İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.

12 Mart 2018 Pazartesi

İSLÂM'DA TECDÎD (Yenilemek) VE MÜCEDDİDLER (Yenileyiciler)


BAŞLIK KONUSU İLE İLGİLİ ÖN BİLGİ:

Hz. Peygamber Dinin Tamamlayıcısı Değildir
 Hz. Peygamber’i İslâm dininin tamamlayıcısı olarak göstermek Kur’an’a muhalif bir düşüncedir. Zira Kur’an’da: 
El-yevme ekmeltu lekum dînekum…” (Mâide,5/3) “Bugün sizin dininizi tamamladım.” denmektedir. 
Tamamlama anlamında “ekmeltu” kelimesi kullanılmıştır. Yani “mükemmel kıldım”. Mükemmel olan bir şeyde eğrilik, yanlışlık, eksiklik vs. olmaz. 

 Dolayısıyla din Allah tarafından tam ve mükemmel hale getirilmiş ve Kur’an’da bunun çerçevesi ve muhtevası tam anlamıyla verilmiştir. 
 Hz. Peygamber’in hadislerini bir başka tabirle, Hz. Peygamber’in söz ve fiillerini Kur’an’ın tamamlayıcısı gibi değerlendirmek ve bunu bir inanç konusu yapmak her şeyden evvel bu âyete ters düşer.Kaldı ki Hz. Peygamber Allah’a hiçbir konuda muhalefet etmez ve etmemiştir. Allah’ın din konusunda gösterdiklerini eksik bularak tamamlamak gibi bir davranış içinde bulunmamıştır. 
Onun görevi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Allah tarafından tam olarak gönderilen bu dini, anlamada, yorumlamada ve hayata geçirmede canlı bir örnek olma keyfiyetidir.
 Şayet söylediği, ifade ettiği hususlar Kur’an’da yoksa o hususun dinin muhtevasından olmadığı düşünülmelidir. 

 Çünkü Hz. Peygamber çok fonksiyonlu bir şahsiyetti. Daha önce de belirttiğimiz gibi O, hem müftü hem hakim hem komutan hem devlet başkanı idiDolayısıyla o, söz ve fiillerini hangi sıfatı, hangi fonksiyonu gereği icra etmişti? Bu husus iyi araştırılmalı ve hadisleri bu zaviyeden yeniden ele alınmalıdır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, şayet bir sözü veya fiili müftülük sıfatının gereği ise, o husus her inananı bağlar. Çünkü müftünün fetvası geneldir. 
Şayet onun bir sözü veya fiili hakimlik (=kadılık) sıfatının gereği ise o, sadece o sahabeyi bağlar. Zira hakimin hükmü ferdîdir, yani özeldir. 
Şayet söz veya fiili komutanlık sıfatının gereği ise o zamanki harp ve sulh şartlarına göre aldığı tavırdır ve harp tarihi açısından bir niteliğe haizdir. 
Şayet söz veya fiili devlet başkanlığı sıfatının gereği ise, o da kendi devrinin, siyasî, sosyal, ekonomik, kültürel vs. özelliklerinden dolayı aldığı tavırdır ve siyasî tarih açısından oldukça önemlidir. 

 Dolayısıyla Hz.Peygamber’in her söylediğini dinî olarak telakki edemeyiz.


Bütün bunların ötesinde, yapılan dinî içtihatlar da hiçbir zaman dini tamamlayan hususlar değildir. Geçmişte yapılan içtihatlar ile günümüzde yapılmakta olan içtihatlar ve yarın yapılacak olan içtihatlar bağlayıcı değildir. 
Bir devrin veya bir dönemin din anlayışı, dinî konulardaki yorumları ve vardıkları neticeler hiçbir zaman bütün devir veya dönemleri kapsamaz. Çünkü İslâm dini, evrensel ve zaman üstü bir dindir. Kitabı Kur’an da bütün zamanların anlayış ve mantalitelerine kaynak teşkil edecek orijinalliğe sahip yegâne kitaptır. 

Ancak her devir, bir önceki devrin tecrübelerinden, fikrî gelişiminden elbette faydalanacaktır
Dolayısıyla dinî tefekkür, asırlar öncesi görüş ve kanaatlere mahkûm edilmemelidir. Aksi takdirde düşünce bazında statik bir anlayış hakim olur. Gerilik ve taklitçilik doğar. 
Dinî tefekkür daima dinamik olmalı, her devirde değişen sosyal şartlara ve hayata ışık tutucu orijinal ve evrensel yorumlar getirilmelidir.
Şayet Müslümanlar geçmiş dönemlerin dinî yorumlarına hapsedilirse onlardan günümüzdeki dinamik hayata ayak uydurmalarını bekleyemeyiz.Öyle bir din anlayışı içindeki Müslümanlar hayatın dışına ve hatta gerisine itilmiş olur. Bu durumda ise insanın mutluluğunu, dünya ve ahiret saadetini amaçlayan bir din, onun mutsuzluğunun kaynağı haline gelir. 

Şu halde din tam geldiğinden ne peygamber tarafından tamamlanmış ne de İslâm âlimlerince yapılan içtihatlarla tamamlanmıştır. 
Hz. Peygamber’in yaptığı Kur’an âyetlerinin anlaşılması, yorumlanması ve bunların hayata geçirilmesi hususunda canlı örnek olma keyfiyetidir. 
Âlimlerin içtihatları da kendi devirlerindeki bilgi, kültür ve din anlayışları doğrultusunda yapılan yorumlardır.
KAYNAK :Prof. Dr. İsmail Yakıt: Hz. Peygamber’in dindeki konumu


BİR DURUM TESPİTİ VE ÇÖZÜM ÖNERİSİ




"Bazı tâbirlerin mefhumu sâbit ve çok kere vâzıh olmadığı için, aynı şeyi savunan ve isteyenlerin sözde ihtilâfa düştükleri görülür. 
Bazen de ayrı görüşlere sahip olanlar -mefhum ve terim karmaşası yüzünden- aynı kategoride mütalâa edilirler."
KONUK YAZAR
İSLAM HUKUKU PROFESÖRÜ
HAYRETTİN KARAMAN

İSLÂM'DA TECDÎD VE MÜCEDDİDLER82 

Giriş: 

Bir çekirdek nasıl kocaman bir ağacın minik plânı, hattâ plândan öte bilkuvve varlığı ise, sperm ile aşılanmış yumurta da kâinatın özü ve özeti olan insanın plânıdır; bütün kabiliyetlerini, en ince teferruatına kadar muhtevî tohumudur. Çocuk doğar, büyür, gelişir, irsiyet ve terbiye sentezi içinde şahsiyetini bulur, varlığının şuûruna erer.
Doğumdan ölüme insanoğlu çok değişir, birçok hücre ölür, yerini yenileri alır; fakat bu değişme, bu yenileşme muayyen bir plâna göre ve yavaş olduğundan hem şahıs, hem de çevresindekiler eski ile yeniyi aynı görür, aynı bilirler; ortada yeni, fakat eski, değişmiş, fakat sâbit kalmış bir varlık vardır. Ahmet doğumdan ölüme Ahmed'dir; Orhan da Orhan'dır. 

Ferdler toplumu meydana getirir. Muayyen ortak vasıflara sahip toplumlar millettir. Milleti hem değişen, hem de sâbit kalan taraflarıyle ferd ile mukâyese mümküdür. Siyâsî, hukukî, içtimâî, ahlâkî, millî müesseseler millî bünyeye tâbîdir; bünye geliştikçe müesseseler de gelişir;
tıpkı büyüyen çocuğun iki yıl aynı elbiseyi giyemediği gibi millet de asırlar boyunca bazı müesseleri aynen muhâfaza edemez. Acak her yeni elbise sahibinin zevkini, kültürünü, bünye husûsiyetlerini verdiği gibi, kısmen yenileştirilen müesseseler de ait olduğu milletin bünye husûsiyetlerine intibâk eder ve onu aksettirir. İşte bu eskiyen müesseselerin onarılması, yenileriyle değiştirilmesi, ihtiyâca uygun hâle getirilmesi hâdisesi bizde reform, kültür değişmesi, ıslâhât, teceddüd, tecdîd, yenilik, garplılaşma... gibi tâbirler ile ifade edilmektedir. Bu tâbirlerin mefhumu sâbit ve çok kere vâzıh olmadığı için, aynı şeyi savunan ve isteyenlerin sözde ihtilâfa düştükleri görülür. Bazen de ayrı görüşlere sahip olanlar -mefhum ve terim karmaşası yüzünden- aynı kategoride mütalâa edilirler. 

BİZ, BU YAZIDA TECDÎDİN MÂNÂ VE MÂHİYETİNİ, NE OLUP NE OLMADIĞINI, BATI KAYNAKLI REFORMDAN FARKLI YÖNLERİNİ ARZETMEYE ÇALIŞACAĞIZ

Genç neslin şahsiyet yapısının oluşumunda modeller ve örnekler önemli bir yer tutmaktadır. Çocukluk çağında ana, baba ve öğretmenini model alan ve onları taklîde çalışan insanoğlu, gençlik çağına doğru büyük insanlar ve kahramanlardan veya meşhur kişilerden birini seçmekte, giderek bunarı da bırakıp her birinde beğendiği vasıflardan oluşturduğu bir hayâlî kişiyi kendi kişiliği ile aynılaştırmaya yönelmektedir. Mevzûumuza bu açıdan bakılınca, geleceğimizi tâyin edecek olan çocuklarımız ve gençlerimize takdim edeceğimiz modellerin içinde İslâm müceddidlerinin de bulunması zarûret halini almaktadır.

 TECDÎD 

(sözlük anlamı: 1.Yenilemek 2. Bir süreçte kullanılan etkinliğini yitirmiş özdekleri, nitel özelliklerini yeniden kazandırıp etkinleştirerek sürece katmaktır-MKA)

Kelime:
Teceddüd ve tecdîd "cidd" kökünden gelir;
birincisi yenilenmek, ikincisi yenilemek mânâsında kullanılır. Hz. Peygamber (sav) bir hadîsinde tecdîde işâret buyurduğu için bu kelime ve ondan yapılmış olan "müceddid: yenileyen" kelimesi İslâmî eserlerde çokça kullanılmıştır. 

Önce tecdîde temel teşkil eden
hadîse bakalım: 

"Şüphe yok ki Allah, her yüzyıl başında bu ümmete dinî durumunu yenileyen birisini gönderecektir."83 

Şah Veliyyullah mezkûr hadîsin şu
hadîs ile açıklandığına işaret eder: 

"Bu ilmi her neslin kâmil kişileri taşıyacak; onu aşırı gidenlerin bozmasından, bâtıl inançlıların karıştırmasından ve bilgisizlerin yanlış yorumlamasından koruyacaklardır."84


 Başka Kelimeler ve Tecdîd Mefhumu: 

Şah Veliyyullah'ın tarifi ile aşağıda vereceğimiz diğer tariflerin özü, birleştiği nokta şu oluyor:
Tecdîd, İslâm'ı bozmadan, ebedî prensiplerini değiştirmeden korumak, yeni nesillerin anlayacağı kalıplarda sunmak, yaşamak ve yaşatmaktır... Ancak bu mefhumu ifâde etmek için kullanılan kelimeler farklı olmuş, ortaya teceddüd, dinî ıslâhat, reform, İslâmlaşmak gibi kelimeler çıkmış, bu da mefhum karmaşasına sebep olmuştur. 

Suyûtî, Münâvî gibi eski sayabileceğimiz müellifler, hadîsten hareket ederek tecdîd ve müceddid kelimesini kullanmışlar, yaklaşık olarak Şah Veliyyullah'ın naklettiği mefhumda birleşmişlerdir. Yeni müelliflere gelince:

a)
 Saîd Halim Paşa: 

Saîd Halim Paşa gerekli gördüğü dinî ve içtimâî ıslâhâtı "
İslâmlaşmak" kelimesiyle ifâde etmiştir

"Bizim için İslâmlaşmak demek, İslâmiyet'in inanç, ahlâk, yaşayış ve siyâsete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi demektir. Bu tatbikin ise o esasların, zaman ve muhitin ihtiyaçlarına en uygun bir şekilde tefsir edilmesinden sonra yapılması gerekir."85 

"Müslüman milletler mütemâdiyen değişmekte olan zamanın zarûretlerini dikkate almamış, bu değişmeyle meydana çıkan yeni ihtiyaçların, ancak dinlerini daha yüksek ve daha verimli bir tarzda tefsir ve tatbik etmeleriyle karşılanabileceğini anlayamamışlar, bu yüzden de gerileyip çökmüşlerdir..."86



b)
 Prof. Afîfî: 

Ezher ulemâsından ve bu isimle neşredilen derginin muharrirlerinden Prof. Seyyid el-Afîfî, eski tarifleri naklettiten sonra
"tecdîd"in mefhumunu şu maddelerde toparlıyor: 

a) Kitâb, Sünnet gibi kaynaklardan, zaman ve zemine uygun hükümler çıkarmak, ortaya koymak,

b) Kapalı kalmış noktaları açıklığa kavuşturmak


c) Uygulamadan kaldırılmış İslâmî nasslara hayatiyet kazandırmak,


d) Dini desteklemek ve yaymak,


e) Hak ve gerçeğin yanında olmak,

f) Toplum için faydalı olanı yapmak,


g) İlâhî nizama hâkimiyet sağlamak...
87


c)
 Mâlik Binnebî: 

Cezâyirli mütefekkir Mâlik Binnebî
tecdîd ve teceddüd kelimelerini, birbirine zıd mânâda kullanmak yerine, birbirini tamamlayan iki mefhumun ifâdesi olarak ele alıyor, bu arada reform kelimesini de müsbet mânâda kullanmaktan kaçınmıyor: 

"Üstelik bu şekilde bir Kur'ân telâkkisi, el-Muvahhid sonrası insanının ne hayat zembereğini kurmakta, ne de düşünce ve davranışlarına bir yön vermektedir. Çünkü reform için Kur'ân bir "Tecdîd" (yenileme) vâsıtasıdır, bir "Teceddüd" emri (yenilenme) değil. " Bununla beraber, Reform hareketinin içtimâî portresi muazzamdır ve bugünkü Rönesansımızın  (Rönesansın kelime anlamı yeniden doğuş / yeniden dirilme demektir. MKA) temeline her hâlükârda onu yerleştirmek gerekir. 

Bu
"Tecdîd" de aslında bizim "yığılma"lar diye bahsettiğimiz şeylerin, psikolojik bir dille izahıdır. Teceddüd ise, rönesansın temeli olan "ferdin kendisini yenilemesi" demektir. Bu mânâda "Tecdîd", "Teceddüd"ün maddî şartlarını, daha doğrusu gıdasını teşkil eder. Bunun dışında ve bunsuz bir tecdîd -Sadece ruhu yenileştirmeye çabalamak- ancak bir zevâhirdir."88 

Mâlik Binnebî
“tecdîd ve tecedüdü "reform"un iki ayrı yönü, birbirini tamamlayan iki unsuru olarak değerlendirmiş oluyor. Ona göre tecdîd nazarî plânda reformdur; teceddüd ise insanın kendini yeniden inşâsı, Kur'an-ı Kerîm'in potasında şekillenmesidir.


d) 
Prof. M. el-Behiy: 

Batı emperyalizmi ile alâkası yönünden yeni İslâm düşüncesini tahlil ve tetkik için kaleme aldığı eserinde Behiy,
19. asrın ikinci yarısından itibâren İslâm dünyasında iki fikir hareketinin vücut bulduğunu, bunlardan birisinin müstemlekeci Batıyı tamamen taklide yöneldiğini, İslâm-doğu'ya ait eserleri inkâr ettiğini ve bu harekete "tecdîd" ismi verildiğini kaydediyor. Hindistan'da Seyyid Ahmet Han, Mirza Gulâm Ahmed; Mısır'da bunların muakkipleri tarafından temsil edilen bu hareketin karşısında olup, emperyalizm ile mücâdele eden, batıya cephe alan, doğunun kendi değerlerine yönelerek ve kendini yenileyerek kalkınacağını ileri sürenlerin temsil ettikleri hareket ise el-Behiy tarafından "dinî ıslâhat" adıyla anılmaktadır. Efgâni, Abduh, İkbâl gibi zevât tarafından temsil edilen ve kendisinin de katıldığı bu ikinci hareketin esaslarını el-Behiy şöyle özetliyor: "Dinî değerlere yeniden itibâr kazandırmaya ve müslümanların gözünden düşürmek için bu değerler etrafında meydana getirilen şüphe bulutlarını dağıtmaya çalışmak. İslâmî esasları, müslümanların hayatında durakladığı noktadan alarak çağdaş müslümanın hayatına getirmek; yarınına gözlerini açan müslümana -dünü ve bugünü arasında zikzaklar çizmeden- gideceği yolu göstermek..."89


e)
 Mevdûdî: 

Pakistanlı İslâm mütefekkiri Ebu'l-A'lâ el-Mevdûdî tecdîd ve teceddüd kelimelerini titizlikle birbirinden ayırmaktadır. O'na göre
tecdîd kemâle doğru şu basamakları tırmanarak seyreder: 

1 - Müceddid (tecdîd hareketini yürüten kişi veya zümre) önce içinde yaşadığı çevrenin hastalığını teşhis eder; gayr-i İslâmî tesirlerin giriş yollarını, yerleşme merkezlerini, derinliğini, yayılma hızını... tesbit eder.

2 - İslâh ve tedâvi çarelerini gösterir.


3 - Kendi gücünü ve imkânlarını, faâliyetinin saha ve sınırını tesbit eder; netice alabileceği sahayı seçer.


4 - Bütün imkânlarını seferber ederek bir kültür ve zihniyet inkılâbı meydana getirmeye çalışır.


5 - Amelî ıslâhâta teşebbüs eder; gayr-ı İslâmî davranışları ve ahlâkı, İslâmî olanlarıyla değiştirmeye, gönülleri İslâm sevgisiyle doldurmaya çalışır.


6 - İctihad eder; dinin prensiplerini ve yaşadığı asırda hâkim olan medeniyetin husûsiyetlerini kavrar; İslâm'ın bütün dünyaya yeni bir medeniyetin müjdesini götürme yollarını çizer, vâsıtalarını tâyin eder.


7 - İslâm'ı kökünden kazımak için faâliyet gösteren güçlerle mücâdele eder.


8 - Asr-ı Saâdet nizamına yeniden hayatiyet kazandırır.


9 - İslâm'ın saâdet pınarından bütün dünyanın kana kana içmesini sağlamak için gayret eder.


Teceddüd ise tecdîdin tam aksine, İslâmî olan ile olmayanı birbirine karıştırmak, tâvizler ve te'villerle barışmazı barışır, bağdaşmazı bağdaşır kılmaya çalışmaktır.90 

Bu önekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak bunlar da şu neticeyi tesbit etmemiz için kâfidir: Tecdîd üzerine düşünen ve yazanların çoğunun birleştiği bir mefhum vardır; bunu ifadelendirecek olursak
tecdîd: "Esasını bozmadan dîni korumak, toplumun ihtiyaçlarını, onun katkısız ve tükenmez kaynaklardan karşılamak, ilâhî nizamdan sapmaları düzeltmek ve önlemek, İslâm'ı asrın anlayışına söyletmektir. Tecdîd toplumun kalkınması ve dünyada refahı, âhirette felâhı için gereken her tedbirin alınması; nazarî, fikrî, amelî faaliyetlerin icrâsıdır." 

