İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.

14 Ekim 2017 Cumartesi

ALİ ŞERİATİ - 10 (SON): TEVHİD DİNİNİN PEYGAMBERLERİ, ŞİRK DİNİ, AYDINLARIN YANILGISI, ÂLİMLERİN VE AYDINLARIN GÖREVİ



TEVHİD DİNİNİN PEYGAMBERLERİ


Çoban ve emekçi olan tevhid dininin peygamberleri, baştan sona egemen sınıfın yani keşişlerin, Zerdüştî rahiplerin, büyücülerin ve muğların yapımı olan dinin karşısında yer almışlardır. Onlar, sıkıntıyı, fakirliği ve açlığı herkesten daha çok yaşamış ve bu halleri bedenlerinde ve ruhlarında hissetmişlerdir. Peygamberimizin (s) dediğine göre bütün peygamberler çobanlık yapmıştır.

Tevhid ve insan düşmanı olan ve tarihte sürekli olarak hüküm süren tağutperestlik dini ise her zaman, hiçbir şeyi olmayan bir tabakaya zulmeden, onları kandıran, susturan ve her şeye sahip olan tabakaların kullandığı bir araç olmuştur.

ŞİRK DİNİ


Tağutperestliğin ilk ve açık şekli şirktir. Günümüzde Afrika’da bu din mevcuttur. Birden çok tanrıya inanmak, güzel boncuklara tapmak, her kabilenin kendine ait bir ‘tabu’ya ve kutsal bir hayvana ibadet etmesi demek olan bu din, hala bazı yerlerde mevcuttur.

Açık ve aşikâr olan mele’ ve mütref dini olan tağutperestlik ile mücadele etmek kolaydır. Ancak tarihte olduğu gibi, tevhid adı altında faaliyet gösteren ve tağuta ibadeti Allah’a ibadet adı altında gerçekleştiren şirkin ikinci şekli olan gizli şirk ile mücadele etmek oldukça zordur.

Şu soruya cevap verilebilirse, İslâm tarihindeki pek çok sorun hatta sosyal sorunlar bile çözülebilir: Hz. Muhammed (s) de Hz. Ali de aynı dini tebliğ ettiler, neden biri başarılı oldu, biri başarısız oldu? Miladî 7. asırdaki Arap toplumunda, din İslâm dini, Kur’an aynı Kur’an, Allah aynı Allah, dil aynı dil, zaman aynı zaman, toplum aynı toplum, Hz. Muhammed (s) de Hz. Ali de insanları aynı şeye davet ettiler; fakat biri muvaffak oldu diğeri olmadı, neden?

Sorduğum bu soruya bazıları, şöyle korkunç cevaplar vermişlerdir: “Ali, uzlaşmacı değildi, haksız olanlarla uzlaşma yoluna gitmezdi, baskıyı ve zulmü kabul etmezdi, katı idi…” İyi ama muvaffak olan Hz. Muhammed (s) de böyle davranmıyor muydu?

Doğrudur, Hz. Ali’nin başarısızlığında bu sebeplerin etkisi vardır; fakat bu sebepler konuyu tam olarak açıklamamaktadır. Bu sorunun cevabı, Peygamber (s) zamanında olmayan fakat Hz. Ali zamanında var olan bir sebepte aranmalıdır. Aşikârdır ki bu sebep, ırk, kabile, hanedan ve sınıf esasına dayanan ve dönemin mele’ ve mütrefîni Kureyş kabilesinin elindeki araç olan tağut perestlik ve şirk dinidir.

Şirk dini, Peygamber (s) döneminde açık ve netti. Ebû Süfyan, Ebû Cehil ve Ebû Leheb, putların kendilerine ait olduğunu, Kureyş ticaretinin devam etmesi için Kâ’be’yi korumaları gerektiğini, Kureyş hâkimiyetinin ve ticaretinin putlara dayalı olduğunu, dünyada ve Arap kabileleri arasındaki üstünlüklerinin, makamlarının ve haysiyetlerinin Kâ’be’ye ve putlara bağlı olduğunu açık bir şekilde söylüyorlardı. Onlar diyorlardı ki, bu putlar ve onlarla ilgili efsaneler, bize atalarımızdan miras kalmıştır, dolayısıyla onları hiçbir şeyle değiştiremeyiz, onları savunmak zorundayız. Onlar, bu görüşlerini açıkça söyledikleri için kendileri ile mücadele etmek ve onlara karşı muvaffak olmak kolaydı. İşte Peygamber’in (s) muvaffak olmasının sebebi budur.

Ben, tarihî ve sosyolojik esaslara göre konuşuyorum, gaybî sebepleri ne ben bilebilirim ne de başkası.

Hz. Ali bütün bu şirk unsurlarıyla savaşıyordu, fakat bu unsurlar bir örtü altında gizliydi. Bu örtü, şirk muhafızlarının yüzündeki tevhid perdesiydi. Hz. Ali’nin kendilerine kılıç çektiği Kureyşliler, putların değil Ka’be’nin muhafızları idiler. Onlar mızraklarının ucuna muallakat-ı seb’ayı değil Kur’an’ı takıyorlardı. Böyleleri ile mücadele etmek daha zordur.

Bu dönemde şirk ne yapmaktadır? Cihada gitmekte, İslâmî fetihler yapmakta, mihrabı vardır, görkemli camiler yapmakta, bu camilerde cemaatle namaz kılmakta, Kur’an okumakta, bütün âlimler ve kadılar kendisine tabidir ve Peygamber (s) dinin savunucusu ve yücelteni olarak görünmektedir. Oysa içi şirktir.

Dost görünüşlü bir düşman olan, takva ve tevhid elbisesi içindeki şirk ile mücadele etmek zordur; hem de o kadar zordur ki, Hz. Ali bile ona karşı mağlup olmuştur. Tarihteki bütün toplumsal olayların ve ıslahat hareketlerinin liderleri, milletlerine saldıran yabancı ve belirgin düşmanları kolaylıkla etkisiz hale getirebilmişlerdir. Bu liderler, büyük güçlerine rağmen yabancı düşmanları yok edebilmişlerdir. Ancak dünyanın en büyük ordularını mağlup eden bu kahramanlar, milleti perişan eden ve sıkıntıya düşüren ve sayısı oldukça az olan dâhilî düşmana yenilmişlerdir. Nitekim S. Radhakrishnan[38] şöyle demiştir: “Kaba kuvvet ve hile, takva elbisesi giydiğinde, dünyanın en büyük gücü ve faciası meydana gelmiş demektir.”

Öyleyse şirk dininden söz ettiğimizde, aklımıza geçmişte yaşanmış olan ve hayvan, ağaç ya da heykellere tapınmaktan ibaret olan şirk gelmemeli.

Nasıl olsa, İbrahim (a.s) ve Peygamber (s) söz konusu şirk dinini yok etmişlerdir de dememeliyiz. Zira şirk, mele’ ve mütrefînin istismar ettiği her türlü dinî duyarlılık demektir.

Bu sebeplerden dolayıdır ki, 17 ve 18. yüzyılın ve yeniçağın aydınları, bu dine karşı çıkmış ve muhalefet etmiştir. İnsanların, perişanlık, sıkıntı, zillet, zaaf içinde ve iradesiz bir şekilde yaşamalarına neden olan ve halkı ırklara, gruplara ve tabakalara ayıran yapıyı muhafaza eden bu dinle mücadele etmişlerdir.

Onlar: “Bu din, insanların ilerlemesine, özgürlüğüne ve birlikteliğine karşıdır.” şeklindeki görüşlerinde haklıydılar.


Dinin kenara itilmesinden sonra göz kamaştıran gelişmelerin vuku bulması, Avrupalı aydınların bu görüşünü te'yid eden bir tecrübedir. Özgürlük isteyen bu aydınlar, insanın, hurafelerden, zilletten ve din adıyla ortaya çıkmış olan bu zehirli uyuşturucudan kurtulması için mücadele ediyorlardı.[39] Ancak bu aydınlar, biz din mensupları gibi, bir noktada yanılıyorlardı.

AYDINLARIN YANILGISI


Aydınların yanılgısı şuydu: Tarihte yer alan her tür ibadeti, mabedi, cihadı, kutsal savaşları, haçlı savaşlarını ve İslâm cihadını ayrım yapmadan hepsini din adı altında değerlendirdiler. Zaman zaman bizim de böyle yaptığımız vakidir.

Hâlbuki daha öncede söylediğim gibi İslâm, inkılabî bir dindir ve şirki kabul etmemektedir. Gelecekte de hak dinin hâkim olacağını ve dinî liderin (veliyu’d-dîn) geleceğini öngörmektedir. Açık şirk şeklinde olsun, tevhid perdesi altında olsun Doğuda ve Batıda halklara musallat olanların hiçbirini benimsememekte ve onları şirk olarak nitelendirmektedir. Bunları yok etmek için peygamberler gönderen din ise peygamberler gibi diğer insanları, özellikle de aydınları sorumlu tutmakta ve onlardan peygamberlerin davasının devam ettirilmesini istemektedir. Peygamberimiz (s) “Ümmetimin âlimleri, Beni İsrail’in peygamberlerinden daha üstündür.”[40] buyurmaktadır. Yani peygamberliğin nihayete ermesinden sonra peygamberlik misyonunu sürdürmek âlimlerin görevidir.

ÂLİMLERİN VE AYDINLARIN GÖREVİ


Âlimlerin görevi, tarihte hayata hâkim olmamış olan dini, hayata geçirmek ve yerleştirmek için mücadele etmektir. İnsanlık, artık bu olgunluğa erişmiş, vicdanî ve dinî özgürlüğünü elde etmiş olmalıdır. Dolayısıyla da tevhidin, tağutperestlikten farklı olduğu ve şirkin tevhid örtüsünü yalandan yüzüne örttüğü anlaşılmalı ve bu örtü paramparça edilmelidirTa ki insanlar, materyalistlerin doğru bir şekilde ifade ettikleri gibi, cehalet ve korku ürünü olan dinden kurtulup gerçek bir dine kavuşsunlarKur’an defalarca, denizde yolculuk yaparken gemi bozulduğu için korkudan Allah’a sığınan ve tehlike geçtiğinde de bunu unutan kimselerden söz etmekte ve onları eleştirmektedir. İşte bu, korkudan doğan bir dindir.

19. yüzyıldaki materyalistlerin doğru bir şekilde ifade ettiği gibi, tabiî tehlikelerden korkup da dine sığınanlar da bu şekilde korku ürünü olan bir dine sahiptirler. Kur’an, onlardan çok önce korku dininin mensuplarından söz etmiş ve bu korkudan türemiş olan muamele biçimini ve toplumsal sınıflaşmayı eleştirmiştir.

Bu sınıflaşmayı kim icad etti? Bu sınıflaşmayı, “Yiyecek bir lokma ekmeğin ve besinin yoksa, dayan, senin için cennette sofralar hazırlanacaktır!” diyenler icad etmişlerdir. Sınıflı toplumların ürünü olan bu din, hak dine bir veba gibi nüfuz etmektedir.

Hz. Ali şirk dinini ‘ticaret dini’ ve ‘korku dini’ olarak nitelendirmektedir. Oysa hak dindeki kulluk, özgürlükten, yüce kudret sevgisinden, adalet arzusundan, insanî amaçlardan, birlikten, adaletin dünyada sürekli hale getirilmesinden ve bütün kötülüklerin yok edilmesinden doğmaktadır. İşte bu din, şirk dinine düşmandır.

