"Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur" (53 / NECM
/ 39)
“Korunup sakınanları Allah, kendi başarıları yüzünden kurtarır... “ (39 / ZÜMER / 61)
“…Gerçek şu ki Allah, bir toplumun mâruz kaldığı şeyleri, onlar, birey
olarak içlerindekini / birey olarak kendilerine ilişkin olanı değiştirmedikçe,
değiştirmez…” (13 / RA'D / 11)
“Bu böyledir. Çünkü Allah bir topluma lütfettiği nimeti, o toplum
birey olarak içlerindekini / birey olarak kendilerine ilişkin olanı
değiştirmedikçe, değiştirmemiştir… “ (8 / ENFAL / 53)
“ Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri,
onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle
hükmetmenizi emrediyor.” (4 / NİSA / 58)
“Gün gelecek, her benlik, hayırdan işlediğini önünde
bulacaktır. Kötülükten işlediğini de... “ (3 / ALİ İMRAN / 30)
2017 DEN 2018 YILINA GİRERKEN, "GEÇMİŞİN MUHASEBESİ, GELECEĞİN PLANLANMASI"
KAPSAMINDA, AŞAĞIDAKİ ALINTI YAZIYI DİKKAT VE DEĞERLENDİRMENİZE SUNAR;
YENİ YILINIZI, ALLAH’TAN ÜLKEMİZE AYDINLIK; AİLENİZ VE SEVDİKLERİNİZLE
BİRLİKTE SİZE, MİLLETİMİZE VE TÜM HAKSEVER, ADİL, DÜRÜST İNSANLARA, ESENLİK,
HUZUR VE MUTLULUK GETİRMESİ NİYAZIM VE DİLEĞİMLE KUTLARIM.
M. Kemal Adal
Asrın idrâki sustu...
KONUK YAZAR
30 Aralık
2017
Merhum Mehmet Âkif'in yüzyılın
başında 'asrın idrâkine
söyletmeliyiz İslâm'ı' diyen sesi, yıkılan bir imparatorluğun
çatırtıları arasından yükseliyordu. Yani Osmanlı münevverleri imparatorluk
yıkılırken bile bir yenilenmenin, bir gelişmenin derdindeydi.
Asrın idrâkine İslâm'ı söyletmenin
zeminine Batı'nın son yüzyılda kat'ettiği ilmî, fennî, teknolojik ve idârî
ilerlemesini oturtuyordu Âkif. O dönemin 'İslamcılık' fikrinin temelinde, yenilenme yani tecdit, yani İslâm'ı bir bütün olarak
'yeniden' hayata
hâkim kılmak ve yine Batı'dan ithal bir kavram olan 'akılcı' bir
metotla müslümanları Batı sömürüsünden kurtarmak, esâretten, taklitten,
hurâfelerden temizlemekti.
Batı'nın
reformizminin karşılığı bulunmuştu:
Tecdit,
yenilenme...
Meselâ Musa Carullah, "İnsanlık gelecekte
bugünkü durumundan daha iyi bir hâlde olacaktır" derken, buna
inanıyordu, çünkü aksi hâlde terakkînin ve gâyenin bir mânâsı kalmayacaktı.
Nâmık Kemal, "İstikbâlimiz emindir, çünkü
'zamanların değişmesiyle hükümler de değişir' kaidesince dünyadaki gelişmeleri
idrake memur olduğumuz için bize göre geçmişe dönme veya halde durma câiz
değildir"
.
Şehbenderzâde de aynı dönemde hemen
hemen aynı şeyleri söylüyordu: "Hayat yenileşme
demektir. Bir hâli muhafaza fikriyle hayat fikrini birleştirebilmek için kara
cahil ve tamamıyla gâfil olmak icab eder. Tekâmül kanunu, zaman ve muhitin
değişiklikleri şahıslar gibi cemiyetleri de ıstıfaya mecbur kılar. Bu
mecburiyetten kaçınmaya kalkışmak fikrî duraklamadır ve evvelâ hastalığı sonra
da ölümü doğurur".
