İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.

10 Ekim 2017 Salı

ALİ ŞERİATİ - 6: ŞİRK DİNİNİN HAREKET BİÇİMİ, ALLAH VE İNSAN, TAĞUTA TAPANLAR




ŞİRK DİNİNİN HAREKET BİÇİMİ


Şirk dini tarih boyunca iki şekilde hareket etmiştir:

1-Dinler tarihinde görüldüğü gibi şirk dininin, kendine mahsus bir hareket çizgisi vardır. Bu hareket, Totem,[14] tabu,[15] mana,[16] grup tanrısı, çok tanrıcılık ve ruhlara tapınma şeklinde bir seyir çizmiştir. Dinler tarihindeki bu şirk dinleri, aslında şirk dininin farklı tezahür biçimleridir.

2-Şirk dininin en tehlikeli, en sinsi olan ve insana ve hakikate en çok zarar veren şekli gizli şirktir. Bu, tevhid perdesi altında gizlenen şirk biçimidir. Tevhid peygamberleri şirke karşı çıktığı sürece şirk dini de onlara karşı çıkmıştır. Ne zaman ki peygamberler, muzaffer olmuşlar ve şirk dinine diz çöktürmüşlerse, şirk dini, tevhid dininin takipçileri arasında gizli bir şekilde varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Mesela Musa’ya (a.s) ve onun davasına karşı çıkan Bel’am-i Ba’ur, Musevî din adamları olan hahamlar ve İsa’yı (a.s) öldürmeye teşebbüs eden Ferisiler kılığında ortaya çıkıp iş yapmıştır.

İsa’yı (a.s) öldürmek isteyen, ona karşı çıkan ve putperest Rum Kayseri ile el ele, omuz omuza, tevhide karşı mücadele eden güruhun içinde, Musa’ya (a.s) inananların takipçisi olan kimseler de vardı. Bel’am-i Ba’ur ve Sâmirî, Musa’nın (a.s) getirdiği dinin kisvesi altında sahneye çıkmışlardır. Orta çağdaki Hıristiyan keşişlerin, sevgi, dostluk, vefa ve sabır dini olan Hıristiyanlık ve barış ve affın timsali olan İsa (a.s) adına işledikleri cinayetleri, Moğollar rüyalarında bile işlememişlerdir. Peki, bunlar İsa’nın (a.s) izleyicileri ve havarîleri miydiler, yoksa şirk dininin mensupları mıydılar? Aynı Ferisiler, bu sefer keşişler kılığında sahnedeydiler, Musa’nın dinini şirk ile öldürmek istediler ve bunu başardılar da.

Hal böyle olunca 19. yüzyılda din hakkında söylenen şu sözün doğruluğunda hiçbir şüphe yoktur: “Din, insanların, ölümden sonraki hayat ümidiyle bu dünyadaki fakirlik ve mahrumiyete karşı tahammül edebilmeleri ve yaşadıkları her sıkıntının ve kendilerine sunulan her durumun tanrının iradesi ile olduğuna, dolayısıyla da bu durumu değiştirmelerinin mümkün olmadığına inanmaları için bir afyondur.”

Yine 18 ve 19. yüzyıldaki bilginlerin söylediği şu sözler de doğrudur:

“Din, insanların, bilimsel gerçekler konusundaki cehaletlerinden doğmuştur.”

“Din, insanların mevhum korkularının ürünüdür.”

“Din, feodal yapıdaki ayrımcılık, sermayedarlık ve fakirlik sonucu ortaya çıkmıştır.”

Peki, bu hangi dindir? Bu din, gizli kalmayan hemen tümüyle tarihe geçmiş olan şirk dinidir. Bu din, kimi zaman tevhid, Musevilik, İsevîlik adlarını kullandığı gibi hilafet, Abbasîlik ve Ehl-i beyt[17] adlarını da kullanmıştır. Aslında bunlar, tevhid, cihad ve Kur’an kisvesi altındaki şirk dinleridir. Üstüne üstlük bu dinlerin mensupları, Kur’an’ı mızraklarının ucuna takmak suretiyle bu konuda önde görünmekten de geri durmamışlardır.

Kur’an’ı mızrağının ucuna takıp sokağa çıkanlar, Lât ve Uzzâ için Hz. Peygambere karşı çıkan Kureyşliler değildi. Zira onlar, durumlarını o dönemde açıkça ortaya koyamıyorlardı. Bunun için mızraklarının ucuna Kur’an’ı takarak dâhilde Ali, dolayısıyla da Allah ve Muhammed (s) ile savaşıyorlardı. Halife, cihada ve hacca gidip Peygamber (s) ve onun ailesi adına Kur’an esasına dayalı İslâm devletini yönetirken aslında şirk dinini yönetiyordu.

Şirk dini, orta çağda Musa (a.s) ve İsa (a.s) adına hüküm sürmüştür. Musa (a.s) ve İsa (a.s), tevhid dininin kurucuları oldukları halde şirk dini onların adını kullanarak varlığını sürdürmüştür.

Evet, yukarıdaki alıntılarda sözü edilen din, saptıran, uyuşturan, duraklatan, sınırlandıran ve insanların durumlarına karşı lakayt davranan şirk dinidir. Bu din, tarih boyunca da insanlara musallat olmaktan geri durmamıştır. Demek ki, Din, korkudan doğmuştur; insanları uyuşturur ve sınırlandırır; feodalitenin ürünüdür.” diyenler doğru söylemişlerdir. Bu tespitleri yapanlar, tarihi esas almaktadırlar; oysa bunlar, din konusunda da tarih konusunda da uzman kimseler değiller. Dolayısıyla tarihe bakan herkes gibi onlar da, tevhid-şirk ayrımı yapmadan din hakkında genel değerlendirmelerde bulunmuşlardır.

Gerçekten de İbrahimî dinlerdeki ve şirk dinlerindeki tanrı isim ve sıfatlarını karşılaştırdım ve şirk dininin, korku ve cehaletten doğduğunu gördüm. Bundan dolayıdır ki müşrikler, insanların, uyanmasından, okur-yazar ve bilgi sahibi olmalarından korkarlar. İsterler ki, belli konulardaki bilgiler her zamanki gibi sabit kalsın, o konularda ilerleme kaydedilmesin ve bu bilgiler de kendi tekellerinde olsun. Zira bilginin artması, insanların uyanması, tenkidi bakış açısı, ideal sahibi olma ve adalet talebi, şirk dinini sarsar ve yok eder. Bunun içindir ki, şirk dini feodalizm öncesinde, sırasında, sonrasında, Doğu'da ve Batı'da daima mevcut durumu muhafaza yoluna gitmiştir.

Şirk dinlerindeki tanrıların bütün isim ve sıfatları, korku, vahşet ve zorbalık gibi istibdadın farklı boyutlarını içeren isim ve sıfatlardır. Oysa üç bin yıl önceki dinler dâhil, İbrahimî dinlerin isimlerinin manaları şu iki mana ile bir şekilde bağlantılıdır:

1-Aşk, güzellik, celal ve cemalin yegâne sahibine kulluk
2-Koruma, dayanak noktası, baba şefkati, lider ve sığınak

Öyleyse tarih boyunca dünyada hüküm süren şirk dininin, cehaletten ve insanların doğa olaylarından kaynaklanan korkularından doğduğu düşüncesi doğrudur. Hâlbuki İbrahimî dinler aşktan, insanın, tek hedefe ve kâinattaki tek rabbe kendisini adamasından, varlıktaki tek kıbleye yönelmesinden, ruhî, fikrî ve sosyal her tür ihtiyacına cevap veren mutlak cemal, kemal ve celal sahibine olan bağlılığından doğmuştur.

İbrahimî dinlerin peygamberleri, maddî, manevî ve sosyal bütün egemen güçlere ve -F. Bacon’un ifadesiyle- zihnî, beşerî, ekonomik ve maddî her tür puta karşı çıkmışlardır. Kendilerini ve mensuplarını, statükoyu değiştirmek ve Kur’an’da peygamberlerin gönderiliş amacı olarak gösterilen adaleti sağlama ve sürdürme konusunda sorumlu görmüşlerdir.

Bütün bunlardan hareketle varmak istediğimiz nokta şudur: Tarih boyunca din, dinsizliğe karşı değil, dine karşı olmuş ve dinsizlikle değil, din ile savaşmıştır.

Bilgi, basiret, aşk ve insanlığın fıtrî adanmışlığı üzerine kurulmuş olan tevhid dini, cehalet ve korkudan doğmuş olan şirk dininin karşısında yer almıştır. İnkılabî bir din olan tevhid dini daima, sahih inançları tahrif etmek ya da sahte inançlar ve tanrılar üretmek suretiyle statükoyu koruyan tağutperestliğe karşı çıkmıştır.

Tevhid peygamberi, insanları, Allah’ın iradesinin tecellisi olan varlıktaki kanunlara ve evrensel gidişata uymaya çağırır. Tevhid dininin gereği, Allah dışındaki her güce ‘hayır’ demektir.

Allah’a kulluğun karşısında, tağutperestlik vardır. Tağut ise insanı, evrene ve insan hayatına egemen olan hak nizama karşı çıkmaya ve toplumdaki farklı güç odaklarının tezahürleri olan çeşit çeşit putlara köleliğe ve onlar karşısında zelil olmaya davet eder.


ALLAH VE İNSAN


Tevrat ve İncil’in tahrif edilmemiş olan bölümlerinde ve Kur’an’ın istisnasız hemen her yerinde insan ile Allah kelimeleri aynı çizgide zikredilmektedir. Yani ilmî ve yaradılışa dair ayetlerde değil, sosyal, siyasî ve ekonomik meseleleri açıklayan bütün ayetlerdeki en-nâs kelimesini kaldırıp yerine Allah kelimesini koymak, Allah kelimesinin yerine ise en-nâs kelimesini koymak, cümlede hiçbir değişikliğe neden olmaz.[18] Mesela “Kim Allah’a güzel bir borç verirse…”[19] Ayetinin manası, Allah’ın ihtiyacı olduğu için Ona borç vermek demek değildir; onun manası, “insana borç vermek” demektir. Sosyal konularla ilgili ya da sosyal bir yönü olan bütün ayet ve hadislerde Allah ile insan aynı safta yer almaktadırlar.

TAĞUTA TAPANLAR


Hak din safının karşısında kimler vardır? Tağuta tapanlar; peki tağuta tapanlar kimlerdir?

Tağuta tapanlar, Kur’an’da mele’ ve mütref[20] olarak geçen toplumdaki aç gözlü oburlar ve her yetkiye sahip olup hiçbir sorumluluğu olmayan kimselerdir.

Mele’ ve mütref dini, ya kendi adıyla açık bir şekilde ya da ‘Allah ve insan dini’ olan hak dinin perdesi altında kendisini gizleyerek tarih boyunca egemen olmuştur. Oysa tevhid dininin hükümranlığı tarihte gerçekleşmemiştir. Bana göre Şianın gurur duyulacak özelliklerinden biri, orta çağda İslâm yönetimi adına dünyaya sunulan hiçbir şeyi kabul etmemesi, sömürgeci emperyalistlere karşı mücadeleden geri durmaması ve söz konusu yönetimleri Allah Resulü'nün hilafeti olarak değil Kayser ile Kisra yönetimleri olarak kabul etmesidir.

Zaten İbrahimî ve tevhidi din, daima, tağuta tapınmaya, mele’ ve mütref dinine karşı çıkmış, insanları da bu cepheye karşı çıkmaya davet etmiştir. Tevhid dini şunu söylemiştir: Allah, siz insanların safındadır; Onun muhatabı insandır ve amacı, adaleti sürekli bir hale getirmektir. Tevhid dini, insanı, kâmil hale getiren bilgi, sevgi, yüce kudrete kulluk ve bilinç dinidir.

Ne yazık ki, tarihe ve mevcut duruma karşı eleştiri ile ortaya çıkan tevhid dini, tarihte hiçbir zaman tam olarak hayata geçememiştir. Tağuta yani mele’ ve mütrefe tapınmayı öneren muhafazakâr ve uyuşturucu şirk dini ise her zaman var ve egemen olmuştur.

Bana, “Bir aydın olarak sen, nasıl dine bu kadar sarılıyorsun?” diyen aydınlara da şunu söylemek istiyorum: “Ben bir dinden söz ediyorsam, bilin ki, geçmişte topluma hükmetmiş olan herhangi bir dinden değil, bu dini ortadan kaldırmayı hedefleyen dinden söz ediyorum. Peygamberleri, her tür şirki ortadan kaldırmak için çalışmış olan dini kastediyorum. Ancak sözünü ettiğim din, hiçbir zaman sosyal hayat bakımından tam olarak toplumda hayat bulamamıştır.

Benim dile getirmek istediğim bu konudaki şu sorumluluğumuzdur: Tevhid peygamberlerinin yaptığı gibi, muhafazakâr ve uyuşturucu şirk dinini kaldırıp yerine tevhid dinini ikame etmek için çaba göstermek, bizim ve gelecekteki insanların insanî sorumluluğudur.”


Öyleyse benim dine sarılmam, geçmişe dönmek değil, tarihteki bu mücadeleyi devam ettirmek demektir.


KİTAPTAKİ DİPNOTLAR:


[14] Totem: Bazı kültürlerde klanın ya da kabilenin atası sayılan veya klan ya da kabileyle soy birliğine sahip olduğu düşünülen hayvanlar, o kabilenin totemi olarak kabul edilir. Totem hayvanın öldürülmesi ve yenilmesi yasaktır; ancak yılın belirli zamanlarında bu hayvan kesilerek yenilir. (Şinasi Gündüz s. 371)

[15] Tabu: Çekinilmesi ve uzak durulması gereken kutsal ve tehlikeli şey anlamındadır. Tabu sayılan her hangi bir şeye özel bir takım hazırlıklar yapmadan dokunmak ya da onunla ilişkiye geçmek son derece tehlikeli sayılır. Bu kurala riayet edilmediği takdirde ilgili nesne ya da varlıkta bulunan tehlikeli gücün, temas kuran kişiye geçeceği ve ona zarar vereceği düşünülür. (Şinasi Gündüz s. 356)

[16] Çeşitli kabile dinlerince nesneler ve insanlarda bulunabileceği düşünülen elektrik enerjisine benzer bir gizemli güç için kullanılan Polinezya dilindeki bir terim. (Şinasi Gündüz s. 244)

[17] ‘Ev halkı’ anlamına gelen Ehl-i beyt terkibi, ev sahibi ile onun eşini, çocuklarını, torunlarını ve yakın akrabalarını kapsamına alır. Cahiliye devri Arap toplumunda kabilenin hâkim ailesini ifade eden Ehl-i beyt tabiri, İslâmî dönemden itibaren günümüze kadar sadece Hz. Peygamber’in (s) ailesi ve soyu için kullanılan bir terim olmuştur. Ehl-i beyt tabirinin kapsamına kimlerin girdiği Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri arasında baştan beri tartışma konusu olmuştur. Ehl-i Sünnete göre, Peygamberimizin (s) eşleri, bütün çocukları, bütün torunları, amcaları, onların çocukları ve Benî Hâşim soyundan olanlar Ehl-i beyt tabirinin içinde yeralan kimselerdir. Şiaya göre ise Ehl-i beyt, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve diğer dokuz imamdan ibarettir. (TDVİA, Ehl-i beyt maddesi, cilt 10.)

[18] Bu genelleme, genellemelerin çoğunda olduğu gibi içinde bazı sorunlar ve riskler barındırmaktadır. Zira bu kuralı sosyal ve ekonomik içerikli ayetlere tam olarak uygulama imkânı yoktur. Ancak bazı ayetler için böyle bir şey söylenebilir. Mesela bu kuralı, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi bu ayetlere uygulamak mümkün değildir: “Eğer Allah insanların (en-nâs) bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan mescitler elbette yıkılırdı.” (22. Hac, 40) ve “Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları (en-nâs) öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa, bütün insanları (en-nâs) yaşatmış gibi olur” (5. Maide, 32).