Şirk dini ise, tarih boyunca fakirliği, esareti ve köleliği savunmuş ve halkları mele’, mütref ve zorbaların çıkarları için susturup uyuşturmuştur. Bu din şöyle der: “Allah, şunun bunun açlığı, susuzluğu, ekmeği, yağı ve peyniri ile uğraşmaz.” Bu din, dini duyguları kullanmak suretiyle insanları uyuşturarak, toplumsal hayattan soyutlayarak veya dünya malını kötüleyerek her şeyi eline geçirmeye çalışır.

Kur’an her zaman, toplum üzerinde baskı kuran, insanların iradelerine ipotek koyan ve onların bedensel ve zihinsel güçlerini zorbaların menfaati için kullanan kimseleri; fakirliği, açlığı ve hastalığı dinî zühdün gereği olarak göstermek suretiyle dini istismar eden zihniyeti ve ahiret adına insanları dünya hayatından ve toplumsal sorumluluktan alıkoyup münzevi bir hayat yaşamaya iten ve daha sonra da onların her şeyini temellük eden dinî düşünce sahiplerini eleştirmektedir.

İnsanların dini duygularını kullanarak kendisine ve sömürgeci güçlere menfaat sağlayanların sembolü olan Bel’am-i Ba’ur konusuna gelindiğinde ise Kur’an, hiçbir yerde kullanmadığı şu ifadeyi kullanmaktadır: “O, köpeğe benzer…”[41] Bu ifade ile Kur’an şunu kastetmektedir: Tarih boyunca zülüm, zillet, istismar, ayrımcılık ve cehalet böyle kimselerin çabalarıyla gerçekleşmiştir. İnsanların yeteneklerini körelten ve onları geri bırakanlar, büyük kahramanları ve yüce insanları öldürenler ve hak peygamberlerin bütün çalışmalarını akim bırakanlar böyle kimselerdirKur’an, lanetli şirk dininin tarihte yaptıklarını nefretle eleştirmek için bu ifadeyi kullanmıştır.

Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum:

Avrupa’daki aydınların ve özgürlükçülerin, Avrupa’yı bin yıl geri bırakan ve Hz. İsa kisvesi altında çalışan kilise ve orta çağ dinlerine karşı sürdürdükleri mücadele ile peygamberlerimizin tarih boyunca sürdürdükleri mücadele aynıdır.[42] 

Peygamberlerimiz her zaman, bu taşlaşmış, bozulmuş, insan ve insan hakları düşmanı olan dine karşı mücadele etmişlerdir; uyuşturucu ve aldatıcı şirk dininin putlarını ve bütün sembollerini yok etmek için çalışmışlardır.

Bunu sürdürmek, her zaman hak dinin mensupları için bir görev olmuştur ve olacaktır.

Mademki peygamberlerimiz, tarihe hükmeden şirk dinine karşı mücadele etmişler, öyleyse biz de bu mücadeleyi sürdürmekle yükümlüyüzNitekim bu güne kadar mele’, mütref ve onların uşaklarına karşı yapılan mücadeleler ve tarihin seyrinin değiştirilmesi için gösterilen çabalar tevhid dini adı altında gerçekleşmiştir.

Bizim amacımız, geriye gitmek değil hak peygamberlerin yolunu takip etmektir.

Zira onlar, halkın içinden çıkmış olan dolayısıyla da mele’ ve mütrefi emrindeki din adamları ve prensler ya da ağalarla bir şekilde irtibatı olanların karşısında yer alan peygamberlerdi.

Bizim gibi, Avrupalı materyalist aydınların da, din hakkında anlamadıkları husus şudur: İmtiyazlı tabakaların ve sömürgecilerin dini olan şirk dinine ait her şeyi, mutlak manada bütün dine teşmil etmekBu yanlıştır, zira tarihte bir din değil pek çok din vardı. Buna benzer olarak Gurvitch de şöyle demektedir: “Büyük bir toplum yoktur, toplumlar vardır.”

Dolayısıyla her toplumu ayrı ayrı ele almak gerekir. Tarihte iki cephe ve iki saf mevcut olduğu gibi iki de din vardır:

Biri, zulüm ve terakki, hakikat, adalet ve medeniyet düşmanlığı cephesidir. Bu cephe, dinsizlik cephesi değil hırsı ve sapkın arzuları gerçekleştirmek için insanlara musallat olan şirk dini cephesidir.

Diğer cephe ise hak din cephesidir. Hak din, karşı cepheyi ortadan kaldırmak için gelmiştir.

Bazı yönlerden düşüncelerini desteklediğim Avrupalı aydınların bir hususta haksızlık yaptıklarını ve insafsızca yargıda bulunduklarını görüyorum. Tabakalar ve ırklar ayrımcılığına, feodal yapıya ve sömürgeciliğe dayanan Buda, Zerdüşt, Mezdek, Mani ve Yunan dinleri ve din adına dünyaya egemen olan güçler hakkındaki bütün değerlendirmeleri her iki cepheye de yani hem şirk dinine hem de hak dine teşmil etmişlerdir.

Hâlbuki herkesten önce sıkıntı ve fakirlik ile tanışan, şirk dinine karşı koyan, bu uğurda hayatlarını kaybeden, zindanlarda zehirlenen ya da öldürülen ve şirk dininin güçleri tarafından kendileri ve takipçileri katliama uğrayan Allah ve hakikat peygamberlerinin dini olan çobanlık dini ile şirk dinini aynı değerlendirmeye tabi tutmak ilmî gerçeklere, aydın olmaya, ahlaka ve görünen gerçeklere aykırıdırZira tarih boyunca sadece peygamberler, “Sizin dininiz size, benim dinim bana!” diyerek şirk dininin karşısında durmuşlardır.

Aydınlar, neredesiniz? Bir konuda tercüme yoluyla değerlendirme yapılamaz. Avrupalının, kendi dini hakkındaki yargısı nasıldır? Avrupalı üç yüz yıl mücadele etti, çalıştı, düşündü, inceleme yaptı, ancak Hıristiyanlığın, Avrupa’nın başına nasıl bir bela getirdiğini anlayabildi. Avrupalılar din hakkında bir yargıda bulunuyor, biz de hemen kabul ediyoruz; bu, bir aydının tutumu olamaz, böyle yapan aydın olamaz.

Tarih boyunca, aç olan, aç kalsın, ekmeği elinden alınsın ve fakirlik var olup devam etsin diyen bir dini, Ebu Zer’in dini ile aynı tutabilir miyiz? O Ebû Zer ki, İslâm’ın parlak yüzüdür, bizzat Peygamber’in (s) terbiyesi ile yetişmiştir. Onun, ırk, sermaye ve kültür adına hiçbir şeyi yoktu; o, kâmil bir insan olmaktan başka hiçbir şeye sahip değildi. O, hak din tezgâhının, kitabının ve okulunun ürünüydü. O şöyle diyordu: “Evinde yiyeceği olmayıp da kılıcını alıp sokağa fırlamayana şaşarım!”

Sahibini söylemeden Avrupa’da bu sözü söylediğimde, bazıları bunun, Proudhon’a[43] ait bir söz olduğunu düşündüler; çünkü Proudhon, sert konuşmasıyla bilinir. Onlara dedim ki, böyle bir söz söylemek Proudhon’un haddine değildir! Bazıları da Dostoyevski’nin bu sözü söylemiş olabileceğini düşündü. Zira Dostoyevski şöyle demiştir: “Bir yerde öldürme olayı varsa, olaya katılmayanların elleri de kana bulaşmış demektir.” Doğrudur!

Dikkat et bakalım, Ebû Zer ne diyor? Onun söylediğini din söylüyor, dine mensup olan biri değil. Zaten Ebu Zer, dinin canlı şekliydi, başka bir şey değil. O, başka hiçbir etki altında kalmadı ve Fransız devrimini yapanlardan biri değil, Gıfar kabilesinin bir ferdiydi. O şöyle diyordu: “Evinde yiyeceği olmayıp da kılıcını alıp sokağa fırlamayana şaşarım!” O, fakirliğe neden olana ve sömürgecilere kılıç çekin demiyordu. Onun çağrısı, bütün toplumu hedef alan bir çağrıydı. O, toplumda yaşayan herkes, sömürgecilerden olmasa bile yaşanan açlıktan ve fakirlikten sorumludur, demek istiyordu. Zira bu durumun ortaya çıkmasında herkesin payı vardır.

Yani toplumdaki herkesin, aç kalmama neden olan sömürgecilere bir katkısı vardır! Herkes, benim açlığımdan sorumludur! Ebû Zer, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın dediği gibi “Bir toplumun hakları, baskıyla gasp edilirse, o toplum haklarını almak için ayaklanabilir.” demiyor. Ebû Zer, hak sahibi ve aç olan kişi hakkını alsın ya da bütün insanlara kılıç çeksin, demiyor. O, aç kalıp da kılıcını çekmeyene şaşarım, diyor…



Öyleyse, insana ve insan hayatına bu gözle bakan bir dini, açlık olgusunun müsebbibi olan bir din ile aynı değerlendirmeye tabi tutmak insafsızlık, mutlak cahillik ve hem ağlatan hem de güldüren bir durum olmaz mı?

KİTAPTAKİ DİPNOTLAR:


[38] S. Radhakrishnan (1888-1975): 1962-67 yılları arasında Hindistan cumhurbaşkanı olan Hintli bilim ve devlet adamı. Radhakrishnan, Doğu dinleri ve ahlakı üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınmaktadır. (Ana Britannica, Radhakrishnan maddesi, c. 26.)

[39] Tarih boyunca bütün peygamberler, bu şirk dinine karşı mağlup olmuşlardır. Bir gerçek vardır ki, peygamberler dışında şirk dini ile mücadele eden olmamıştır. (Müellif)

[40] Hadis kaynaklarında böyle bir ifade geçmemektedir. Buna benzer olarak hadis kaynaklarında şöyle bir ifade yer almaktadır: “Ümmetimin âlimleri, Benî İsrail’in peygamberleri gibidir.” Ancak bu haliyle bile hemen hemen bütün alimler, bunu aslı olmayan bir söz olarak kabul etmişlerdir. Bunların yerine “Peygamberler, dinar ya da dirhem değil, ilim miras bırakırlar.” hadisi daha kabule şayan olarak görülmüştür. (El-Aclûnî, II, s. 83.)

[41] 7, A’raf, 176. (Dileseydik onu, o ayetlerle yüceltirdik. Ama o, yere saplandı, iğreti arzularına uydu. Onun durumu şu köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan dilini sarkıtarak solur, kendi haline bıraksan dilini sarkıtarak solur. Ayetlerimizi yalanlayan toplumun örneği işte budur. Bu hikayeyi anlat ki düşünüp taşınabilsinler. )

[42] Elbette ki, onların vardıkları sonuçların tümünün doğru olduğunu söylemek istemiyorum. (Müellif)

[43] Proudhon, Pierre-Joseph (1809-1865): Fransız radikal siyaset kuramcısı ve gazeteci. Geliştirdiği görüşler, anarşist kuramın temelini oluşturmuştur. “Mülkiyet hırsızlıktır!” sözünde olduğu gibi sert ve dikkat çekici görüşleriyle tanınmıştır.(Ana Britannica, Proudhon maddesi, c. 26.


(KİTABIN SONUDUR. BAKTIĞIMIZI GÖRMEMİZ DİLEĞİ İLE SELAM...MKA.)

​ T.C. / M. Kemal Adal 

13 Ekim 2017 Cuma

ALİ ŞERİATİ - 9: ANTİK İRAN’DA DİN ve SINIFLI YAPININ KORUYUCULARI OLAN ZERDÜŞTÎ DİN ADAMLARI




ANTİK İRAN’DA DİN


Sasanî döneminde din, toplum üzerinde tam bir egemenliğe sahipti. Padişahlar ve onların çocukları, Zerdüştî din adamlarının ve mabetlerinin sözünden çıkmıyorlardı. Her tabaka, diğer bir tabakadan tam olarak ayrıydı; hiç kimse hiçbir şekilde içinde bulunduğu tabakadan çıkıp bir üst tabakaya terfi edemiyordu, sınıf değiştiremiyordu.

Sasanîler döneminde şah ailesi ve eşraf, birinci sınıfı teşkil ediyordu. Onların yanı başında yer alan ikinci sınıf ise Zerdüştî din adamlarıydı. Sasanî tarihinde iktidar, bu iki tabakanın arasında gidip gelmiştir; bazen birinci tabaka iktidarı ele geçiriyordu, bazen de ikinci tabaka. Ama mele’ ve mütref olan her iki tabaka da insanları sömürüp fakirleştiriyordu. İki tabaka arasında tek bir fark vardı; o da, birinci tabaka zorbalıkla, ikinci tabaka ise dini kullanarak insanlar üzerinde tahakküm kuruyordu. Sonuçta vakıa şuydu: İnsanların mal varlıkları tamamıyla bu iki tabakanın elindeydi. Ancak bazen din adamları, daha çok pay alabiliyorlardı. Nitekim Albert Mallet diyor ki: “Bazen Zerdüştî din adamlarının elindeki malın oranı, bütün malların yüzde 18/20 sine ulaşıyordu.”

Sasanîlerin üçüncü sınıfı ise sanatkâr, esnaf, asker ve sıradan insanlardan oluşuyordu. Hiçbir meziyeti olmayan ve Hindistan’da olduğu gibi, soysuz olarak kabul edilen bu sınıfın hiçbir sosyal hakkı yoktu. Firdevsî,[33] hicrî dördüncü asırda Rüstem-i Ferhzad’ın ağzından şunları söylemektedir: İslâm geldiğinde her şeyi dağıtır, soylar birbirine karışır, hünersiz köle padişah olabilir ve insanları yönetmek için soy ve ululuk bir anlam ifade etmez. Irk ve hanedanın yönetim açısından bir önemi kalmayınca köleler bile yönetici olabilir.”

Firdevsî’nin İslâm’a hakaret amacıyla söylediği bu sözler, günümüz dünyasında İslâm’ın gurur duyulacak özelliklerindendir.

Sasanî dönemindeki üçüncü tabaka, dinî açıdan nasıl değerlendiriliyordu? Zorbalar, felsefeyi bilmedikleri, din hakkında bilgileri olmadığı ve metafizik dünyayı anlamadıkları için işlerini kaba kuvvetle hallediyorlardı. Bir ayakkabıcı çocuğu okuyamazdı. Çünkü o okuduğu zaman yönetici ya da yönetim sınıfının bir üyesi haline gelebilirdi! Mademki babası ayakkabıcıdır, öyleyse dahi de olsa ayakkabıcının çocuğu, ömrünün sonuna kadar ayakkabıcı olarak kalmalıdır! Eğer dahi ise dâhiliğini ayakkabıcılıkta kullanmalıdır!

SINIFLI YAPININ KORUYUCULARI OLAN ZERDÜŞTÎ DİN ADAMLARI


Sasanîler dönemindeki Zerdüştî din adamları, dini kullanarak insanları bölmenin ve toplumu sınıflı hale getirmenin öncülüğünü yapıyorlardı. Sasanîler döneminde, her biri ulu tanrı Ahuramazda’nın tecellisinin birer parçası olan üç ateş vardı:

1-Azerbaycan’da bulunan Âzergeşesb ateşi
2-Sebzevar yakınlarındaki Âzerberzinmehr ateşi
3-Pars bölgesinde bulunan Âzerıstehr ateşi

Bu üç ateş, Ahura Mazda’dır, Ahura Mazda[34] ise toplumu tabakalara ayırır. Azerbaycan’daki ateşten padişahlar ve onların çocukları, Fars’taki ateşten Zerdüştî din adamaları ve Sebzevar yakınındaki kalede bulunan ateşten ise çiftçiler oluşmuştur.

İyilik tanrısının bir olduğu ve herkesin Ahura Mazda’ya tapıp Ehrimen’le[35] mücadele etmesi gerektiği Zerdüşt[36]dininde bile Ahura Mazda’nın toplum hayatında tek tezahürü ve tek ateşi değil, birden çok tezahürü ve ateşi vardı. Kutsal ateşin anlamı şudur: Söz konusu üç tabaka birbirinden ayrıdırlar, birbirlerine karışmaları mümkün değildir ve birbirine benzer hiçbir yönleri yoktur; kutsal ateş bunu gerektirir.

Bu dinin mensuplarına göre bu ayrışma, Ahura Mazda’nın toplum hayatındaki tecellisidir. Böylece Ahura Mazda, toplumdaki bu üç tabakalı yapıyı daha sabit hale getirmiştir. Bunun için de, bir çiftçi bilir ki, onun kutsal ateşi Fars bölgesinde ya da Azerbaycan’da değil, Sebzevar’dadır ve diğer ateşlerle de hiçbir alakası yoktur.

Hindistan’a bir bakın, Buda, tanrılar ve büyük tanrı hakkında bilgi vermek ya da bir manayı, yüce bir duyguyu ve yüksek seviyedeki bir düşünceyi açıklamak istediğinde derdi ki, bu Aryaî, Arya ırkına ait bir değer ve bir düşüncedir. Yani bu düşünce, Aryaî olmayan pis insanlara değil, necip, yüce ve soylu bir ırk olan Arya’ya aittir!

Görüyoruz ki, tanrılar ve en kutsal duygu ve düşünceler bile ırkî ve sınıfsal bir üslupla ele alınmıştır. Bu dönemde felsefî düşünce henüz tam olarak gelişmediği için bu ayırımcılık dine dayalı olarak gerçekleşmiştir.

Eflatun ve Aristo’ya göre köle ezelden beri köle, efendi ise ezelden beri efendidir. Aristo şöyle demektedir: “Dünyada asil kana sahip olan soylu aile sayısı sadece yirmidir; bunlar da Atina aileleri olup sayıları ne azalır ne de artar.”

Filozoflar tarafından yapılmış olan bu değerlendirmelerde yine din etkili olmuştur. Çünkü o dönemde toplum üzerinde felsefe değil din hâkimdi. Din ise bu dönemde de mevcut durumu savunan bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu din, şu öğütleri ile insanları uyuşturuyordu: Sizin bir sorumluluğunuz yoktur, çünkü her ne oluyorsa tanrının iradesi ile oluyor! Yoksulluğunuzdan şikâyet etmeyin, çünkü diğer dünyada, çektiğiniz sıkıntıların karşılığını alacaksınız! Öyleyse bu dünyadaki eksikliklerinizden söz etmeyin, çünkü diğer dünyada onların on misli size verilecektir!

Böylece itiraz etme ve tercihte bulunma arzuları, insanların iç dünyalarına ve zihinlerine hapsedilmiş oluyordu. Bir kişi ya da bir grup, ayaklandığında da zorbalar, onları kaba kuvvetle bastırırlardı. Burada dinin rolü, ayaklanma, eleştirme ve özgürce düşünme ruhunu insanların iç dünyalarında etkisiz hale getirmekti. Din bunu, “Vuku bulan her şey Allah’ın iradesi ile olmaktadır; dolayısıyla yapılan her itiraz Allah’ın iradesine olan bir itirazdır.” şeklindeki düşünce ile gerçekleştiriyordu.

Görüyoruz ki bütün bu öğretiler, dinî öğretilerdir. Zaten din, inanç ve ibadet esaslarına dayalı olarak oluşan bu öğretilerden meydana gelmektedir.


Buna karşılık, insanları uyuşturan, aldatan, büyüleyen, iradelerini ellerinden alan, toplumu soy ve sınıf esaslarına göre yapılandıran, hatta tanrıları bile millî[37] ölçülere göre belirleyen (bu) dinin karşısındaki her şeyin, hak din olduğunu görüyoruz.


KİTAPTAKİ DİPNOTLAR:


[33] Firdevsî (ö. 1020): İran’ın milli destanı Şehnâme’nin müellifi. Başlangıçta diğer şairler gibi gazel ve kasideler yazan Firdevsî, bir süre sonra döneminin de etkisinde kalarak eski İran tarihine büyük bir ilgi duydu. O dönemin eserlerinden faydalanmak için babasından veya Zerdüştî rahiplerden Pehlevîce öğrendi. Şiir yazacak kadar da iyi Arapça biliyordu. (TDVİA, Firdevsî maddesi, c. 13)

[34] Ahura Mazda: Mecusilikte, her şeyi bilen, yaratan yüce tanrı anlamındadır. Ahura ‘ilahî varlık’, Mazda ise ‘hikmet ve aydınlanma’ demektir. Ahura Mazda, gerçeğin, kutsalın, iyiliğin ve sağlığın yaratıcısıdır. Ondan kötülük kaynaklanmaz; dolayısıyla o, Ehrimen’in karşısında yer alır. Ahura Mazda’nın etrafında kötülüğe karşı savaşan sayısız ilahî varlık bulunduğu kabul edilir. İnanışa göre Ahura Mazda, sonunda Ehrimen’i yenecek ve böylelikle iradesi tamamıyla gerçekleşmiş olacaktır. (Gündüz, Şinasi, Din ve İnanç Sözlüğü, s. 22, Vadi Yayınları, Ankara, 1998.)

[35] Ehrimen: Mecusiliğin kötülük ve eksiklik ruhu, tanrı Ahura Mazda’nin rakibi ve düşmanı. Ehrimen’in hayata karşı ölümü yarattığına; kötü varlıkları, sürüngenleri, vahşi hayvanları, kötü inancı, bozgunculuğu vb. bütün kötü unsurları yönlendirdiğine ve bunları iyi ve güzel olanların üzerine saldığına inanılır. (Gündüz, s. 22.)

[36] Zerdüşt: Zerdüştlüğün kurucusu olan kişidir. M.Ö. 628-551 yılları arasında yaşadığı söylenir. Kendisine atfedilen Avesta kitabının Gatalar kısmında tek tanrıcı görüş ve düşünceleriyle dikkat çeker. İran’da halkın çok tanrıcılığı terk etmesi ve tek yüce tanrıya tazimde bulunması için yoğun çaba harcamıştır. (Gündüz, s. 404) Zerdüşt döneminden sonra ise bu tek tanrıcı inanışlardan eski İran’ın çok tanrıcı dinlerine doğru bir hareket olmuştur. Zerdüştlük, iyiliğin kaynağı Ahura Mazda ve kötülüğün kaynağı Ehrimen şeklindeki düalist bir düşünceye dayanmaktadır. (Gündüz, s. 252)

Zerdüşt, Hz. Musa ve Hz. İsa gibi gerçek bir peygamber olarak değerlendirenler de vardır. (Farukî, İsamil R., Tevhid, s. 44, çev. Dilaver Yardım, İnsan Yayınları, 1987, İstanbul.)

[37] İzed ve Hudâ adlarındaki antik İran tanrıları, İranlılar tarafında Enîran ile savaşıyorlardı. Bunun anlamı şudur: Kötü ve pis olan Enîran’a karşı sürdürülen savaşta evrenin tanrıları bile İran’ın üstün ırkının yanında yer alıyorlardı. Enîran ise İranlı değildi. Görüyoruz ki, burada da din, bu tür yollarla ırkî ve sınıfsal statükoyu muhafaza etmiştir. Zaten bu görevi her zaman din yapmıştır. (Müellif)

(NASİPSE DEVAM EDECEK)

​ T.C. / M. Kemal Adal 

12 Ekim 2017 Perşembe

ALİ ŞERİATİ - 8: MAL HALKINDIR, ALLAH’IN AİLESİ, SINIFSAL VE IRKÎ İHTİLAFLAR, YARATICILIK VE RUBUBİYET, İDEAL TOPLUM MODELİ: MEDİNE



MAL HALKINDIR


Kur’an’a baktığımızda ilk kelimenin, Allah, son kelimenin ise en-nâs (insanlar) kelimesi olduğunu görüyoruz. Kur’an’ın her yerinde muhatap insandır. Birinci bölümde ‘Allah ve insan dini’ olarak ifade ettiğim hak din, felsefî açıdan -panteizm dışında- Allah’ın zatını, Onun dışındaki varlıklardan ayırmaktadır; ancak sosyal bakımdan ikisini aynı safta görmektedir.

İnsanın sosyal ve ekonomik hayatı ile ilgili bütün ayetlerde Allah kelimesinin yerine en-nâs (insanlar) kelimesi, en-nâs (insanlar) kelimesi yerine de Allah kelimesi kullanılabilir. Mesela “Mal, Allah’ındır.”[29] İfadesi, putperestlerin iddia ettiği gibi, Allah’ın da ihtiyaçları vardır; onun için mabede ve onun sahibine adaklar ve kurbanlar vermek gerekir, şeklinde anlaşılmamalı. “Mal, Allah’ındır.” ifadesi, “Mal, insanlarındır.” demektir. Bu, günümüz dünyasının etkisinde kalarak benim yaptığım bir yorum değildir; Ebû Zer el-Gıfarî’nin, Muaviye’nin yakasından tutup ona söylediği şu sözün aynısıdır: “Sen, ‘Mal, Allah’ındır.’ şeklindeki sözünle insanların malını yemeyi amaçlıyorsun ve şunu demek istiyorsun: Mal, insanların değil Allah’ın malıdır, ben ise Allah’ın yeryüzündeki temsilcisiyim. Dolayısıyla da insanların (kamu) malını dilediğim gibi kullanırım, istediğim kimselere veririm ve istemediğim kimselere de vermem!”

Bu sözü ile Ebû Zer, Muaviye’ye “Mal, Allah’ındır.” ifadesinin, “Mal, insanlarındır.” anlamında olduğunu dolayısıyla da malın ve servetin, imtiyazlı sınıfa değil halka ait olduğunu öğretmiş oluyordu.

Allah’ın malı, halkın malıdır; çünkü sosyal ve ekonomik konularda Allah ile halk / nâs aynı saftadırlar. Bundan dolayıdır ki, “İnsanlar, Allah’ın ailesidir (ıyâl).”[30]denmiştir.

ALLAH’IN AİLESİ


Allah’ın ailesinin yani insanların karşısında mele’ ve mütref zümresi vardır. Bu zümre, tarih boyunca insanlar üzerinde tahakküm sahibi olmuş ve insanların varını yoğunu ellerinden almıştır. Böylece insanlar kendi sosyal ve ekonomik kaderlerini tayin etme hakkından mahrum kalmışlardır.

Mele ve mütref sınıfının dini vardır. Onlar, hiçbir zaman materyalist, egzistansiyalist ve ateist olmamışlardır ve değillerdir. Firavun dâhil hepsinin de bir ya da birden fazla tanrısı vardır. Zaten onların nasıl bir dine sahip oldukları da aşikâr bir durumdur. Peygamberler, onlara karşı çıkmış ve onların dini olan şirk dinini ve Allah’a isyanı tazammun eden tağutperestliği yok etmek için çalışmışladır.

SINIFSAL VE IRKÎ İHTİLAFLAR


Birinci bölümde dediğim gibi şirk, sadece felsefî bir yorum değil, aynı zamanda statükonun muhafazası ve savunuculuğudur. Peki tarihte statüko neydi? Tarihte statüko, sosyal şirkti.

Sosyal şirk ise putperest toplumlardaki çok sınıflılık ve çok ırklılık demektir. Böyle bir toplumda her ırkın ve her kabilenin bir putu vardır ve herkes kendine mahsus puta ibadet eder. Toplumu oluşturan ırklar, sınıflar ve grupların kendilerine mahsus hukukî statüleri ve hakları vardır; bundan dolayı da toplumun soylu kesimidirler.

Oysa tevhid dini yani ‘Allah ve insan’ dini, peygamberler aracılığıyla, Allah dışında hiç bir mabud, yaratıcı ve rabbin var olamayacağını bildirmiştir.

YARATICILIK VE RUBUBİYET[31]


Bütün şirk dinleri, yaratıcılık özelliğinin Allah’a ait olduğunu kabul eder fakat rab olma özelliğine gelince bu noktada çok sayıda put devreye girer. Nemrut ve Firavun gibi kimseler bile yaratıcılık iddiasında değil, rab olma iddiasında bulunmuşlardır. Firavun demiştir ki: “Ben sizin en yüce rabbinizim!” Yani ben sizin en büyük sahibinizim, sizin yaratıcınız değilim. Yunan mitolojisi dâhil bütün şirk dinlerinde Allah, yaratıcı olarak yer almaktadır. Yunan mitolojisine göre Allah evreni yaratıp kenara çekildikten sonra devreye diğer tanrılar girmişlerdir. Şirk düşüncesinin amacı, insanları ırklara ve milli toplumlara bölmek, daha sonra da birbirlerine karşı sınıflar ve gruplar oluşturarak yöneten (yönetilen ve fakir) yoksul kesimlerini oluşturmaktır.