Sait Halim Paşa'nın görüşleri de pek
farklı değildi. "Batı medeniyetinden istifade teşebbüslerimizin
hezimetle neticelenmesine rağmen şunu da itiraf etmeliyiz ki, millî terâkkimizi
temin etmek için, o medeniyetten büyük ölçüde faydalanmaya mecburuz. Şu hâlde
bizim de şimdiye kadar takip etmemiz gereken yol, Avrupa medeniyetini
millîleştirmek, yani mümkün mertebe muhitimize ısındırmak olacaktı. İşimiz,
medeniyetimizin gelişmesi için gerekli ve ona uyabilecek olan şeyleri Batı'dan
alarak kendimize tatbik etmekten ibaret olmalıydı".
Bu
uzun iktibasları meselenin tarihî seyrine temas edebilmek için buraya aktardım.
Bu fikrî cereyanların sınıflandırıldığı da bir gerçek. Gelenekçi muhafazakârlar /
modernistler / orta yolcular / modernizme karşı olanlar.
Bugün de başka isimlerle benzer temâyüllerin toplumun içinde barındığını
biliyoruz. Fakat
bugünün dünden bir farkı var; bugün onlar kadar düşünemiyoruz, üretemiyoruz ve
konuşamıyoruz.
Demokrasi, sekülerizm, laiklik,
hukuk devleti, insan hakları gibi Batı'nın ürettiği kavramlar hakkında gerçekten biz ne düşünüyoruz?
Düşünmüyoruz. Biz
hiçbir problemimizi Batılı gibi çözmüyoruz, demokrasiyi problemlerimizi çözme
metodu olarak idrak etmiyoruz. Demokrasi bizim devlet aklı için, devlet katında görmek istediklerini
iktidara taşıdığı müddetçe kutsal bir rükûn, aksi olduğunda ise tecâvüz edilen
bir azize hükmünde.
İnsan hakları, bizim devlet aklının
tayin ettiği haklar manzumesi, fıtratın bu hakları belirlemesi, tayin etmesi
mümkün değil. İktidar aklı,
insan haklarını gücüyle doğru orantılı olarak lûtf'ediyor. İktidar güçlendikçe
insan hakları kısıtlanıyor.
Parti
içi demokrasi uygulamalarımız da tek parti dönemine rahmet okutturacak cinsten!
Nereden tutsak elimizde kalıyor!
Bırakın bugün asrın
idrâkine İslam'ı söyletmeyi falan bir kenara, İslâm'ın en temel kavram ve
değerlerinden söz etmek bile çok büyük bir abes hâlini alıyor! O en temel kavram ve değerlerin bile yaşama alanı daraldıkça daralıyor. Osmanlı'nın son yüzyılında hayat alanı bulmakta zorlanan
yobazlık, ilkellik ve hurâfeler sarıyor etrafımızı. Sarıklı ve cüppeli cehâlet metastas yaparak yayılıyor, üstelik aynı
cehâlet en tepeden başlayarak devlet katlarını sarıyor, sarmalıyor...
Ve
ne yazık ki, bugün ne Âkif'imiz var, ne Şehbenderzâdemiz, ne Nâmık Kemal'imiz,
ne Said Halim Paşa'mız!
Koskoca bir imparatorluğun
yıkılışının çatırtıları arasından yükselen o yenilikçi sesleri bugün duyma
imkânımız yok!
Siyasal İslâm yalnızca devleti çürütmüyor. Zihinleri, idrak melekelerini,
medeniyet telâkkîmizi, uluslararası itibarımızı, binlerce yıllık kültür
tarihimizi de çürütüyor.
Tam anlamıyla bir tefessüh, çürüme
dönemi yaşıyoruz.
Müslümanlık, sakal, sarık, cüppe ve
tenâsül hayatı arasında her geçen gün itibarsızlaşıyor.
Mesele yalnızca siyâsî değil, ya da gelecek dönem siyâsîlerinin meselesi
yalnızca sandıktan çıkmak değil, daha köklü problemlerle karşı karşıya Türkiye.
Mehmed Âkif'e
rahmetle...
Kaynak Yeniçağ: Asrın idrâki sustu... - Adnan İSLAMOĞULLARI
---
Selam...
T.C. / M. Kemal Adal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder