bütün yönleriyle her açıdan tanımadıkça günümüzün din anlayışını, din hayatının meselelerini ve en önemlisi de siyasî ve toplumsal olay ve olguları kavrayabilmek ve geçerli çözümler üretebilmek hemen hemen değil, tamamen imkânsızdır. Hiç mi hiç mümkün değildir.
Ancak ne garip ve ne acâibdir ki, başını kuma gömmüş bir basîretsiz YÖK ve YÖK’ün Kur’an-ı Kerîm’in temel mesajını kavrayamamış ve kavramaktan da âciz echel-i cühelâ şürekâsı bu mesajın farkında olmak şöyle dursun, İslâm mezhepleri tarihini bir sığıntı ders haline getirmek suretiyle İslâm’ın anlaşılmaması ve bu dine inananların da cehaletle beslenmesine zemin oluşturacak bir karar almak gibi bir saçmalık ve yanlışlığı işleyebilmektedir. Umarız ki, işledikleri korkunç yanlışlık ve hacâletin farkına varır da, hatâdan rücû ederler.
Ülkemizin burada bulunan ya da bulunamayan İslâm mezhepleri tarihçileri, gerçek anlamıyla akl-ı selîm sâhibi hem ilâhiyat mütehassısları ve hem de ilâhiyat talebeleridirler. Ayrıca onlar, Osmanlının ihmal ettiği önemli bir ihtiyacın ve sorumluluğun artık had safhaya geldiğinin bilincinde oldukları için, Hanefîlik-Mâturîdîlik hakkında böyle bir toplantı düzenlenmesinin, konunun meslektaşlarımız tarafından açıkça tartışılmasının, bilimsel açıdan ortaya konmasının, hem doğru bilgilere ulaşma ve hem de inandığımızı, mensup olduğumuzu söylediğimiz bir mezhebe sahip çıkmanın millî, insanî ve ilmî bir mecburiyet olduğunun idraki ile hareket etmişlerdir ve gördük ki, çok da başarılı olmuşlardır.
Esasen bu anlayış ve tutum, Türkiye’mizde İslâm Mezhepleri tarihi alanına mensup her bir öğretim elemanı tarafından ilmî ve ahlakî bir sorumluluk olarak görülmekte ve kabul edilmektedir; çünkü onlar, sadece memleketimizde değil, bütün İslâm âleminde Kur’anın ve İslâm’ın bütün sadelik ve safiyeti ile algılanması, anlaşılması ve yaşanması, dolayısıyla onun tıpkı teşekkül dönemlerdeki gibi birleştirici, yapıcı, yaratıcı, üretici ve evrene egemen bir din haline gelmesi ümit ve heyecanını hiç kaybetmemiş ve kaybetmeyecek gerçek anlamda inanmış hak ve hakikat talebeleridirler.
Nitekim bugün burada, bu iki günlük süre zarfında, İslâm dünyasını içine düştüğü cehalet ve sorumsuzluktan çekip çıkarabilecek bilgi ve çözüm kaynağı demek olan Hanefîlik ve Mâturîdîlik, İslâm mezhepleri tarihinin nesnel ölçüleri ile ve titizlik ve dikkatle görülüp gösterilmeye çalışılmıştır.
Kaldı ki İslâm dünyası, doğuş dönemindeki gibi tarihin akışına girerek ona müdahale etmek, değiştirmek ve insanı süreklilik, yani  i s t i k r a r  içinde bir inanç ve ahlâk dairesinde yaşamaya çağırmak istiyorsa, İslâm düşüncesinin gövdesini oluşturan mezheplerin savundukları her fikrin ve görüşün, mutlaka bilinmesi ve varsa, İslâm düşüncesine olan katkısının değerlendirilmesi, süreklilik içindeki değişim ve gelişim için mutlak şarttır.
Eğer İslâm düşüncesinin bugünkü kısır döngüsü, düşünen, soran ve sorgulayan Müslümanı rahatsız ediyor, uykusunu kaçırıyorsa, bunun birinci sebebi içine düşülen cehaletten kaynaklanmaktadır. Başka bir ifade ile din, neo-kapitalist liberal zihniyet tarafından ziyadesiyle görünür kılınmış olmasına rağmen, onun geniş kitlelerce özü itibariyle bilinmemesinden ya da üzerinde düşünülmemesinden ve neticede bireysel sorumluluktan kaçarak bir “Hoca Efendi”nin ya da bir “Makamın himayesine sığınmaktan kaynaklanmaktadır. Böyle bir durumun varlığı, dîni ve dinî değerleri, çok kolaylıkla siyasetin arenasına görüntü ve propaganda malzemesi olarak sunmak demektir.
O halde, aslında çok geç kalınmış olmakla beraber, “zararın neresinden dönülse kârdır” anlayışıyla, mezheplerin ve dindeki her türlü oluşumun, mutlaka bilinmesi ve didik didik edilmesi, yine mensup olunan dinin selâmeti açısından fevkalâde zarurîdir. Çünkü dinin, ilk devirlerdeki canlı ve aktif hüviyetine kavuşturulması, çağdaş ihtiyaçlara cevap verecek sağlam bilgi ve anlayışla mücehhez kılınması, yine dinin ve hitabettiği kitlelerin zaruret duyduğu bir ihtiyaçtır.
Dinin birleştirici, huzur ve barış kaynağı olan aslî hüviyetine kavuşturulması, her şeyden önce dinin ana kaynaklarına gidilerek sağlanabilir.
Bu, hem bu konularla ilgili olanları kaynakların henüz kabuklaştırılmamış özleri ile temasa geçirmek ve hem de yüzyıllar boyu tarihî, içtimaî ve bilhassa siyasî olayların din ilimlerinde yaptığı değişme ve gelişmeleri veya gerilemeleri göstermek bakımından yapılması icap eden bir iştir.
Öte yandan bu neviden çalışmalar, muhtelif mezhep ve fırkalar halinde zümreleşmiş toplulukların aslî hüviyetlerini hem tanımak hem de kendilerine tanıtmak bakımından fevkalâde faydalıdır; çünkü herhangi bir fırkaya mensup bir kimsenin, ne kadar tarafsız ve ilmî zihniyete sahip olmaya çalışsa da, başka bir fırkayı, o fırkanın kendini gördüğü şekilde göstermesi, hattâ görüşlerini olduğu gibi aktarabilmesi mümkün değildir.
Bu sebepten itikadî mezhep ve fırkaları, sadece kendi eserlerinden tanımak ve öğrenmekle yetinmemek; onları imkânlar ölçüsünde ulusal ya da uluslar arası toplantılarda masaya yatırıp çok iyi incelemek, İslâm düşüncesinin sağlam ve güçlü bir biçimde yeniden ayağa kaldırılması ve dinin birleştirici ve yaratıcı hüviyetinin ihyası için elzemdir.
Bugün bu bilgi şölenine katılan çok değerli bilim adamlarının birçoğunun hocası, danışmanı ve Türkiye’de mezhepler tarihi alanının en kıdemli talebesi olarak, böylesine önemli bir konuyu gündeme getiren Kastamonu Üniversitesi Rektörlüğünü ve İlâhiyat Fakültesi yetkililerini ve ilgilileri hassaten tekrar tebrik ediyorum.
Çünkü bu meselenin bir ilmî platformda, kapalı kapılar ardında değil, kamuoyunun önünde tartışılması, ilim adamları kadar ve hattâ onlardan çok daha fazla ve önemli olarak ülkemizin her düzeydeki insanı, siyasetçileri, asker ve sivil bütün idarecileri ve ilgililer açısından hakikaten çok gereklidir.
Hâsılı, bizleri bir araya toplayarak, İslâm düşünce tarihi açısından olduğu kadar, mezheb mensubiyeti açısından kimliğimiz demek olan bir alanın daha açık, daha doğru ve daha ayrıntılı bir biçimde geniş kütlelerce tanınmasına ve bilinmesine vesile oldukları için, bu bilgi şölenini tertip edenleri ve bildirileri ile bizleri aydınlatan ve ilim dünyasına büyük katkılar sağladıklarına inandığım değerli akademisyen arkadaşlarımı ve meslektaşlarımı gönülden kutlar; hepinizi sevinç ve iftihar gözyaşlarımla kucaklarım.
Hepinizi Allah’a emanet eder, hayırlar dilerim.
__________________________
[1] Bu hususta geniş bilgi için bkz. Hanifi Özcan, Mâtüridî’de Dînî Çoğulculuk, İstanbul: İFAV Yay., 1995.
[2] Hanifi Özcan, Türk Düşünce Hayatında Mâtüridîlik, Ankara: Cedit Neşriyat 2012, s. 59.
[3] Bkz. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, çev. Bekir Topaloğlu, İstanbul: İSAM Yay. 2003, 224 vd., 229-230.
[4] İmam Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhîd, 172’den Sönmez Kutlu, “Mâturîdî Akılcılığı ve Günümüz Sorunlarını   Çözmede Katkısı”, e-makâlât Mezhep ve Araştırmaları II/1 (Bahar 2009), s.11.
[5] Sönmez Kutlu, “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Mâturîdî”, İmam Mâturîdî ve Maturidilik, Haz.    S.Kutlu, Ankara: Otto 2016 (6.Bs.), s. 60 n. 122.
[6] Sönmez Kutlu, “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Mâturîdî”, İmam Mâturîdî ve Maturidilik, Haz. S.Kutlu, Ankara: Otto 2016 (6.Bs.), ss. 60 vd.
[7] İmam Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, 172’den Sönmez Kutlu, “Mâturîdî Akılcılığı ve Günümüz Sorunlarını Çözmeye Katkısı”, e-makâlât Mezhep Araştırmaları,II/1 (Bahar 2009), s.11.
[8] T. Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, çev. Süleyman Ateş, Ankara: A.Ü.İ.F.Yay. 1975, s.61.
[9]  Izutsu, aynı eser, s.126 vd
Selam...
​ T.C. / M. Kemal Adal 