İDEAL TOPLUM MODELİ: MEDİNE


Tarih boyunca ‘Allah ve insan’ dini[32], toplumu mevcut yapı üzerinde yapılandıran bir din olarak değil, mevcut yapıya karşı bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlık tarihi boyunca ‘Allah ve insan’ dinine göre kurulmuş olan tek toplum, Medine toplumudur. O da bir dönem olarak değil sadece bir model olarak tarih sahnesine çıkabilmiştir.

Medine toplumunun ömrü ve tarihi, insanlığın bilebildiğimiz elli bin yıllık tarihi içinde sadece on yıldır. Bunun dışında sürekli olarak, saf ve doğru din olan tevhid dininin perdesi altında şirk dini Medine’de hüküm sürmüştür. Ekonomik sistem, toplumsal düzen, eğitim sistemi, fertler, gruplar, sınıflar, ırklar ve azınlık-çoğunluk arasındaki ilişkiler, sadece on yıl ‘Allah ve insan’ dinine göre yaşanmıştır. Bu da tam olarak gerçekleşmemiş, ancak yapının ana iskeleti ve çatısı kurulabilmiştir. Zira böyle tarih üstü bir yapıyı, on yılda kurmak mümkün değildir. Bu on yıl içinde insanlar, cahiliye döneminden kalma alışkanlıklarını ve sosyal ilişkilerini tam olarak değiştiremedikleri gibi bu çatıyı da muhafaza edememişlerdir. Nitekim yirmi yıl sonra, düşman, bu yapıya musallat olup onu ele geçirmiştir.

Burada şu sonuca varıyoruz: Tarihi bu şekilde okumak ve yorumlamak, din, dinsizlik, günümüzdeki dinsiz aydınlar, geçmişteki dindarlar, medeniyet, ilim, materyalistler ve dindarlar hakkındaki anlayışlarımızın tümünü değiştirmektedir.

Öyleyse 17, 18 ve özellikle de 19. yüzyılda “Din, halklar için bir uyuşturucudur.” diyen aydınlara hak vermek gerekir. Çünkü onlar, tarihte var olan bir dinden söz ediyorlardı. Tarihe egemen olan dine bakıp inceledikten sonra görmüşler ki din, gerçekten insanları uyuşturuyor.

Dolayısıyla “Din, ekonomik ve sosyal bakımdan, azınlığın çoğunluk üzerinde tahakküm kurmasını sağlayan bir araçtır.” diyen bu kimselere hak vermek gerekir. Zaten feodal dönemde dinin görevi, statükoyu yani kölelik ve efendiliği korumaktı. Sadece feodal dönemde değil, şekli ne olursa olsun, yönetim ve ekonominin mevcut olduğu farklı toplumlarda her dönemde ve her sınıfta din, insanların fıtrî din duygularını istismar ederek statükoyu koruyan bir araç olmuştur. Bunun örnekleri pek çoktur. Tarihin herhangi bir dönemine baktığınızda dinin (şirk dininin-MKA) neler yaptığını görebilirsiniz. Bunun örneklerinden biri İran’dır.


KİTAPTAKİ DİPNOTLAR:


[29] Kur’an’da böyle bir ifade bulunmamaktadır. Buna en yakın Kur’an ifadesi “Mülk Allah’ındır.” (Zümer, 6;.Teğâbun, 1) ifadesidir. Müellifin, Kur’an’da bulunmayan bir ibarenin Kur’an’da varmış gibi dile getirmesi, bir duyarlılık eksikliğini gösterse de kötü niyete hamledilmemelidir. Bu, aşikar bir gerçek olduğu için üzerinde durmaya değer görmüyoruz. -Çev.notu)

[30] Bu hadis, kaynaklarda “Varlıklar, Allah’ın ailesidir.” şeklinde geçmektedir. Taberânî, Ebû Nu’aym ve Beyhakî gibi muhaddislerin naklettiği bu hadisi, en-Nevevî, senedinden dolayı zayıf olarak kabul etmektedir. Bununla birlikte bu hadisin, mana bakımından genel olarak kabul edildiğini görüyoruz. Bazı âlimler, bu hadisteki ıyâl ifadesinin mecaz olduğunu düşünüp hadisi şu şekilde yorumlamışlar: İnsanlar, kendi ailelerinin geçimlerini sağladıkları gibi Allah da bütün varlıkların rızkını vererek onların hayatlarını idame etmesini sağlamaktadır. Bazıları da, hadisteki ıyâl kelimesinin fakir ve muhtaç anlamına geldiğinden hareketle hadisi şu şekilde anlamlandırmışlardır: Bütün varlıklar, Allah’a muhtaçtır. (el-Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ’, I, s. 457-458, Müessesetu’r-Risâle, 1405, Beyrut.)

[31] Rab, sahip demektir, yaratıcı demek değildir. (Müellif)

[32] ‘Allah ve insan dini’ başlangıçtan günümüze kadar, peygamberlerin, insanları kendisine çağırdığı dindir. Ancak tarihî süreçte söz sahibi olan muhalif güçler, bu dinin toplumda hayat bulmasına imkân vermemişlerdir. Bunun için, insanlar, her bakımdan öyle güce, şuura ve fikrî olgunluğa ulaşmalılar ki, bu dini topluma hâkim kılabilsinler ve şirk dinini ortadan kaldırabilsinler. İnsanlar, hiçbir zaman böyle bir olgunluğa ulaşmadıkları için, tarihin ve toplumun dizginlerini mele’ve mütrefinlerin elinden alıp kendi kaderlerini tayin edememişlerdir. Bundan dolayı da İbrahimî din, hiçbir zaman istediği gibi bir toplum oluşturamamıştır. Yiğit insanlara düşen de böyle bir toplum oluşturmaktır. (Müellif)

(NASİPSE DEVAM EDECEK)

​ T.C. / M. Kemal Adal