Ancak bu mefhumu
tecdîd, ıslâh, reform, İslâmlaşmak...( Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’ın söylemiyle GÜNCELLEME – MKA) terimlerinden birisi ile ifade etmekte birlik hâsıl olmamıştır. Bu terimler bazan zıt mânâda kullanılmış, bu da zihinlerin karışmasına sebep olmuştur.

Biz, bu yazıda, İslâm'ın ruhuna uygun ve hadîs-i şerifin ifade ettiği ıslâhât için
"tecdîd", bunu yürüten ıslâhâtçı kişiler için de "müceddid" terimlerini kullanacağız. Günümüzde daha çok kullanılan "reform" tâbirini ise, İslâm ile bağdaşmayan bir ıslâhâtı ve protestanlığın doğmasını sağlayan hareketleri andırdığı, yanlış anlamalara meydan verdiği için tecdîd mânâsında kullanmayacağız.


 Reform ve Tecdîd: 

Islâh etmek, düzeltmek gibi lûgat mânalarında kullanılan
'reform' kelimesinin terim olarak umûmi ve husûsi mânaları vardır: 

a) Umûmî olarak reform: Dindarların törenlerinde veya din adamına bağlı oldukları kaidelerde yapılan değişiklik ve bilhassa bir tarikatte ilk kaidelere dönmektir. 

b) Husûsî olarak reform: Çeşitli protestan birliklerinin kilise inanç ve disiplininde yaptıkları değişikliklerdir. XVI. yüzyılda Avrupa'nın büyük bir kısmını papaların hâkimiyetinden çıkaran ve protestan kiliselerinin kurulmasına yol açan dinî hareketler "reform" terimi ile ifade edilir. 

10 Kasım 1483'te Saksonya'da doğan Luther'i, mezkûr reform hareketine sevkeden âmiller vardır: 

a) Dördüncü asırda kurulmuş olmasına rağmen papalık ilâhî, mukkaddes ve lâ-yuhti (yanılmaz) kabul edilmektedir. Ayrıca papadan papaza doğru bir mertebe zinciri vardır.


b) Rahiplere evlenmek yasaktır.


c) Papanın günahları affetme selâhiyeti ve tevbe için papaza günahın itirâf edilmesi mecbûriyeti vardır.


d) Papa zaman zaman günahların affedildiğini bildiren vesikalar (endülüjans beratları) satmaktadır.


e) Hıristiyanların mukaddes kitâbı okuyup anlama selâhiyetleri yoktur.
 

Luther uzun süren bir vicdânî bunalımdan sonra, Paulus'un
"Romalılara Mektubu"nda insanın mânevî kurtuluşunu doğrudan doğruya imâna bağlayan bir metin buldu. Artık bu metin, bütün protestan kiliseleri için bir ilâhiyat, ahlâk ve mistizm kaynağı olacaktır. 

Hıristiyanlığı hak ve tek inanç etrafında toplamaya muvaffak olamamakla beraber reform hareketleri yeni kiliselerin doğmasını (protestanlar) ve bu kiliselerin şu esasları benimsemesini sağlamıştır

a) Kitâb-ı Mukaddes hıristiyanlık için tek kaynaktır.


b) Her hıristiyanın bu kitâbı okuma ve açıklama selâhiyeti vardır.


c) Kilise günah bağışlayamaz.


d) Kitâb-ı mukaddes çeşitli dillere çevrilebilir ve ibâdet bu tercümeler ile yapılır.


e) Din adamları evlenebilir.


f) Günahları itiraf zarûrî değildir.


g) Kilisede resim ve heykeller bulunmaz.
..91


 Mukâyese: 

Dinde reform veya ıslâhât deyince yukarıda özetlenen tecdîd, reformcu deyince de müceddid kastediliyorsa mesele yoktur. Fakat bu tâbir İslâm için kulanılırken hıristiyanlıktaki reform kastediliyorsa birbirinden tamamen ayrı ve farklı iki şeye aynı ismi vermek gibi bir hatâya düşülüyor demektir.
Yukarıda reform hareketinin ulaştığı neticelerin önemlilerini kaydetmiştik. Bunları İslâmî esaslar ve tecdîd yönünden de ele alır ve karşılaştırırsak aradaki fark berraklaşacaktır: 

1 -
Reform Kitâb-ı Mukaddes'i hıristiyanlığın tek kaynağı haline getirmiş, papaların buyruklarına bu mânâda kudsiyet tanımamıştır.
İslâm'da, Kur'ân-ı Kerîm ve Resûlullah'ın (sav) sünneti ana kaynaktır. (Peygamber sözü / hadis diyerek rivayet edilegelen ve fakat Kur’an’ın lafzına ve manasına/ muhkem mesajına uygun olmayan “söz”ler, Hz. Peygamber’in dini itikadımıza delil yapılacak “sünnet” değildirler-MKA) Bunlar (KUR’AN –MKA) dışında kalan fikir ve kaynaklar "şaşmaz, yanılmaz" değildir. Tenkit ve tartışmaya ve gerektiği zaman değişmeye tâbîdir. 

2 - 
Reform hıristiyanlara Kitâb-ı Mukkades'i bizzât okuma ve açıklama selâhiyetini getirmiştir.
İslâm'da her mü'min Kur'ân-ı Kerîm'i okur, dil ve usûl biliyorsa anlar ve açıklar. 

3 - 
Protestanlara göre kilise günah bağışlayamaz.
İslâm'da günah bağışlama selâhiyeti yalnızca Allah'a aittir. Bunun için şefâat dahi onun iznine tâbîdir. 

4 - 
Reformdan sonra Kitâb-ı Mukaddes'in çeşitli dillere tercümesi ve bunlarla ibâdet mümkün hâle gelmiştir.
İslâm'da başlangıçtan beri Kur'ân-ı Kerîm kısmen ve zamanla tamamı çeşitli dillere çevrilmiş, meâller ve tefsirler yazılmış, aslını öğreninceye kadar tercümesi ile ibâdete izin verilmiştir. 

5 - 
Ancak reformdan sonra din adamları evlenebilmiştir.
İslâm'da ise Allah'a tam kulluk yapayım diye evlememeye kalkışanlara Resûlullah (sav) karşı çıkmış, "Benim yolumdan ayrılan benden değildir" buyurmuştur.92 

6 - 
Reform günahların affı için papaza itiraf zarûretini kaldırmıştır.
İslâm'da günahların gizlenmesi, kimseye ifşâ edilmemesi ve Cenâb-ı Mevlâ'ya içten tövbe edilmesi, her kulun bizzat bağışlanmayı dilemesi esastır. 

7 - 
Reform kiliseden resim ve heykelleri kaldırmıştı.
Resûlullah'ın (sav) Mekke fethinden sonra ilk işi Kâbe'yi putlardan temizlemek olmuştur. 

Şu kısa mukâyese gösteriyor ki
hıristiyanlıkta kilise, halk ile Mukaddes Kitâb'ın kul ile Allah'ın arasına girmiş, dinde olmayan bir takım inanç, ibâdet ve âdetler getirmiş... reform hareketi de bunları ortadan kaldımayı hedef almıştır. 

Daha kısa bir deyişle
din -iman, ibâdet, âyin ve ahlâk yönlerinden- bozulmuş, değiştirilmiş, reformcular da bunu aslına çevirmeye çalışmışlardır.93 

İslâm'da imân, ibâdet, ahlâk ve cemiyet düzeni Resûlullah (sav) zamanında, Kur'an-ı Kerîm ve Sünnet'te nasıl tesbît ve tanzim edilmiş ise bugüne kadar aynen kalmış, kitapta ve nazarî plânda hiçbir kayıp ve değişme olmamıştır.
 (KATILMIYORUM. BU GÜNE KADAR AYNEN KALAN VE HİÇBİR KAYIP VE DEĞİŞİME OLMAYAN SADECE ALLAH’IN BİZZAT KORUMASINI ÜSTLENDİĞİ KUR’AN’I KERİM’DİR. ANCAK, “KUR’AN’DAKİ İSLAM DİNİ” AYNI KALMASINA RAĞMEN, İNSANLARIN KUR’AN’I VE SÜNNETİ ALGI VE ANLAYIŞLARININ, ZAMAN VE ORTAM İÇİNDEKİ DEĞİŞİMLERİNE PARALEL OLARAK GÜNÜMÜZDE YAŞADIĞIMIZ DİN DEĞİŞMİŞ / DEĞİŞTİRİLMİŞ VE BU DEĞİŞİKLİK ORANINDA DA KİTAPTAKİ “İSLAM DİNİ”İNDEN UYGULAMADA UZAKLAŞILMIŞTIR. – MKA)

 Tecdîdin Hikmeti: 

Tecdîde niçin ihtiyâç duyulmuş ve Hz. Peygamber (sav) tarafından yüzyılda bir müceddidin geleceği haber verilmiştir?
"Tecdîdin Hikmeti" başlığı altında bu soruya cevap arayacağız. 

İslâm'a göre:

Hz. Âdem'den Peygamberler Hâtemi'ne (sav) kadar, rasûllerin getirdiği dinler, tevhid (Allah'ın birliği), nübüvvet (peygamberlik, vahiy), âhiret (öldükten sonra tekrar dirilme, hesap verme, karşılığını görme ve ebedî yaşama) gibi değişmez esaslar yanında, insanoğlunun zaman içindeki gelişmesine paralel olarak değişen içtimâî, hukûkî, ahlâkî... hükümler getirmişlerdir.
Mustâfây-ı Müctebâ (sav) son peygamber, Kur'ân-ı Mecîd de son kitâbdır. Bu demektir ki artık peygamber ve kitâb gelmeyecek, İslâm kıyâmete kadar devâm edecektir.

İnsanların ve onlara mahsus müesseslerin değişme zarûreti yanında bu devamlılık, değişmeyen ile değişenin beraber yürümesi ve yaşaması nasıl olacaktır?İşte İslâm'da kaynakların özelliği, ictihâd ve tecdîd müesseseleri ve zarûret prensibi bu suâle cevap, bu probleme çözüm getirmektedir: 

a) Kitâb, sünnet, icmâ gibi kaynaklar, hayatın değişen, değişmesi zarûrî olan taraflarını serbest bırakmış, bunları durdurucu, bağlayıcı hükümler getirmemiştir. 

b) Anormal durum ve zamanlarda zarûret (zorda kalma) prensibi, bağlayıcı hükümlere yumuşaklık getirmiştir. 

c) İctihâd ve tecdîd müesseseleri, çözümü ilim ve ehliyet sahibi müslümanlara bırakılmış meselelere -zaman ve zemînin gereğine göre- ana kaynaklardan çözüm getirme imkânını bahşetmiştir. 

İsrailoğulları içinde sayıları binleri bulan ara peygamberlerinin vazifelerini İslâm'da, -onlardaki vahiy yerine ictihâdlarını kullanarak- ifâ edenler, müceddid ve müctehidler olmaktadır.



 Tecdîdin Engelleri: 

Toplum için taze kan, gençlik aşısı, hayat ve bekâ iksiri mesâbesinde olan
tecdîd buna ehil kişilere muhtaçtır. Gerek bu kişilerin yetişmesi ve gerekse hareketlerini başarı ile yürütmeleri bazı sebeplerle engellenmektedir. Dış engeller, belli bir toplumun ve ona mahsus kültürün düşmanlarından gelmektedir. İç engeller ise şu sosyo-psikolojik faktörlere bağlanabilir:

a) Korkaklık ve çekingenlik: 

el-İzz b. Cemâ'a asırlarca önce şöyle diyordu: "Zamanımızda müceddid ve müctehid bulunmayacağı kanâati korku ve çekinginlikten neş'et etmektedir; yoksa çoğu kez bizzât bunu söyleyenler müctehid ve müceddid kişilerdir. Allah'ın lûtuf ve ihsânına ve bunları bazı lâyık kullarına tahsisine ne engel olabilir?"94

b) İnsaf ve takdir yokluğu: 

İlim adamları arasındaki rekâbet duygusu, onlara çok yakışan insaf vasfını zedelemiş, faziletleri, değerleri itiraf, takdir ve teşvikin yerini ölçüsüz tenkitler, aleyhte konuşmalar ve engellemeler almıştır. Bir şâirin diliyle:
"Bulunduğu yerde faziletin takdiri, bunu yapanın faziletini ne güzel ifade eder! Bir kimsenin, kendisinden üstün olanlara dil uzatarak aşağılık duygusunu tatmin etmesi, insafa sığmayan bir davranıştır."

c) Kötüleme: 

İbn Abdilberr, İbn Sübkî gibi bilginler, hadîs râvileri hakkında söylenenleri değerlendirirken şu ölçüyü koyuyorlar: Bir kimsenin büyüklüğü ve kemâli sâbit olur, lehinde konuşanlar çok, aleyhinde konuşanlar az bulunursa; aleyhinde söylenenlerin sebebini gösteren "
bilgisizlik, rekâbet, dedikoduya dayanma, taassub, nefsânî duygular" gibi karîneler de mevcut olursa aleyhinde söylenenlere bakılmaz. Eğer böyle yapılmazsa hiçbir imâm (en büyük âlim) bundan, sâlim kalamaz; çünkü her biri hakkında yapılmış karalamalar, kötülemeler vardır. Akran arasındaki atışmalar, bilginlerin birbiri aleyhindeki sözleri mûteber değildir...
Bu sözler tarihî bir gerçeği aksettiriyor. İşte bu karalama ve kötülemeler cesaretleri kırmış, azimleri yıpratmış, tecdîd hareketlerini engellemiştir.

d) Hased: 

İslâm'ın getirdiği ibâdetleri bedeninden ruhuna intikâl ettiremeyen, nefsini tezkiye ve tasfiye edemeyen kimseler üstünlükleri, meziyet ve faziletleri çekemez, bunlar karşısında rahatsız olur, aşağılık duygusuna kapılır ve ulaşamadıklarına pis demek durumuna düşerler.
Bundan önceki iki sebebin kökünde de hased vardır.
Onuncu asrın müceddid ve müctehidlerinden olan İmam Suyûtî bu durumunu açıklayınca tepki gösteren ve kendisine dil uzatanlara karşı kendisini müdâfaa ettiği bir yazısını şöyle sürdürüyor: "Eğer sen daha önce tecdîd ve ictihâdın bulunduğunu kabûl ediyor da "geçen geçti, şimdi olmaz" diyorsan sana cevâbım, Ebu'l-Hasen Şâzeli'nin sözüdür: "Bazı kimseler geçmiş evliyânın kerâmetlerini kabul ediyorlar; fakat şimdikileri inkâr ediyorlar" dedikleri zaman şu cevabı vermişti: "Onlar İsrâiloğullarındandır; çünkü İsrâiloğulları Hz. Mûsâ'nın ve daha nice Peygamberin peygamberliklerini kabul etmiş; fakat kendi zamanlarında geldiği için Muhammed Mustâfâ (sav)'nın peygamberliğini inkâr etmişlerdi." 

İbn Hacer de Süyûtî'nin bu müdafaasını teyîd ile "ona hased yüzünden haksızlık edildiğini" ifade etmiştir.95 



82. Nesil dergisinde yayımlanmıştır ve önceki yazının devamıdır.
83. Ebû Dâvûd gibi hadîs âlimlerinin naklettiği bu hadîsin sıhhatini Irâkî, Askalânî, Hâkim, Zehebî gibi otoriteler de kabul etmişlerdir. Kaynakları için bkz. Suyûtî, Kitabu't-tenbîh, Süleymaniye kütüphanesi, No. 708, vr. 58/b-65/a.
84. Prof. Afîfî, "et-Tecdîd fi'l-İslâm", el-Ezher dergisi, c. X, s. 202 vd.
85. Buhranlarımız, nşr. M. Ertuğrul Düzdağ, (Tercüman, 1001 Temel Eser), s. 204. (Kitabın yeni baskısı için bkz. İz Yayıncılık, 1998.)
86. Age., s. 178.
87. Age., c. X, s. 203.
88. İslâm Dâvâsı, Çev. Ergun Göze, İst. 1967, s. 143-144.
89. el-Fikru'l-İslâmî el-hadîs, Kahire, 1964, s. 10, 98, 395.
90. Mûcezu târih-i tecdîdi'd-dîn, Dimaşk, 1964, s. 29 vd.
91. F. Challaye, Dinler Tarihi, Çev. Sâmih Tiryakioğlu, İst. 1975, s. 192-194; Meydan Larousse, "reform" maddesi.
92. Buhârî, Müslim, Mişkât, c. II, s. 158.
93. Ortada Mukaddes Kitâb'ın aslı bulunmadığı için bu ıslâhâtın başarılı olması düşünülemezdi ve bu mânâda başarılı da olmadı.
94. Afîfî, age., s. 47.
95. Afîfî, Age., s. 48. 

10 Mart 2018 Cumartesi

HAYATIN İÇİNE GİREMEYEN DİN


KONUK YAZAR

10 Mart 2018
Hayatın içine giremeyen dinSorun Nurettin Yıldız sorunu değil. Sorun birkaç hocanın verdiği fetva sorunu da değil. Sorun dini anlama ve yaşama sorunudur. Dolayısı ile Nurettin yıldız bu sorunun ortaya çıkmasına neden olan ileri uçlardan sadece biridir o kadar..
             
Eğer sorunu doğru görmezseniz çözümünü de üretemezsiniz. İslam Dünyasının en temel sorunu yaşayan bir din oluşturamamaktır.  Diyeceksiniz ki İslam yaşamıyor mu?

Hayır yaşamıyor.

Onu toplumsal hayatın hiçbir yerinde görmüyoruz. Sizin gördüğünüz ve adına din dediğiniz şey, dini ritüellerden ibaret. Namaz, oruç, umre hac vs.. Bunlar, dinin yaşadığını değil, ritüelleştiğini (törensel niteliğe büründüğünü, şekil haline geldiğini) gösterir.

Peki, yaşayan din hangisidir?

Yaşayan din, hayatımızın her anında davranışlarımıza yansıyan tüm ilişkilerimizde önemsediğimiz ve dikkate aldığımız dindir.

Örneğin dinin en temel değerlerinden biri nedir?

Adalet!

Öyle ise herkesin hayatın her yerinde özen göstereceği, pratiğe dökeceği şey adalettir. Sınav yaparken, işe eleman alırken, arazi bölüştürürken, ihale düzenlerken, arsa alıp satarken, mahkemede şahitlik ederken, alışverişte alıp-satarken adil olursanız İslam hayatın içinde demektir.

Dürüstlük.

Ölçülülük.

Hakka riayet.

Fikri namus.

Cesaret.

Vb..

Erdemlerden bazılarıdır.

Aynı zamanda ahlaktır.

Aynı zamanda namusluluktur.

Çünkü erdemsiz namus ve ahlak olmaz.

Ahlakın konusu nedir?

İyi, doğru güzel olandır.

İyiye, doğruya, güzele uygun davranıyorsan ahlaki kalibren yüksektir. Değilse düşüktür. Bu sebepledir ki adalet iyidir.

Cömertlik iyidir.

Namusluluk iyidir.

Özü sözü bir olmak, tutarlılık iyidir.

Haysiyetli olmak iyidir.

Ama kibir kötüdür..

Yalancılık ve insanları aldatma kötüdür.

Başkalarının hakkını çalma, tecavüz, hakaret kötüdür.

Öyle ise, bütün erdemler ahlakı içerir.

İşte bütün bunlar hem evrensel değerlerdir ve hem de İslam'ın değerleridir.

Eğer bir cemaat, tarikat, siyaset, ideoloji hem dindarım iddiasında ve hem de elinde bir liste ile A, B, C, D bakanlığına gidip, "bunlar bizim adamlarımız. Al bunları işe" diyorsa, İslam'a ait bütün değerler sistemini çiğnemiştir. Bu cümleyi kurduğu anda elindeki listede bulunanlardan çok daha iyi ve başarılı olan bütün ötekilerin hakkını bilerek ve isteyerek çalmak amacındadır. Bu da doğru ahlaki eylemin bilinçli olarak ters yüz edildiğinin göstergesidir.

Siyasetten sanata, hukuktan bürokrasiye tüm ülkede Müslümanlar tarafından değerleri çiğnenen ve katledilen bir din var: İslam!

Evet, hiçbir ülkede erdemler ve ahlaki tüm değerler motamot yaşanmaz. Ama bütün iyi yönetilen ülkelerde hâkim düşünce, erdemsizliği, ahlaksızlığı, cezalandırır, hakkı üstün tutar.

Nurettin Yıldız ve benzerleri, tarihin çeşitli dönemlerinde daima olmuştur. Bundan sonra da olmaya devam edecektir. Önemli olan topyekûn İslam âlemine çekidüzen verecek, Farabîler bulabilmekte. Çünkü büyük aklın ışığına ihtiyacımız var. Aksi halde sığ düşüncelerin elinde yüce bir din her gün göğsüne bir hançer yiyecek ve asla kanayan yarası kurumayacaktır.

O ışık siyaset aklı değildir. Hatta hiç değildir. Siyaset mümkünse, kutsaldan elini çeksin ve kendi işine baksın.

Bize başkası lazım..


Kaynak Yeniçağ: Hayatın içine giremeyen din - Ahmet GÜRSOY

Selam...
​ T.C. / M. Kemal Adal 

9 Mart 2018 Cuma

HANEFÎLİK-MÂTURÎDÎLİK

_______15.10.2017_______

KONUK YAZAR
Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı

HANEFÎLİK-MÂTURÎDÎLİK


Mezhepler Tarihi hocası Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’nın
Kastamonu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nce
Hanefîlik-Maturidîlik konusunda 5- 7 Mayıs 2017 tarihinde düzenlenen
IV Uluslararası Şeyh Şa’bân-ı Velî Sempozyumu
Değerlendirme Oturumu’nda yaptığı konuşmanın metnidir.
Tertip Heyeti ve değerli yöneticiler, herhalde, ülkemizde, şu anda hayattaki en yaşlı ve en kıdemli mezhepler tarihi hocası olduğum için, bilgi şölenimizin değerlendirme oturumunda benim de konuşmamı istediler. Onların bu kadirşinas ve vefakâr tutum ve davranışları, ülkemizin ilim ve irfan hayatı adına hakikaten takdîr ve tebcîle şâyandır. Teşekkür ederim.
Böylece onlar, bendenize, hem bu toplantıyı fikirleriyle fevkalâde kıymetli kıldıklarına inandığım ve her biri ilâhiyat dünyasının yüz akı olan ve kendileriyle hep iftihar ettiğim sevgili talebelerimi ve meslektaşlarımı bir kere daha görmek, dinlemek ve değerli fikirlerinden istifade edebilmek; hem de başta biz Türkler olmak üzere bütün Hanefî-Mâturîdî Müslümanlar için son derece önemli bir konunun görüşüleceği bu bilgi şölenine katılma şerefini ve iftiharını sizlerle paylaşabilmek fırsatını bahşettiler. Bundan dolayı da şükranlarımı ve takdirlerimi sunarım.
Sayın Konuklar,
Programa göre, iki gün gibi çok kısa sürede ve çok yoğun bir program çerçevesinde, sadece Türk düşünce tarihinin değil, bütün bir İslâm düşünce tarihinin ve İslâm dünyasının iftiharı ve yüz akı olan muhteşem bir ana akımı, Hanefîlik ve Mâturîdîliği konuştuk.
Bu ana akımın mümtaz mümessilleri olan İmam Âzam Ebû Hanife ve İmam Ebû Mansur el-Mâturîdî, tek cümle ile ifade etmek istersek, Müslümanlara, Kur’an’ın emrine itaatla, “ataların izini takip eden” değil Yüce Allah’ın yaratılmışlar arasında sadece insanoğluna bahşettiği “aklı” ve aklın verilerini kullanarak bilgi, îman, adâlet, liyâkat, ehliyet ve ihsanla donanmalarını; dolayısıyla mutlaka sorumluluk bilincine sahip “özgür bireyler” olmalarını öğütlemiş ulular ulusu iki büyük önderdir.
♦ ♦ ♦
Bildiğimiz gibi Müslümanlar,  Hülefâ-i Râşidîn dönemindeki fetihlerle Hicaz bölgesinin dışına çıkmışlar ve neticede İslâm, tarihin kaydettiği en kısa sürede, bütün Mezopotamya, Doğu ülkeleri ve Kuzey Afrika’nın hâkim dîni haline gelmiştir.
Ahlâk ve adâletin öncülüğünde bilgiyi, îmanı ve aklı baş tâcı kılan Müslümanlar, bu topraklarda yaşayan henüz Müslüman olmuş pek çok yeni kavim ve milletle karşılaşmış; başka bir ifade ile günümüzde “çoğulcu” dediğimiz toplum yapısı ile tanışmış ve onlara ahlâkın,  adâletin, bilginin ve hikmetin, ehliyet ve liyakatın din için vazgeçilemez olduğunu göstermişlerdi.[1] Bunun içindir ki İmam Mâturîdî, “aklî olan” aynı zamanda “ahlâkî olan”dır, der. Sevgili talebem, değerli genç araştırıcı Hanifi Özcan”a göre, “bu demektir ki, doğru düşünmemizi sağlayan ilkeler ile dürüst davranmamızı sağlayan ilkeler aynı ilkelerdir.” [2]
Ancak Emevîlerle başlayan “saltanat” egemenliği, bilgiyi, aklı, hikmeti ve îmanı yanlış ve dar kalıpların içine sıkıştırıp insanları edilgen kılan kaderci bir anlayışa mahkûm etmiştir. Nitekim bu anlayışın körüklediği egemenlik ve iktidar hırsı, İslâm’ın âdil ve dinamik yapısını öylesine tahrib etmiştir ki, Müslümanlar özgürce akıllarını kullanmak suretiyle bütün fikir ve görüşleri dinleyip en güzeline uymak ve selefleri gibi tarihin akışını değiştirecek derecede ve güçte etkili, ehliyetli, dirayetli ve liyakatlı olmak yerine, kendilerine sunulanı sorgusuz sualsiz kabul eden; yöneticilerin, egemen güçlerin ya da mezhep imamlarının görüşlerini âdeta din ile aynîleştirerek/özdeşleştirerek onları taklid eden zümreler haline dönüşmüşlerdir.
Oysa İslâm, her şeyden önce  “ahlâk” ve “adâlet” temelli bir dindir. Ahlâk, uzmanların ittifakla belirttikleri gibi, her şeyden önce bir “ilişki”dir. Bir kişi ile bir kişi, kişi ile toplum, bir toplum veya bir insan ile Tanrı arasında hür ve belirli bir niyete bağlı (kasdî/amaçlı) bir ilişkidir. Bu ilişki bir davranış veya bir “tutum”a dayalı olan ve mutlaka bir sonuç ve sorumluluk doğuran bir ilişkidir. Ahlâka konu olan eylem, ya medhi (övgüyü/yüceltilmeyi) ve sevabı (ödülü); ya da zemmi (kınanmayı) ve ikabı (cezalandırmayı) gerektirir.
Esasen Kur’ân açısından bir eylemi ahlakî kılan şey, bu ahlakî ilişkiye katılan tarafların her ikisine, yani fiili işleyen ile işlenene sağladığı mutluluk, sevinç, haz ve fayda oluşudur.
İşte bu noktada şu soruyu cevaplamakta zorlanıyoruz:
İslâm düşüncesinde neden ahlâkın objektifliğini savunarak onu büyük ölçüde “akıl” ile temellendiren Mu’tezile ve Mâturidî okullarının öğretileri değil de, subjektifliği savunarak “vahiy” ile izah eden Eş’arî okulunun görüşleri resmîleştirilmiş ve bu öğretinin tabiî sonucu olan “edilgen insan tipi” nin yaygınlaşması istenmiştir?
Acaba bunun arkasında, kendilerine tâbi olanları Allah’ın mutlak kudret ve iradesi ile O’nun değişmez takdîrini gerekçe göstererek itaata ve tereddütsüz bağlılığa sevk etme becerisi gösteren yönetici ya da egemen sınıfın siyaseti mi yatmaktadır?
Oysa Kur’ân, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) emrolunan ve onun da mü’minlere teblîğ ettiği “doğru yol”dan ayrılmamak şartıyla, o güne kadar “ataların izinden” yürümeyi sünnet bilmiş Arapların bilmedikleri ya da kullanmaya yanaşmadıkları yeni bir şeyi mutlaka yerine getirmelerini istemiştir. O da, insanların dinin hakikatini anlamak için   düşünmeleri   ve   akıllarını   kullanmalarıdır.
Çünkü dinin her türlü emir ve yükümlülükleri, bunları değerlendirme ve hakikatini anlama gücüne sahip insana, insanın aklına yönelmiştir. Bu durumda Allah’a iman etmenin ve O’nu tanımanın tek yolu da akıl’dır, bilgi’dir.
Kalbin/insanın manevî bütünlüğünü akletmesi, yani aklî melekelerini çalıştırması, ahlâk ile aralarındaki ilişkiyi sağlamlaştırması ve hattâ ahlâkla bütünleşmesi demektir. Çünkü Kur’ân’da “akletmek” ile “ahlâklı olmak” sanki örtüştürülür. Nitekim ‘a-ka-le fiilinin türevlerinin kullanımları da buna işaret eder. Aslında Türkçemiz,  “uslu” kelimesi ile bu örtüşmenin en ilgi çekici birlikteliğini sunar. Dilimizde “uslu olmak”, “akıllı”, ama daha da fazlasıyla “ahlâklı olmak” demektir.
Buradan nereye gelmek istiyorum?
Kur’ân-ı Kerîm’e göre Allah’ın iradesi ve beyanı, ahlâkî değerin, ahlâk kanununun nedeni değil; sadece insanların ahlâklı olmalarının, ahlâklı yaşamalarının nedenidir. Yani ahlâkî bir değer ya da emir, Allah emrettiği ya da beyan ettiği için iyi ve mükemmel değildir.
Fiiller / eylemler ve “şey”ler, vahiyden önce de, doğalarında iyilik ya da kötülüğü taşırlar.
İnsan aklederek bir fiilin veya bir ahlâkî değerin “doğru” ve “iyi” olduğunu bulabilir. Esasen Allah da onu “iyi” ve “doğru” bir ahlâkî değer olarak görmektedir.
Meselâ Mâturidî’ye göre fiiller ve şey’ler, vahiyden önce de kendi doğalarında iyiliği/kötülüğü, doğruluğu/yanlışlığı taşırlar. Aklen mümtenî, yani olması veya gerçekleşmesi mümkün olmayanı, vahiy de mümtenî görür. Aklen vacip/zorunlu/farz olanı, vahiy de vacip görür. Aslında vahiy, aklen mümkün olanı tasrih eder, açıklığa kavuşturur. Zamanla insan, hevâ ve hevesine uyarak ahlakî normları keyfîleştirdiğinden dolayı, Allah peygamber göndererek bunları düzeltir.[3]
Bu öğreti ise, çok açık ve kesin bir biçimde, yapıp-etmelerinden dolayı doğrudan insanın sorumlu olduğunu; çünkü onun işlediği fiillerini, aklı ve iradesi ile bizzat kendisinin tercih edeceğini ve etmekte olduğunu göstermektedir.
İslâm düşünce tarihinde iki önemli düşünce okulunun en meşhuru olan Eş’arîlik ise, bu görüşün tam aksini savunur. Yani İlâhî irade, ahlâkî değerin ve ahlâk, kanunun nedenidir. Bunun anlamı kısaca şudur: İyi veya kötü, Allah öyle istediği ve bildirdiği için iyi veya kötüdür.
Müslüman yöneticilerin pek iltifat etmediği, hattâ hiç aldırmadığı, ama aslında İslâm düşüncesinin çok değerli okullarından Mutezile’ye ve İmam Mâtüridî’ye göre ise insan, iyi veya kötünün iyilik veya kötülüğünü aklı ile bilir.[4]Bunun anlamı da şudur:
 İyi veya kötü olarak işlenen her işin sorumluluk ve yükümlülüğü, doğrudan insana ve insanın aklına aittir.
Kur’ân’ın, yani İslâm’ın mesajının özü bu olmasına rağmen, bu fevkalâde yüce mesajı hayata geçirme işinde her zaman başarılı olunduğu söylenemez. Maalesef tarih boyunca bu özden, bu yüce mesajdan ciddî sapmalar olmuş ve çok kötü bozulmalarla karşılaşılmıştır.
Nitekim her din gibi Müslümanlık da bölgeler, toplumlar ve toplumlara egemen olma hırsı ile yanıp tutuşan siyasetçiler ve din bilginlerinin elinde dönüştürüldüğü “sistem” açısından, önemli ölçüde aslî ve öz yapısından, temel mesajından uzak bırakılmıştır.
Ebu Hanîfe ve İmam Mâturîdî ise, Kur’an’ın özünü ve esas mesajını bi-hakkın tespit ve teslim ettikleri için Müslümanların meselelerine çare olacak aklı ve akıl yürütme metodunu geliştirip kullanmışlardır. Neticede Hanefîlik ve Mâturîdîlik, Horasan-Mâverâünnehir başta olmak üzere Orta Asya, Afganistan, Hindistan, Pakistan, Doğu Türkistan, Malezya, Endonezya, Kafkaslar, Rusya, Türkiye, Orta Doğu ve diğer bölgelerde Müslüman olarak yaşayan kitleler arasında yayılmış ve bu tesir bugünlere kadar devam etmiştir. Hattâ İmam Mâturîdî’nin öncülüğünde Semerkant’ta doğan ve daha sonraki takipçileri tarafından Türk toplulukları arasında yayılan Mâturîdîlik, Türk topluluklarının dinî, içtimaî ve medenî birliğinde çok önemli bir rol oynamıştır.