7 Mart 2018 Çarşamba

HZ. PEYGAMBER'İN DİNDEKİ KONUMU

DİYANET / MÜFTÜLÜK YETKİLİLERİ VE CAMİ HOCALARIMIZCA DA,  İRŞAD, VAAZ (NASİHAT), HUTBE, SORU CEVAPLAMA (FETVA) VE BENZERİ GÖREVLERİNİN İCRASINDA, BU YAZIDAN YARARLANILMASI VE DEĞERLENDİRİLMESİ UMUT VE DİLEĞİMLE...
M. Kemal Adal

_______28.02.2018_______

KONUK YAZAR

Prof. Dr. İsmail Yakıt

Hz. Peygamber’in dindeki konumu


Günümüzde en önemli konulardan ve hatta bu hususta yapılan tartışmalardan biri Hz. Peygamber’in dindeki konumunun belirlenmesidir. Bu konuda pek çok kişi maalesef ifrat veya tefritten kurtulamıyor. Bazıları Hz. Peygamber’i Allah’ın elçiliği sıfatının yanı sıra âdeta Allah’ın ortağı veya muhalifi veya ümmeti için Allah’la pazarlığa oturan biri gibi din adına yanlış bir konuma yerleştirip ifrata düşüyor. Bazıları da Hz. Peygamber’i ve onun dinî ve ahlâkî konulardaki sahih sünnetini dinden tecrit ederek, uygulamalardaki temel espri ve hikmeti kavrayamayarak onun görev alanını iyice daraltıp âdeta “postacı” gibi gösterip tefritte kalıyorlar. Hatta Kur’an’ı yorumlamada kendilerine tanıdıkları hakkı Hz. Peygamber’e tanımıyorlar.
İşte bu ve benzeri hususlarda Hz. Peygamber’in dindeki konumu nasıl olmalı? Onun dindeki yeri nedir ve ne değildir gibi soruların cevaplarını aramaya ve bu konuda temel bazı ilkeleri belirlemeye çalışacağız.
1) Hz. Peygamber Dinin Kurucusu Değildir: Sözlerime yurtdışından bir anıyla başlamak istiyorum. Fransa’da doktora çalışmalarım esnasında tanıştığım yabancı arkadaşlarla, bir gün Sorbonne Üniversitesi’nin koridorlarında sohbet ediyorduk. Konu, yanılmıyorsam; insanın ve hayatın anlamı üzerine dinlerin getirdikleri idi. Bu arada beni tanımayan gruptaki bir yabancı benim hangi dinden olduğumu sordu. Ben daha cevap vermeden Hıristiyan olan Fransız, benim Muhammedî olduğumu söyledi. Bunun üzerine ben de Ben, sizin kastettiğiniz anlamda Muhammedî değilim. Ben Müslümanımdedim. Sonra bunu kendilerine izah ettim. Eğer Hz. Muhammed’i, Hz. Musa veya Hz. İsa gibi bir din kurucusu şeklinde anlıyorsanız -ki bu anlayış yanlıştır- Ben Muhammedî değilim. Çünkü Hz. Muhammed, din kurucusu değildir. İslâm Dini’nin kurucusu Hz. Peygamber değil, Hz. Allah’tır. Kur’an İslâm dininin kurucusu ve sahibini Allah olarak gösteriyor. Hz. Peygamber yine Kur’an’a göre Onun kulu ve elçisidir. Bu dini tebliğe memur kılınmıştır. Aslında Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer peygamberlerin yaptıkları da aynıydı. Ne yazık ki onların getirdiği vahiyler beşerî tahrifata uğrayınca, getirdikleri din değişti. Sadece din değil, dinin kurucuları da değişti. Peygamberler din kurucuları oldular. Hz. Musa’nın dinine Musevilik, Hz. İsa’nın dinine İsevilik adı verildi. Hâlbuki İslâm dininin kaynağı Kur’an, hiçbir değişikliğe uğramamıştır ve herkes her asırda yeniden orijinal kaynağa müracaat etme şansına sahiptir. Dolayısıyla sizin anladığınız anlamda yani din kurucusu anlamında biz “Muhammedî” değiliz. Şayet Hz. Muhammedi örnek alanlar, onun yolundan gidenler veya ona tabi olanlar anlamında ise Muhammedî tabirinin bir sakıncası yoktur. Ancak “Muhammedî” tabiri yerine “Müslüman” demek daha doğrudur.
Musevilik ve İseviliğin bozulması sadece kutsal kitaplarının değişmesiyle olmadı. Aynı zamanda “peygamber” kavramı üzerindeki telakkiler de değişti. Yahudiler peygamberleri Allah katına çıkardılar, O’ndan da güçlü görmeye başladılar. Meselâ Hz. Yakub’a İsrail denmesi Tevrat’ın ifadesine göre Rabble güreşen ve O’nu yenen(Tekvin, 32/28) demektir. Böylece Rab Yahova’nın gücü peygamberin gücüne göre tâli plânda kaldı. Bilakis Hz. Musa için de durum aynı oldu. Hıristiyanlar, Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu telakki ettiler. Onu beşerî vasıflardan sıyırıp ulûhiyete derc ettiler. Dolayısıyla tevhitle beraber, din de gitti.
İşte peygamberi, peygamber olma özelliğinden alıp onu Allah’ın yerine koyar ve Onun vazifelerini yapma görevi verirlerse olacak olan budur. Yani din bozulur. Kur’an bu hususa dikkat çekmektedir. Hem Allah’ın hem de peygamberin görevi, yetkileri âyetlerde belirtilmiştir. İşte bu sebepten dolayı insanlığa bir elçiyle din göndermek insanlığa vazifelerini hatırlatmak, emir ve vahiylerle onu donatmak, doğru yolu göstermek, sonunda onları hesaba çekmek ve benzerleri hep Allah’a ait işlerdir.
İslâm dininin sınırlarını ve muhtevasını Kur’an tayin etmektedir. Kur’an’a göre din konusunda hüküm Allah’a aittir. Öyleyse insanlığa dini gönderme, temellendirme, onun muhtevasını tayin ve sınırını çizme ve din konusunda hüküm verme yetkisi Allah’a ait olduğundan Hz. Peygamber din kurma konusunda kendiliğinden bir şey getirmemiştir. O, kendine vahyedileni iletmiş ve o vahyin evrensel buyruklarını anlamada, yorumlamada ve hayata geçirmede canlı bir örnek olmuştur. Aksi takdirde Kur’anî vahyi tebliğ eden Hz. Peygamber din kurma konusunda Allah’a ortak olmuş olur ki bunun adı da Kur’an’da şirktir. Dolayısıyla Hz. Peygamber Kur’an’a muhalif bir şey söyleyemez, ortaya koyamaz. Şayet Hz. Peygamber’e isnat edilen söz veya fiillerden Kur’an’la çelişen varsa o sözün veya fiilin Hz. Peygamber’e aidiyeti kabul edilemez. Aksi takdirde elçilik yani peygamberlik görevini yapmamış olur.
2) Hz. Peygamber Dinin Tamamlayıcısı Değildir: Hz. Peygamber’i İslâm dininin tamamlayıcısı olarak göstermek Kur’an’a muhalif bir düşüncedir. Zira Kur’an’da: “El-yevme ekmeltu lekum dînekum…” (Mâide,5/3) “Bugün sizin dininizi tamamladım.” denmektedir. Tamamlama anlamında “ekmeltu” kelimesi kullanılmıştır. Yani “mükemmel kıldım”. Mükemmel olan bir şeyde eğrilik, yanlışlık, eksiklik vs. olmaz. Dolayısıyla din Allah tarafından tam ve mükemmel hale getirilmiş ve Kur’an’da bunun çerçevesi ve muhtevası tam anlamıyla verilmiştir. Hz. Peygamber’in hadislerini bir başka tabirle, Hz. Peygamber’in söz ve fiillerini Kur’an’ın tamamlayıcısı gibi değerlendirmek ve bunu bir inanç konusu yapmak her şeyden evvel bu âyete ters düşer. Kaldı ki Hz. Peygamber Allah’a hiçbir konuda muhalefet etmez ve etmemiştir. Allah’ın din konusunda gösterdiklerini eksik bularak tamamlamak gibi bir davranış içinde bulunmamıştır. Onun görevi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Allah tarafından tam olarak gönderilen bu dini, anlamada, yorumlamada ve hayata geçirmede canlı bir örnek olma keyfiyetidir. Şayet söylediği, ifade ettiği hususlar Kur’an’da yoksa o hususun dinin muhtevasından olmadığı düşünülmelidir. Çünkü Hz. Peygamber çok fonksiyonlu bir şahsiyetti. Daha önce de belirttiğimiz gibi O, hem müftü hem hakim hem komutan hem devlet başkanı idi. Dolayısıyla o, söz ve fiillerini hangi sıfatı, hangi fonksiyonu gereği icra etmişti? Bu husus iyi araştırılmalı ve hadisleri bu zaviyeden yeniden ele alınmalıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, şayet bir sözü veya fiili müftülük sıfatının gereği ise, o husus her inananı bağlar. Çünkü müftünün fetvası geneldir. Şayet onun bir sözü veya fiili hakimlik (=kadılık) sıfatının gereği ise o, sadece o sahabeyi bağlar. Zira hakimin hükmü ferdîdir, yani özeldir. Şayet söz veya fiili komutanlık sıfatının gereği ise o zamanki harp ve sulh şartlarına göre aldığı tavırdır ve harp tarihi açısından bir niteliğe haizdir. Şayet söz veya fiili devlet başkanlığı sıfatının gereği ise, o da kendi devrinin, siyasî, sosyal, ekonomik, kültürel vs. özelliklerinden dolayı aldığı tavırdır ve siyasî tarih açısından oldukça önemlidir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in her söylediğini dinî olarak telakki edemeyiz.
Bütün bunların ötesinde, yapılan dinî içtihatlar da hiçbir zaman dini tamamlayan hususlar değildir. Geçmişte yapılan içtihatlar ile günümüzde yapılmakta olan içtihatlar ve yarın yapılacak olan içtihatlar bağlayıcı değildir. Bir devrin veya bir dönemin din anlayışı, dinî konulardaki yorumları ve vardıkları neticeler hiçbir zaman bütün devir veya dönemleri kapsamaz. Çünkü İslâm dini, evrensel ve zaman üstü bir dindir. Kitabı Kur’an da bütün zamanların anlayış ve mantalitelerine kaynak teşkil edecek orijinalliğe sahip yegâne kitaptır. Ancak her devir, bir önceki devrin tecrübelerinden, fikrî gelişiminden elbette faydalanacaktır. Dolayısıyla dinî tefekkür, asırlar öncesi görüş ve kanaatlere mahkûm edilmemelidir. Aksi takdirde düşünce bazında statik bir anlayış hakim olur. Gerilik ve taklitçilik doğar. Dinî tefekkür daima dinamik olmalı, her devirde değişen sosyal şartlara ve hayata ışık tutucu orijinal ve evrensel yorumlar getirilmelidir. Şayet Müslümanlar geçmiş dönemlerin dinî yorumlarına hapsedilirse onlardan günümüzdeki dinamik hayata ayak uydurmalarını bekleyemeyiz. Öyle bir din anlayışı içindeki Müslümanlar hayatın dışına ve hatta gerisine itilmiş olur. Bu durumda ise insanın mutluluğunu, dünya ve ahiret saadetini amaçlayan bir din, onun mutsuzluğunun kaynağı haline gelir.
Şu halde din tam geldiğinden ne peygamber tarafından tamamlanmış ne de İslâm âlimlerince yapılan içtihatlarla tamamlanmıştır. Hz. Peygamber’in yaptığı Kur’an âyetlerinin anlaşılması, yorumlanması ve bunların hayata geçirilmesi hususunda canlı örnek olma keyfiyetidir. Âlimlerin içtihatları da kendi devirlerindeki bilgi, kültür ve din anlayışları doğrultusunda yapılan yorumlardır.
3) Hz. Peygamber’in Getirdiği Yasakların Hepsi Dinî Değildir: Kur’an, tamamlanmış bir İslâm dini serdettiğinden emir ve nehiyleriyle de din tamamlanmış demektir. Gerçi Kur’an’daki her yasak, dinî nitelikli olmadığı gibi her emir de dinî bir muhteva arz etmemektedir. Hz. Peygamber’in de emir ve yasakları ya Kur’anî çerçeve içinde vahyin yorumu, açıklamalarıdır yahut da çok fonksiyonel olan kişiliğinden dolayı, peygamberlik dışında taşıdığı sıfatının bir gereğidir. Meselâ ipeğin yasak oluşu, Hz. Peygamber’in bir uygulamasıdır. İpek, Arabistan’da üretilmiyordu. Çin’den Hindistan’a, oradan da İran yoluyla Suriye’ye yani Şam pazarlarına getirilip satılıyordu. Oldukça pahalı bir ithal malı idi. Hz. Peygamber’in devlet başkanı sıfatıyla, ekonomik açıdan zayıf olan ilk İslâm toplumunu bu nevi pahalı lüks tüketimlerden uzak tutmak için getirdiği bir yasaktır. Dinî olmaktan ziyade ekonomik bir tedbirdir.
Kur’an’da ziynet kullanma yasağı yoktur. Sadece kadınlara has ziynet eşyalarını veya takılarını teşhir yasağı vardır. Kadınlar teşhir edemediklerinden takılara karşı tutkuları azalacaktır. Erkeklerin ziynet olarak altın kullanmalarının yasaklanması Hz. Peygamber’in yine ekonomik tedbirlerinden biridir. Zira araştırıldığında görülecektir ki, o dönemde altın ticareti ve sarraflık Medineli Yahudilerin elindeydi. Müslümanların ellerindeki birikim ve tasarruflarının gayr-i müslimlere sermaye olarak akmaması için bu yasak getirilmiştir.
4) Hz. Peygamber Kur’an’ı İlk Mushaf Haline Getiren Kişidir: Kur’an’ın toplatılması hususunda yaygın olan kanaate göre, Kur’an’ı Hz. Ebû Bekir, Zeyd b. Sâbit başkanlığında bir komisyon tarafından tedvin ettirmiş, eldeki bölük pörçük Kur’an sayfalarını ispatlı, şahitli olarak bir araya getirmiş, onu mushaflaştırmıştır. Birçok Müslüman bir yandan bunu söylerken -ki tarihî verilere göre bu olay doğrudur- diğer yandan da Hz. Peygamber’in sağlığında vahiy kâtiplerine, gelen her âyetin hangi surenin altına yazılacağını söyleyip Mescid-i Nebevî’de bulunan, varakları hayvan derilerinden olan asıl mushafa yazdırdığını da söylerler. Ayrıca her Ramazanda Cebrail ile birlikte Kur’an’ın hatim edildiği sağlam bilgilerimiz arasındadır. Mukabele veya hatim ise belli bir sıraya göre olur. Yani belli bir sureden başlayıp, belli bir sureye veya âyete kadar okunur. Bu olayda hangi sırayı takip ettiler? Hz. Peygamber’in Mescid-i Nebevî’de mushaf haline getirtip, surelere göre tasnif ettirdiği ve gelen her âyeti, emrettiği surenin altına yazdırdığı Kur’an nüshası nerede?
İşte bütün bu sorular ve cevapları arka plânda kalmıştır. Kur’an’ı ilk mushaf haline getiren yukarıda söylediğimiz gibi Hz. Peygamber’dir. Hz. Ebû Bekir ve komisyonun yaptığı ellerde bulunan eksik, dağınık ve bölük pörçük -bazılarında hadislerle karışmış- sayfaları ayıklamak ve bir araya getirmektir. Biraraya getirilen bu varaklar Mescid-i Nebevi nüshası ışığında mushaflaştırılmıştır. Olay budur. Yoksa ilk mushafı oluşturmak komisyonun işi değildir. Durum böyle olunca, tarih boyunca Şia mezhebi ve diğerlerinin “şu âyet alınmadı” “bu sure kasten yazılmadı” vs. gibi iddialarının asılsızlığı kendiliğinden ortaya çıkar.
5) Hz. Peygamber Dinen ve Ahlâken Yegâne Örnektir: İnsanoğlunun hayatında birçok yönden örnek aldığı, rehber edindiği kişiler yok değildir. Birçok mümtaz şahsiyet pek çoğumuzun çeşitli vesilelerle örnek aldığı kişiler arasındadır. Dinî ve ahlâkî konularda da örnek alınan kişiler vardır. Bunlar son derece tabii olan hususlardır. Ancak bu hususta Kur’anî ifadeyle “en güzel örnek” “usvetun hasenetun“, Hz. Peygamber’in bizzat kendisidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Hz. Peygamber, Allah’ın âlemlere olan ilâhî mesajının canlı bir örneği olduğundan, ona uymanın, onu örnek almanın temel esprisi Ondan daha güzel ve daha iyi kimsenin uygulayamayacağıdır. Zira ona mesajını veren Allah o mesajın nasıl uygulanacağının mesajını da vermiştir. İşte bu anlamda Hz. Peygamber dinde örnektir. Nitekim âyette:
Ey inananlar! Andolsun ki sizin için, Allah’a ve Ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Allah’ın elçisi en güzel örnektir.(Ahzab, 33/21)
Bu âyette Hz. Peygamber’in en güzel örnek Müslüman oluşu dinî ve ahlâkî temele dayanır. Şöyle ki: Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlardan kasıt, inanmada, yaşamada ve dinî değerleri hayata geçirmede, kısaca dünya ve ahiret saadetini umma konusunda Hz. Peygamber örnektir. Yani İslâm dinini yaşama ve uygulamada Hz. Peygamber örnek alınmalıdır. İkinci husus âyete göre Allah’ı çok anan kimseler için Hz. Peygamber en güzel örnektir. Allah’ı çok anmaktan kasıt O’nu sürekli hatırlamaktır. Hayatın her safhasında, gizli, âşikâr hep Allah’la beraber olabilmektir. Yani davranışlarında, iç ve dış dünyasında ve vicdanında O’nunla beraber olmak anlamındadır. Bu husus ise yüce ahlâkın bir gereğidir. Öyleyse Hz. Peygamber ahlâkî değerleri hayata geçirme açısından da en güzel örnektir. Nitekim bir başka âyette Şüphesiz sen büyük bir ahlâk sahibisin (Kalem, 68/4) buyrulmaktadır. Şu halde Hz. Peygamber, dinen ve ahlâken yegâne örnek alacağımız bir mümtaz şahsiyettir. Hz. Peygamber’i örnek alırken İslâm dini ile Arap örfünü birbirine karıştırmamamız gerekiyor.
Kısaca, Hz. Peygamber’i, Kur’an’da kendisine tahsis edilen mümtaz yer ve görevin dışına çıkarmamalıyız. Unutmayalım ki peygamber kavramındaki sapmalar dinin bozulmasının en büyük âmilidir.
Bu yazı Prof. Dr. İsmail YAKIT’ın “Hz. Peygamber’i Anlamak” (Ötüken Neşriyat, 4. Basım, İstanbul, 2017) isimli kitabının 58-65. Sayfaları arasından iktibas edilmiştir.
Selam...
​ T.C. / M. Kemal Adal 

22 Şubat 2018 Perşembe

ASKER MÜSLÜMANLIĞI NEDİR

_______21.02.2018_______

KONUK YAZAR

Asker Müslümanlığı Nedir?*



Ucuz yollu inanç, din, mezhep, meşrep ötekileştirmesi yerine
görev odaklı bir Müslümanlık anlayışı
asker için daha kapsayıcı ve maksada uygundur.
Hasip Saygılı
İslam’ın insanlığa mesajının belli bir zaman ve coğrafya ile sınırlı olmadığını kabul ediyoruz. Diğer taraftan farklı çağ, coğrafya ve kültürlerde dinin algılanması ve hayata geçirilmesinin değişiklikler gösterdiği de bir vakıadır. Esasında bu da olağandır. Bu yüzden Bosna’daki Müslümanlıkla Afganistan’da yaşanan arasında farkların olduğunu görmek için uzmanlık bilgisine de ihtiyaç yoktur. Dahası aynı çağın ve coğrafyanın toplumu arasında da eğitim, hayat telakkisi ve mizaç farklarından dolayı da bazı farklılıklar gözlenmesi de mümkündür. Bu yüzden bu yazıda askerliği meslek olarak seçmiş olan kimselerin dini yaşayış ve algıları üzerine görüşlerimizi ifade edeceğiz.

Bir uçtan bir uca savrulmak meselelerimize çözüm getirmez
Öncelikle yanlış anlaşılmaktan kaçınma için geçmiş dönemlerde muvazzaf askerlerin şehit silah arkadaşlarının cenaze namazlarına katılmalarını bile irticaya taviz olarak gören anlayışın ordunun azımsanmayacak bir kesiminin FETÖ şebekesine teslim edilmesinde ağır bir vebal taşıdığını söylemeliyiz. Bugün geldiğimiz safhada ise geçmişteki isabetsiz uygulamaların bir nevi simetriklerine de dikkat edilmesi gereğine inanıyoruz. Bir uçtan başka bir uca savrulmanın meselelerimize kalıcı çözüm getirmeyeceği açıktır. Dinin günümüzde de dünyalık bir çıkar sağlama aracı olarak kullanılmasından hareketle kategorik bir reddin de makul olmadığı kanaatindeyiz.  Problem sahalarının görmezden gelinmeden tartışılması sağlıklı bir çıkış için şart görünmektedir.

Dindar görünme terfi ve tayinlerde rol oynarsa…
Somut bir görüntü ile konuya girelim. Afrin harekâtı ile ilgili Prizren’de bir camide yapılan dua esnasında bir haber ajansında kullanılan bir fotoğraf ise ele aldığımız meselenin düğüm noktalarından birisine işaret etmiştir (https://www.cnnturk.com/turkiye/kosovada-afrinde-sehit-dusen-turk-askerleri-icin-dualar-okundu?page=1).  

Bu fotoğrafta binbaşı rütbesindeki bir subayımız hemen önünden çekildiği izlenimi veren bir kadrajda kendinden geçmiş şekilde 99’luk tesbih çekiyor görüntüsü ile çıkmıştır. İnsanların dindarlık, samimiyet ve niyetlerini sorgulamak bu yazının konusu elbette olamaz. Ancak verilen görüntünün dost ve düşman beyinlerde yaratacağı algıyı eski sistemimizde ümera denilen üst subay sınıfından bir rütbelinin tartabilecek seviyede bulunması beklenir.
Bir muvazzaf subayın kendinden geçerek tesbih çekmesinde ne sakınca olabilir denilebilir. Etrafa göstermeden yapıldığı takdirde söyleyecek bir şeyimiz olamaz. Ama Türk ordusuna 1826’dan günümüze en büyük darbeyi vuran tertibin baş aktörünün maharetle sergilediği ağlamalı sızlamalı naklen ve banttan yayınlanan dindarlık görüntülerinin nelere mal olduğunu göz ardı edemeyiz. Dahası dindar görünmenin terfi ve tayinlerde rol oynayacağı algısı zihinlerde yer ederse liyakat ve ehliyetin tamamen devreden çıkması söz konusu olur. Bu durum, büyük tarihçi filozof Will Durant’ın büyük medeniyetler içten çürüyüp çökmedikçe yok olmazlar tespitini hatıra getirmektedir.
Önceki yazılarımızda dindarlık görüntüsünün tercihinin yaratacağı yan etkilere değinmiştik. Bu çerçevede bazı muvazzaf askerlerin seçilerek devlet tarafından hacca gönderilmesi ile yüksek seviyeli generallerin haklarında karar verileceği döneme yakın topluca sabah namazına gidişlerinin sakıncaları dile getirilmişti. Yukarıda bahsettiğim tesbih çekme görüntüsünün sakıncaları bunlardan hafif değildir.

Asker kafasına vur ekmeğini al görüntüsü veremez
Kendinden geçerek tesbih çektiği görüntüsü veren bir subay, Türk milletinin düşmanlarına ordunun savaşkanlığı çerçevesinde caydırıcı bir mesaj vermiş olmaz

Subay işin tabiatı icabı barış gönüllüsü, savaş karşıtı, Yehova şahidi, vicdani retçi, LGBT, ayyaş, kumarbaz vs. olamayacağı gibi kafasına vur ekmeğini al denilen cinsten bir görüntü de veremez. 

Terörle mücadele esnasında da bir muvazzaf asker “her gün barış için dua ediyorum, kan dökülmesin” diye beyanat veremez. Çünkü zaten üniforma dua etmek için değil silah kullanmak için giyilir. 

Sn. Diyanet İşleri Başkanının Afrin harekâtının taktik seyri ile ilgili değerlendirme yapması neyse bir muvazzaf askerin de barış için dua ettiğini beyan etmesi o kadar isabetsizdir. 

Tekrar edelim, herkes istediği duayı ve yorumu elbette yapabilir, ancak üzerinde taşıdığı sıfat gereği bunları beyanat konusu yapması uygun değildir.
Bütün bu konuları konuşurken asker algısında müslümanlığın yerinin isabetle ortaya konulmasını gerekli görüyoruz. 

Önce baştan şunu söyleyelim. Kalpazanların değerli paraların sahtelerini piyasaya sürmesi gibi bir kısım siyaset (ve ticaret) erbabı dini kendi şahsi ve zümrevi çıkarları için hemen her zaman kullanagelmişlerdir

Buradan hareketle dinin sadece çıkar mücadelesinde kullanışlı bir maniveladan ibaret olduğu sonucuna gidilmesi ne kadar aldatıcı ise İslam’ın da sadece şefkat ve merhamet tebliğ ettiği de asker algısı için o kadar yetersizdir.

İslam’da askerlik
Tabiri caizse İslam askeri bir dindir. Bazı surelerin adları salt askeri kavramlardan alınmadır. Saf (askerlikte bugün kullandığımız anlamda), enfal (ganimet) ilk akla gelen sure isimleridir. Adiyat suresinde savaş atlarının harika bir tasviri mevcuttur. Dahası Allah bu atların üzerine yemin etmektedir. Kitabullah savaş vaki olduğunda bahane arayarak katılmayanları ağır şekilde uyarmaktadır. Düşmanın önünden kaçanlar lanetlenmekte,  düşman önünde sırt sırta vererek set oluşturanlar takdir edilmektedir.
Tevbe suresi müşriklere ültimatom olarak algılanmıştır. Bugünkü anlamda angajman kuralları diyebileceğimiz uygulamalar surenin ilk ayetlerinde zikredilmiştir. Bu surenin başında diğerlerinin aksine yaradanın rahman ve rahim olduğunu ifade eden besmele yoktur. Kılıç ayeti de bu sure içindedir. Buradan askerliğin icaplarının vahiy ile de teslim edildiğini kabul edebiliriz. Esma-i hüsna olarak da bilinen yaratıcının 99 ismi arasında rahman ve rahim gibi onun şefkat ve merhametini vurgulayan isimler olduğu gibi cebbar(istediğini zorla yaptıran) ve muntakim (intikam alıcı) gibi isimleri de mevcuttur.

Peygamberimiz muharipti
Hz. Resul’e atfedilen “Bir peygamber harp için zırhını giydi mi savaş bitmeden çıkarmaz” ifadesi de “Cennet kılıçların gölgesindedir” hadisi de savaşı bir olgu olarak kabul eden realist bir anlayışın İslam telakkisinde daha başlangıçtan itibaren mevcut olduğunu göstermektedir. Dahası Batılılar İslam’ın tebliğcisini zaten “kılıçlı peygamber” olarak görmüşlerdir. Makyavel, “peşinde bir ordusu olan peygamberler başarılı oldu, diğerleri testere ile boğazlandı, çarmıha gerildi” derken bunu söylüyordu. 

Buradan bugünlerde müşterisi çok fazla olan hemen her şeyi yaradana havale etme ucuzculuk ve kolaycılığına gelmek istiyorum. 

Asker içinde yaşadığı toplumun karşı karşıya kaldığı problemleri evvelemirde kuvvet kullanma dâhil kendi çabaları ile çözeceğini ( - Ki bu SÜNNETULLAH = Allah'ın yol ve yasasının bir gereğidir- MKA DİP NOT:1) bilir. Kendi üzerine düşeni yapmayı hatıra getirmeden “Teröristlere lanet eyle…  Düşmanlarımızı kahreyle…” gibi dua formatında temennilerin boş lakırdı olma dışında bir işlevi olduğuna inanmaz. 

Kendi çocukları ve yakın akrabalarını askerlik mükellefiyetinden uzak tutanların parlak vatanseverlik söylemlerine ses çıkarmaz ancak acı acı güler.

Asker hiyerarşi dışı bir otoriteden emir alamaz
Askerin müslümanlığı sıralı amirler dışında hiçbir tarikat ve locadan emir almasına müsaade etmez. Askerliğin kurallarının Hz. Peygamber için dahi istisnası olmadığı bilinir. Harbin gereklerini yerine getirmediğinde onun dahi ağır bir bozgunu tattığını bir muvazzaf asker asla unutmaz.

 Harpte ve çetin zamanlarda yüce Tanrı’nın yardımına sadece işini tam yaptığında mazhar olacağını bilir. İşini dört elle yapmayan, görevini savsaklayan anlayışlara herhangi bir manevi destek olamayacağından  ( - Ki bu SÜNNETULLAH = Allah'ın yol ve yasasının bir gereğidir- MKA DİP NOT:1) emindir.

Toprağın altı toprağın üstünden hayırlı hale gelince “ölse gerek yiğit kendi yurdunda”
Muvazzaf askerin kendi dindarlığı gösteriş, birilerine bir şey ispatlama gayesi ile örselenmiş değildir. İşini yaparken dini inancı onu kriz zamanlarının sinir bozucu psikolojisinden korur. 

Basit dünyalıklar için ucuza ve kötüye kullanılmadığı takdirde dini inanç askerlik için harp şartlarında elzem olan metanet ve sebat kaynağıdır. 

Komutan artık akrebin kıskacından kurtulmasının mümkün olmadığını görünce Resul-i Ekrem’in işaret ettiği “artık toprağın altının toprağın üstünden daha hayırlı olduğu” vaktin çattığını anlar. Bu an zaten bir türkümüzde dile gelen “ölse gerek yiğit kendi yurdunda”nın da ta kendisidir. Kastedilen yurdun karakter sağlamlığı, helal süt emmişlik, tam zamanı gibi anlamlar taşıdığı bellidir. Bu çerçevede komutan birliğine örnek olarak postu ucuza değil, er meydanında en yüksek paha ile satar. Can verir, nam alır… Sanki Atsız Bey’in kahramanlık şiiri muharebe meydanında ete kemiğe bürünür. Asker Hakkın huzuruna şerefle giderken kahramanlığının dünyevi karşılığı olarak temiz ismi birkaç nesil boyunca daha yaşar. Canını kurtarma imkânı varken askerliğin şan ve şerefine toz kondurmamak için Oruç Reis (şehadeti 1516) ve Müşir Mehmed Ali Paşa (1827-1878) gibi nefsini feda etmeyi göze alan komutanlar kadirbilir gönüllerde hürmet ve tazimle yaşamayı sürdürürler…
Asker dindarlığı muharebenin çetin zamanlarında özellikle küçük birliklerde kuvvet çarpanıdır.  Mesela birlik komutanı salavat ayetini (Ahzab-56) şahsen okuyarak veya okutarak yaratıcıya sığınıp şimdi biz de bu ayet hükmünce süngümüzle peygambere salat ve selam getireceğiz diyebildiğinde kahraman yavrularımız arslan kesileceklerdir. 

Tabii burada kast ettiğimiz eğitim, tatbikat, fiziki güç kazanma, silah teçhizata hâkimiyet gibi ön hazırlıklardan sonraki moral ve motivasyon safhası içindir. Yoksa gereken hazırlıkları yapmayıp işi hamasete yüklersek hüsrana uğrarız. Ancak diğer faktörlerin varlığı moral ve motivasyon ihtiyacını ortadan kaldırmaz.
Asker Müslümanlığı görevinin gereklerini tam olarak yerine getirdikten sonda işi dindarane bir teslimiyetle (- Kİ bu:Allah'a Tevekkül'dür. MKA) tabii seyrine bırakır. 
Karacaoğlan’ın yüzlerce sene evvel söylediği “Ecelden korkup da geride kalma/Yiğidin başına yazılan gelir” mısraları bu tevekkülün özlü ifadesidir. Kurucu liderimizin muharebe meydanlarındaki tecrübelerine dayanarak söylediği  “muharebede yağan mermi yağmuru sakınanları daha fazla ıslatır” sözü de aynı değerlere işaret eder.

Asker dindarlığı kimsenin dini, mezhebi, inancı ve inançsızlığı ile uğraşmaz
Diğer taraftan asker dindarlığı kimsenin mezhebini, meşrebini kurcalamaz. Verilen görevleri yaptığı sürece kimsenin inanç dünyasına bakmaz.( -ki bu İslam dininin de bir gereğidir-MKA.) Birlikte bulunabilecek başka din mensupları, ateist ve deistleri rencide edecek kabalıklardan kendisini men eder.  
Zaten ecel kuşu muharebe sahasında alçak uçuşa geçtiğinde bu gruplardan İslam’dan kopmuş olanlar muhtemelen daha unutmadıkları   kelimei   şehadeti   getirebilirler, sanıyoruz. 
Zaten özellikle son dönemde İslam’dan dönmelerin genellikle yoğun felsefi, vicdani ve fikri muhasebe sonucu olmaktan ziyade dinin yaygın bir şekilde çıkar için kötüye kullanılmasına bir tepki olduğunu da göz önüne alırsak muharebenin çetin anlarında insanların inanma eğiliminin artacağını tahmin edebiliriz. 
Zaten kastettiğimiz deist ve ateistlerin çok büyük bir kısmının halen formel olarak İslam olduklarını da hatırlamalıyız.
Bu çerçevede Çanakkale’de ordumuzdaki Rum tabip yüzbaşımızın maiyetindeki Ali Çavuş’a mezarımı sizinkilerden ayırmayın vasiyetindeki bütünleşme psikolojisini hatırlamalıyız. Bağlamı biraz zorlayarak 27 Mayıs yargılamalarında Yassıada’da tutuklu DP milletvekillerinin aralarında mevlid okuyup dua etmelerine İstanbul Rumlarından milletvekili arkadaşlarının da ağlayarak katıldığını söyleyelim.
Konumuza dönersek müşterek bir dini inancın moral ve motivasyon için vaz geçilmez bir manivela olduğunu bilelim. Ama hemen herkesin standart bir dini ve felsefi akideyi benimsemiş olması gerekmediğini ifade etmeliyiz

Bizim inanç sınırlarımız dışındaki insanlar da profesyonelce canlarını feda edebilir. Mesela yukarıda aziz adını andığımız Müşir Mehmed Ali Paşa’yı asilere karşı canları pahasına savunanların önemli bir kısmı mahalli Hristiyan Arnavutlardı… Bu kahramanlar son nefeslerini vermeden mareşalimizin kılına halel gelmesine müsaade etmediler. Balkan Harbi’nde de ihtiyat zabitimiz Ohannes Efendi yiğitçe savaştı, iki defa yaralandı. Arnavut redif askerlerimizin gayretsizliğini kırmak için ne kadar ağır konuştuğunu hadiseye tanık olan Sadrazam Tevfik Paşanın oğlu hatıralarında aktarıyor. Yine, Birinci Dünya Harbi başlangıcında doğuda Köprüköy muharebelerinde Harbiye mezunu mülazım Vahan Pastırmacıyan’ın kahramanca savaştığını ve yaralandığı Ziya Yergök Paşa hatıralarında minnetle anıyor… 
Diyeceğimiz, kolaycı ucuz genellemelerin gerçeğin tonlarını görmemizi engellememesidir.

Dini söylemle milli mukavemeti baltalamak
Ancak diğer taraftan da bir kişinin inanç olarak müslüman olması asker olarak görevini mutlaka yapacağına yeterli bir kanıt olamaz
Osmanlı’nın son yüzyılının askeri tarihi, din birliğinin yeterli olduğunu savunanları susturacak ibretlik vakalarla doludur. Dahası günümüzde  “İlmihal” “Müslüman’a nasihat” “Kıyamet ve ahiret” gibi kitaplarda Türk askerinin düşmana teslim olmadığı için tahkir edilmesini dikkate aldığımızda her sakallıyı baba sanmanın bizlere ağır bir bedel ödeteceği kuşku götürmez.
Bu kapsamda asker dine de dindara da elbette saygı duyacaktır. Ama milli mukavemeti baltalayan, düşman propaganda hezeyanlarını dini bir retorikle yayanlara karşı uyanık olunması gerekir. 
Tabii bunların, sahada çalışmış Lawrence’in anılarında itiraf ettiği cephe gerisinde barış zamanından itibaren yürütülen düşman milletin [Türklerin] mukavemetini çökertmek  için  zihnini tanzim faaliyetleri olduğunu siyasi makam sahiplerine birilerinin söylemesi de şarttır. Merdiven altı, kayıt dışı mütalaaların uygun bir ortamda dile getirilmez ise herhangi bir şey ifade etmeyeceği açıktır.
İfade etmeye çalıştığımız bizim asker müslümanlığı dediğimiz görev odaklı bir din anlayışının benimsenmesi ve yaygınlaşması için acilen muvazzaf asker temininde özen gösterilmesi olduğunu düşünüyoruz. Bu kapsamda özellikle subay ve astsubay tedarik merkezlerinde ise resmi hiyerarşi dışında başka otoritelere bağlı olanlar için askerlik mesleğinin uygun olmayacağı daha baştan ifade edilmelidir. Fetöş kalkışması en azından böylesi bir tedbirin lüzumunu öğretmiş olmalıdır.
Tabii daha önemlisi yetenekli, zeki ve karakter sahibi yavrularımızın muvazzaf askerliği meslek olarak seçmelerinin özendirilmesidir. Böylesi bir teşvik, itibar ve güvenliğimiz için Afrin’de mücadele eden Mehmetçiğin ocağına halis ve anlamlı bir destek olacaktır.
* Karar gazetesinde 17 Şubat 2018 günü yayınlanmış “Asker Müslümanlığı” yazısının genişletilmiş halidir.
MKA DİP NOT-1:SÜNNETULLAH'TIR Kİ: Allah'ın lütfu müstesna insanın öz kazancından başkası yoktur: (İnsanın özgür seçme ve tercihi ile kesbettiği / yaptığı iş / eylem / ameline göre karşılığını Allah yaratır ve hem dünyada hem de ahirette tam olarak verir.)
Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur. Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. Sonra karşılığı kendisine hiç eksiksiz verilecektir. 53. sure (NECM)39- 41. ayet

Çünkü Allah, her benliği kendi kazandığıyla karşı karşıya getirecektir. Allah, hesabı çok çabuk görür. 14. sure (İBRÂHİM) 51. ayet 

Her birinin, yapıp ettiklerinden dereceleri vardır. Amellerinin karşılığı eksiksiz verilecektir, hiçbir haksızlığa uğratılmayacaklardır. 46. sure (AHKAF) 19. ayet 

Korunup sakınanları Allah, kendi başarıları yüzünden kurtarır. Ne kötülük dokunur onlara ne de kederlenirler. Allah Haalik'tir, her şeyin yaratıcısıdır. Her şey üzerine vekil olan da O'dur. 39. sure (ZÜMER) 61-62. ayet 

Herkesin yapıp ettiğinin karşılığı tam verilir. O, onların neler yaptıklarını daha iyi bilmektedir. 39. sure (ZÜMER) 70. ayet 


---
Selam...
​ T.C. / M. Kemal Adal