Ancak ne hazindir ki, İslâm dünyasının genelinde ve hattâ Hanefî-Mâturîdî olduğunu söyleyen Osmanlı sarayında ve medreselerinde bile gereken ilgi ve kabulü görememiş, ihmal edilmiş; mensubiyet ve bağlılık, sadece bir söz olmaktan öteye geçememiştir. Araştırıcılar İmam Mâturîdî’nin ihmal edilişi hakkında muhtelif sebepler ileri sürerler.[5] Bu hususta “İmam Mâturîdî ve Mâturîdîlik” başlıklı muhalled bir seçki hazırlayan kıymetli öğrencimiz ve meslektaşım Prof. Dr. Sönmez Kutlu’nun şu sözlerini, vaktinizi almak pahasına okumak istiyorum:
Mâturîdî’nin Hanefîler dışında kasıtlı olarak ihmal edilmesinin sebeplerinden birisi, Eş’arî, İbn Kullâb, Kalânisî ve benzerleri gibi, eserlerinde Ehl-i Sünnet’i savunmamış olması ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat veya benzer kavramları hiç kullanmamış olmasıdır. Bunun yerine Ebû Hanîfe’nin izinden giderek Mutedil Mürcie’nin görüşlerini savunmuş ve ‘Övülen Mürcie’ (ircâ’ el-mahmûd) fikrini benimsemiştir. O dönemlerde birçok açıdan makâlât geleneği standartlaştığı için, Ebû Hanîfe ve Ashâbı Mürcie’nin bir alt grubu olarak zikredilmiştir….
(Ayrıca) Mâturîdî’nin Muhammed b. Kerrâm ve diğer sufilerin anlayışlarını eleştirmesi, sezgiyi/ilhamı reddederek akla önem vermesi, daha sonra sufilikle eklemlenen Ehl-i Sünnet çevrelerinde kabul görmesine ve öne çıkmasına engel olmuştur. Çünkü kendi öğrencisi Ebû’l-Kâsım Hakîm es-Semerkandî ve Ebû’l-Leys es-Semerkandî’nin eserlerinin daha yaygın olmasına ve çok tanınmasına, onların sufî düşünceyle ilgilenmeleri ve bu konuda eserler yazmış olmaları sebep olmuştur.  Hanefi çevrelerin onu ihmali konusunda bir kasıt aramak yerine, Ebû Hanîfe’nin otoritesini gölgeleme endişesinin etkili olduğu kanaatindeyiz. Ne zaman ki Şafiilik ve Malikilik kendilerine Eş’arî’yi itikadî görüşlerinde önemli bir şahsiyet olarak öne çıkarmaya başladılar, o zaman Hanefiler de Eş’arî’ye rakip olarak Mâturîdî’yi imam edindiler….”.[6]
Aziz Dostlar,
Hepimiz çok iyi biliyoruz ki Kur’ân, İmam Mâturîdî’den birkaç yüzyıl önce, Hz, Peygamber’e (s.a.s.) emrolunan ve onun da mü’minlere teblîğ ettiği     “doğru yol”dan ayrılmamak şartıyla, o güne kadar “ataların izinden”   yürümeyi   sünnet bilmiş Arapların bilmedikleri ya da kullanmaya yanaşmadıkları yeni bir şeyi mutlaka yerine getirmelerini istemiştir. O da, insanların dinin hakikatini anlamak için   düşünmeleri   ve   akıllarını   kullanmalarıdır.  Çünkü dinin her türlü emir ve yükümlülükleri, bunları değerlendirme ve hakikatini anlama gücüne sahip insana, insanın aklına yönelmiştir.
Bu sebepten İmam Azam Ebû Hanîfe ve İmam Mâturîdî, inanma ile bilgi arasındaki ilgi ve ilişki konusunu fevkalâde derin ve isabetli, eskilerin tabiri ile, ‘arîz-‘amîk bir biçimde açıklamışlardır.
Kur’ân’ın inananları sürekli kendi iradeleri ve gayretleriyle bilimsel bilgiye ulaşmaya teşvik özelliği, her şeyden önce, onun, körü körüne inanan insanlar değil, bilgili, araştırıcı, soran, sorgulayan, düşünen ve akıllarını kullanan bir aydın mü’minler topluluğu meydana getirmek isteğinin açık delilidir.
Esasen Kur’ân’ın bu amacı, tekrar edelim ki,  insanlara ahlâk, tarih, coğrafya, hukuk, tıp, teknik ve benzeri alanlarda hazır bilgiler vermek değil, onların îmân ve ahlâkî irade ile donanmış hikmet sahibi, âdil ve aklını kullanan kimseler olarak, özellikle bu alanlarda “bilimsel bilgi”ye ulaşmaya çalışmalarını ve elde ettikleri bilgileri aynı inanç ve ahlâkî yaklaşımla insanlığa sunmaları için gerekli yolları ısrarla ve çok çeşitli örneklerle göstermektir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de kıssaların ve aynı konuların sık sık tekrar edilmesinin temel sebeplerinden biri de budur.  Ayrıca bu emirler ve tavsiyeler, insanların inanma ve Kur’ân-ı Kerîm’i kabul etmede tam bir fikir ve hareket serbestliği içinde bulunuşlarının da ifadesidir; çünkü Kur’ân’ın takip ettiği usûl/yöntem,  iknâ ve telkîn metodudurTelkîn, ancak akıl sahibi olan insanda mâkes bulur.
Bu sebepten Kur’ân-ı Kerîm, “düşünmek”, “tefekkür etmek”, “ibret almak” şeklinde ifade edilen akıl üzerinde ısrarla ve önemle durur. Kur’âna göre akıl, hakemdir ve doğruyu eğriden ayırmak üzere başvurulan esaslı bir prensiptir. İmam Mâturîdî’ye göre de Allah aklı yararlı ile zararlıyı belirlemede, iyi ile kötüyü ayırt etmede kullanılması gerekli bir vasıta olarak yaratmıştır.[7] En önemlisi de akıl, insanı Allah’ın ayetlerini anlamağa muktedir kılan insan yeteneğini ifade eder.[8]
Burada Allah’ın ayetleri ile akıl arasındaki çok önemli bir ilgiye dikkatinizi çekmek istiyorum. Allah ile insan arasında iki çeşit haberleşme vardır. Biri sözlüdür, her iki taraf da insanın dilini kullanarak meramını anlatır; ikincisi ise sözsüzdür. Allah, evrenin/tabiatın ayetlerini/delillerini/işaretlerini kullanarak, insan da vücudunun hareket ve işaretlerini kullanarak meramını anlatır. Her iki halde de haberleşmeyi Allah başlatır. İnsan Allah’ın hitabına cevap vermek durumundadır. Tanrı’dan insana doğru konuşmanın tipik bir örneği olan vahiy, hem Allah’ın sözlü ayetlerini hem de tabiatın sözsüz ayetlerini içerir ve Allah, bu ikisi arasında bir ayırım yapmaz. Çünkü her ikisini de ancak düşünen, araştıran, aklını kullanan öz akıl sahipleri anlayabilirler.[9] (İnne fî zâlike le-ayâtin li-kavmin ya‘kılûne=Şüphesiz bunda nice deliller ve ibretler vardır; fakat bunları anlayabilmek için aklın kullanılması gerekir.–  Rûm 30/ 23–24)
“Ayet” kelimesi,  İslâm öncesi Arap dilinde de kullanılmıştır, ama o zaman dinî anlamda değil, sadece ve daima tabiat ile ilgili olarak kullanılmıştır. Bu da, İslâm düşüncesi ile Batı düşüncesi arasındaki farklılığın temel ayırım noktalarından birini teşkil eder.
Sayın Konuklar,
Ülkemiz İlâhiyat Fakültelerindeki İslâm Mezhepleri tarihçileri olarak, münhasıran dinimiz ve din hayatımızın tezahürlerini tanımak ve değerlendirmek; İslâm dünyasının sorunlarını tartışmak amacıyla ya da münhasıran bazı meselelerin tedkiki için yaklaşık on yıldan bu yana hemen hemen her yıl, buradaki gibi, çalıştaylar, bilgi şölenleri düzenledik. Sağlığım müsaade ettiği her vakit bu toplantılara katılmaktan fevkalâde haz duydum ve toplantılardan iftiharla ayrıldım. 1955’lerden bu yana bir ilâhiyat ve mezhepler tarihi talebesi olarak, meslektaşlarıma ve insanımıza hitab etme fırsatı bulduğum her zaman ve her fırsatta, bir hususu ısrarla dikkatlere sunmaya çalıştım. O da kısaca şudur:
Bilindiği üzere İslâm, Arapça silm kökünden gelen bir isimdir ve “teslim olma; gönülden boyun eğme; itâat etme; bağlanma” anlamlarına gelir. Bir diğer anlamı da “barış” ve “esenlik”tir. Bu da bir kimsenin gerek maddî gerek manevî ve ruhî anlamda barışa ve esenliğe ulaşabilmesinin, ancak Allah’a gönülden teslim olması ve bağlanması ile mümkün olabileceğini ifade eder.
Gönülden inanarak yaşanan böyle bir hayat, insanın kalbine huzur, esenlik ve barışı getirir ve böylece, geniş anlamda, toplumda ve evrende huzur ve barış sağlanmış olur.
Esasen “İslâm” kelimesinin “esleme” şeklinde fiil olarak kullanılması halinde, “o kendini teslim etti” veya “o huzur ve barışa erdi” anlamları kastedilmiş ve neticede de Müslüman olan kişinin Allah ve diğer insanlarla barış halinde olduğu ifade edilmiş olur. “…Kendini bütünüyle Allah’a teslim eden (esleme) ve başkalarına da iyilik eden kimse, ecrini Rabbinden alacaktır. Artık onlara korku yoktur ve üzülmeyeceklerdir de.” (Bakara, 2/112) âyeti, bunun çok açık örneğidir.
İşte Kitâb-ı Mübîn’in teblîğ ve ta’lîm ettiği  “Din”, yani “İslâm” budur; özü itibariyle “barış”, “esenlik” ve “teslimiyet”ten ibaret bir dindir.
Milâdî 610 yılında Mekke’de Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilen ilk âyetle başlayan bu “esenlik”, “teslimiyet” ve “barış” hayatı, yani “islâm”, Medîne’de “son” ve “ekmel” dîn hüviyetini kazanarak mutlak bir uyanışın, insanlığın muhtaç olduğu kurtuluşun, huzur ve saadetin bitip-tükenmeyecek kaynağı olduğunu cümle âleme ilân eylemiştir.
Kaynaklar bize, en azından Hz. Peygamber zamanınınKitâb ve Sünnetin onun ilâhî-beşerî dirayeti ile ikame edildiği,gecesi gündüze benzeyen bembeyaz nurlu ufukların” hâkim olduğu bir devir olduğunu bildirir.
Ancak Hz. Peygamber’in vefatından çok kısa sayılabilecek bir süre sonra ortaya çıkan olaylar, insanların bu dîni, Hz. Peygamber’in teblîğ ve telkîn ettiği ve yakın dostlarının, önde gelen sahâbenin benimseyip yaşadığı gibi “algılamadığını” göstermektedir. Demek ki o zaman da, bugün de, İslâm’ın ve Kur’an’ın okunmasında, algılanmasında, anlaşılmasında ve yaşanmasında ciddî sorunlar var!…
Öyle ki, bugün artık İslâm dünyasının insanları da yöneticileri de onun “barış”, “esenlik”, “huzur ve sükûn” emreden hayatı yerine kavgacı, kaba, hoyrat ve ürkütücü bir ucûbeyi (hâşâ!) “işte gerçek İslâm” diye pazarlamakta; cehaletlerini  “dindarlık”, çıkarlarını, saldırganlıklarını ve vahşî cinayetlerini de “cihad-ı fî sebîlillah” olarak takdim etmektedirler.
Bugün hemen istisnasız her İslâm ülkesinde, ama galiba en yaygın olarak da Ortadoğu’da Müslümanların iktisâdî, içtimâî ve kültürel bütün mes’ele ve müesseseleri, fiilen veya dolaylı yollardan ya İslâm öncesi şirk zihniyetinin egemen olduğu alışkanlıkların yahut da mezhep ve cemaat taassubunun şekillendirdiği ve yönlendirdiği çirkin siyasetin ellerinde bulunmaktadır.
Bu öyle bir taassuptur ki, mensup olunan mezhep ya da cemaat “din” ile özdeşleştirilmiş, hattâ bazı açılardan dinin bile önüne geçirilmiştir.
Nitekim geçen yıllar ve aylarda, gündemimizin ilk sıralarında yer alan ve hemen hemen Müslüman memleketlerin hepsinde su içer gibi Müslüman kanı içen, Müslüman kardeşlerinin yüreklerini söküp yiyen canavarların oluşturduğu Işid, el-Kâide ve onun Suriye şubesi en-Nusra, Hizbullah ve benzeri ideolojik örgütler hâlâ cirit atıyorlar.
Ne hazin ve ne cür’ettir ki, bu vahşet dolu cinayetler “Allahu Ekber” nidalarıyla başlıyor; vahşetin adı ve sıfatı da (hâşâ!) “cihâd-ı fî sebîlillah” oluyor.
İşte yirminci ve yirmi birinci yüzyılın başımıza ördüğü devasız dert ya da püsküllü belâ, İslâm dünyasının cehaletin pençesi altında kendi kendini yok etme yarışına düşmesi ve en hazini de başına gelenlerin (hâşâ) Allah’ın takdiri olduğunu söyleyip sorumluluktan kurtulacağını sanmasıdır.
Daha önceki yıllarda da ifade ettiğim bir hususu tekrar gündeme getiriyorum:
Şu husus çok açık ve kesin olarak bilinmeli ve inanılmalıdır ki,  İslâm düşünce hayatında vücud bulmuş ve dînin, yani İslâmiyet’in anlaşılma, algılanma ve yaşama biçimlerini yansıtan mezhepleri ve bunlara bağlı dinî akımların dünlerini ve bugünlerini bütün yönleriyle her açıdan tanımadıkça günümüzün din anlayışını, din hayatının meselelerini ve en önemlisi de siyasî ve toplumsal olay ve olguları kavrayabilmek ve geçerli çözümler üretebilmek hemen hemen değil, tamamen imkânsızdır. Hiç mi hiç mümkün değildir.
Ancak ne garip ve ne acâibdir ki, başını kuma gömmüş bir basîretsiz YÖK ve YÖK’ün Kur’an-ı Kerîm’in temel mesajını kavrayamamış ve kavramaktan da âciz echel-i cühelâ şürekâsı bu mesajın farkında olmak şöyle dursun, İslâm mezhepleri tarihini bir sığıntı ders haline getirmek suretiyle İslâm’ın anlaşılmaması ve bu dine inananların da cehaletle beslenmesine zemin oluşturacak bir karar almak gibi bir saçmalık ve yanlışlığı işleyebilmektedir. Umarız ki, işledikleri korkunç yanlışlık ve hacâletin farkına varır da, hatâdan rücû ederler.
Ülkemizin burada bulunan ya da bulunamayan İslâm mezhepleri tarihçileri, gerçek anlamıyla akl-ı selîm sâhibi hem ilâhiyat mütehassısları ve hem de ilâhiyat talebeleridirler. Ayrıca onlar, Osmanlının ihmal ettiği önemli bir ihtiyacın ve sorumluluğun artık had safhaya geldiğinin bilincinde oldukları için, Hanefîlik-Mâturîdîlik hakkında böyle bir toplantı düzenlenmesinin, konunun meslektaşlarımız tarafından açıkça tartışılmasının, bilimsel açıdan ortaya konmasının, hem doğru bilgilere ulaşma ve hem de inandığımızı, mensup olduğumuzu söylediğimiz bir mezhebe sahip çıkmanın millî, insanî ve ilmî bir mecburiyet olduğunun idraki ile hareket etmişlerdir ve gördük ki, çok da başarılı olmuşlardır.
Esasen bu anlayış ve tutum, Türkiye’mizde İslâm Mezhepleri tarihi alanına mensup her bir öğretim elemanı tarafından ilmî ve ahlakî bir sorumluluk olarak görülmekte ve kabul edilmektedir; çünkü onlar, sadece memleketimizde değil, bütün İslâm âleminde Kur’anın ve İslâm’ın bütün sadelik ve safiyeti ile algılanması, anlaşılması ve yaşanması, dolayısıyla onun tıpkı teşekkül dönemlerdeki gibi birleştirici, yapıcı, yaratıcı, üretici ve evrene egemen bir din haline gelmesi ümit ve heyecanını hiç kaybetmemiş ve kaybetmeyecek gerçek anlamda inanmış hak ve hakikat talebeleridirler.
Nitekim bugün burada, bu iki günlük süre zarfında, İslâm dünyasını içine düştüğü cehalet ve sorumsuzluktan çekip çıkarabilecek bilgi ve çözüm kaynağı demek olan Hanefîlik ve Mâturîdîlik, İslâm mezhepleri tarihinin nesnel ölçüleri ile ve titizlik ve dikkatle görülüp gösterilmeye çalışılmıştır.
Kaldı ki İslâm dünyası, doğuş dönemindeki gibi tarihin akışına girerek ona müdahale etmek, değiştirmek ve insanı süreklilik, yani  i s t i k r a r  içinde bir inanç ve ahlâk dairesinde yaşamaya çağırmak istiyorsa, İslâm düşüncesinin gövdesini oluşturan mezheplerin savundukları her fikrin ve görüşün, mutlaka bilinmesi ve varsa, İslâm düşüncesine olan katkısının değerlendirilmesi, süreklilik içindeki değişim ve gelişim için mutlak şarttır.
Eğer İslâm düşüncesinin bugünkü kısır döngüsü, düşünen, soran ve sorgulayan Müslümanı rahatsız ediyor, uykusunu kaçırıyorsa, bunun birinci sebebi içine düşülen cehaletten kaynaklanmaktadır. Başka bir ifade ile din, neo-kapitalist liberal zihniyet tarafından ziyadesiyle görünür kılınmış olmasına rağmen, onun geniş kitlelerce özü itibariyle bilinmemesinden ya da üzerinde düşünülmemesinden ve neticede bireysel sorumluluktan kaçarak bir “Hoca Efendi”nin ya da bir “Makamın himayesine sığınmaktan kaynaklanmaktadır. Böyle bir durumun varlığı, dîni ve dinî değerleri, çok kolaylıkla siyasetin arenasına görüntü ve propaganda malzemesi olarak sunmak demektir.
O halde, aslında çok geç kalınmış olmakla beraber, “zararın neresinden dönülse kârdır” anlayışıyla, mezheplerin ve dindeki her türlü oluşumun, mutlaka bilinmesi ve didik didik edilmesi, yine mensup olunan dinin selâmeti açısından fevkalâde zarurîdir. Çünkü dinin, ilk devirlerdeki canlı ve aktif hüviyetine kavuşturulması, çağdaş ihtiyaçlara cevap verecek sağlam bilgi ve anlayışla mücehhez kılınması, yine dinin ve hitabettiği kitlelerin zaruret duyduğu bir ihtiyaçtır.
Dinin birleştirici, huzur ve barış kaynağı olan aslî hüviyetine kavuşturulması, her şeyden önce dinin ana kaynaklarına gidilerek sağlanabilir.
Bu, hem bu konularla ilgili olanları kaynakların henüz kabuklaştırılmamış özleri ile temasa geçirmek ve hem de yüzyıllar boyu tarihî, içtimaî ve bilhassa siyasî olayların din ilimlerinde yaptığı değişme ve gelişmeleri veya gerilemeleri göstermek bakımından yapılması icap eden bir iştir.
Öte yandan bu neviden çalışmalar, muhtelif mezhep ve fırkalar halinde zümreleşmiş toplulukların aslî hüviyetlerini hem tanımak hem de kendilerine tanıtmak bakımından fevkalâde faydalıdır; çünkü herhangi bir fırkaya mensup bir kimsenin, ne kadar tarafsız ve ilmî zihniyete sahip olmaya çalışsa da, başka bir fırkayı, o fırkanın kendini gördüğü şekilde göstermesi, hattâ görüşlerini olduğu gibi aktarabilmesi mümkün değildir.
Bu sebepten itikadî mezhep ve fırkaları, sadece kendi eserlerinden tanımak ve öğrenmekle yetinmemek; onları imkânlar ölçüsünde ulusal ya da uluslar arası toplantılarda masaya yatırıp çok iyi incelemek, İslâm düşüncesinin sağlam ve güçlü bir biçimde yeniden ayağa kaldırılması ve dinin birleştirici ve yaratıcı hüviyetinin ihyası için elzemdir.
Bugün bu bilgi şölenine katılan çok değerli bilim adamlarının birçoğunun hocası, danışmanı ve Türkiye’de mezhepler tarihi alanının en kıdemli talebesi olarak, böylesine önemli bir konuyu gündeme getiren Kastamonu Üniversitesi Rektörlüğünü ve İlâhiyat Fakültesi yetkililerini ve ilgilileri hassaten tekrar tebrik ediyorum.
Çünkü bu meselenin bir ilmî platformda, kapalı kapılar ardında değil, kamuoyunun önünde tartışılması, ilim adamları kadar ve hattâ onlardan çok daha fazla ve önemli olarak ülkemizin her düzeydeki insanı, siyasetçileri, asker ve sivil bütün idarecileri ve ilgililer açısından hakikaten çok gereklidir.
Hâsılı, bizleri bir araya toplayarak, İslâm düşünce tarihi açısından olduğu kadar, mezheb mensubiyeti açısından kimliğimiz demek olan bir alanın daha açık, daha doğru ve daha ayrıntılı bir biçimde geniş kütlelerce tanınmasına ve bilinmesine vesile oldukları için, bu bilgi şölenini tertip edenleri ve bildirileri ile bizleri aydınlatan ve ilim dünyasına büyük katkılar sağladıklarına inandığım değerli akademisyen arkadaşlarımı ve meslektaşlarımı gönülden kutlar; hepinizi sevinç ve iftihar gözyaşlarımla kucaklarım.
Hepinizi Allah’a emanet eder, hayırlar dilerim.
__________________________
[1] Bu hususta geniş bilgi için bkz. Hanifi Özcan, Mâtüridî’de Dînî Çoğulculuk, İstanbul: İFAV Yay., 1995.
[2] Hanifi Özcan, Türk Düşünce Hayatında Mâtüridîlik, Ankara: Cedit Neşriyat 2012, s. 59.
[3] Bkz. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, çev. Bekir Topaloğlu, İstanbul: İSAM Yay. 2003, 224 vd., 229-230.
[4] İmam Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhîd, 172’den Sönmez Kutlu, “Mâturîdî Akılcılığı ve Günümüz Sorunlarını   Çözmede Katkısı”, e-makâlât Mezhep ve Araştırmaları II/1 (Bahar 2009), s.11.
[5] Sönmez Kutlu, “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Mâturîdî”, İmam Mâturîdî ve Maturidilik, Haz.    S.Kutlu, Ankara: Otto 2016 (6.Bs.), s. 60 n. 122.
[6] Sönmez Kutlu, “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Mâturîdî”, İmam Mâturîdî ve Maturidilik, Haz. S.Kutlu, Ankara: Otto 2016 (6.Bs.), ss. 60 vd.
[7] İmam Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, 172’den Sönmez Kutlu, “Mâturîdî Akılcılığı ve Günümüz Sorunlarını Çözmeye Katkısı”, e-makâlât Mezhep Araştırmaları,II/1 (Bahar 2009), s.11.
[8] T. Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, çev. Süleyman Ateş, Ankara: A.Ü.İ.F.Yay. 1975, s.61.
[9]  Izutsu, aynı eser, s.126 vd
Selam...
​ T.C. / M. Kemal Adal