[19] 57, Hadîd, 11. (Allah'a kim güzel bir borç verecek ki, O onun verdiğini kat kat artırsın. Böyle birisi için onur verici bir ödül de vardır.)


[20] Mele’: Toplandıkları zaman göz ve yer dolduracak kalabalıkta olan topluluk anlamında olup bir toplumda söz sahibi olan ve toplumun ileri gelenleri için kullanılan bir ifadedir. (Yazır, II, s. 827.) Mele’ kelimesi, her ne kadar Kur’an’ı Kerim’de sarihî bir şekilde olumsuz bir içerikle kullanılmamışsa da, geçtiği hemen her yerde kafirler topluluğunun ileri gelenleri olarak kullanıldığından böyle bir içeriğe bürünmüştür. Yazarın, bu ifadeyi olumsuz bir içerikle kullanması da bundan ötürü olmalıdır.

Mütref: Sahip olduğu zenginlik ve bolluktan dolayı şımarıp ömrünü bayağı arzularla heba eden kimse demektir. (eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali, Fethu’l-Kadîr, II, s. 534, Daru’l-Fikr, Beyrut, trs.) Bir ülkenin helak edilmesinde mütrefînin nasıl bir rol aldığını Allah (c) şöyle açıklamaktadır: “Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, oranın şımarık varlıklılarına emrederiz, onlar itaat etmeyip orada kötülük işlerler. Böylece, o ülke helaka müstahak olur, biz de onu yerle bir ederiz.” (İsra, 16) “Allah (c), bir ülkeyi helak etmez, o ülke helak olmayı hak eder. Sıradan insanlar, toplumun önderleri ve toplumun çökmesinin gerçek sorumluları olan zenginlere uyarlar. Önce zenginler, isyan, fesat, zulüm ve kötülükler işlerler, daha sonra da halk onlara uyar ve Allah’ın azabını üzerlerine çekerler.” (Mevdudî, III, s. 99)

(NASİPSE DEVAM EDECEK)

​ T.C. / M. Kemal Adal 

9 Ekim 2017 Pazartesi

ALİ ŞERİATİ - 5: ŞİRK DİNİ HAKKINDA (GENEL)





ŞİRK DİNİNİN TARİHTEKİ SEYİR BİÇİMİ


Şirk dini tarihte iki şekilde devam etmiştir. Daha önce değindiğim gibi şirk dininin amacı, statükoyu savunmak ve muhafaza etmektir. Tarih boyunca insanların asil olan–olmayan, efendi–köle, sömüren–sömürülen, yöneten–yönetilen ve özgür–tutsak şeklinde iki kısma ayrıldığını görüyoruz. Bunların bir kısmı, yiyecek, içecek, altın ve soy sop sahibi iken, diğerleri herhangi bir şeye sahip değildir. Daima bir millet diğer milletlere egemen olmuş, bir sınıf diğer sınıfa tercih edilmiş ve bir aile diğer ailelere üstün tutulmuştur. Bu durum, statükonun muhafaza edilmesi ve savunulması sonucunu doğurmuştur. Bunun için de her bölgeye ait bir tanrı olmalıdır ki, her ırk ve her hanedan varlığını sürdürebilsin, anlayışı ortaya çıkmıştır.

Bazı kimseler, kendilerine hukukî, iktisadî ve sosyal imtiyazlar tanırken, kendileri dışındakileri de mahrum bırakırlar. Ancak bu imtiyazları muhafaza etmek zordur; gün gelir zorbalar, söz konusu imtiyazları ve kaynakları zorbalıkla ellerinde tutamaz olurlar. Bu durumda şirk dini devreye girer ve statükoyu muhafaza görevini üstlenir. Şirk dininin buradaki görevi, insanları, kendilerine sunulan ve dayatılan her şeyin, Allah’ın iradesinin tecellisi olduğuna ikna etmek ve ona teslim olmalarını sağlamaktır. Bunun sonucunda da insanlar, sadece kendilerinin değil, tanrılarının ve putlarının da, kendilerinden üstün olan insanların tanrılarından ve putlarından daha aşağı bir seviyede olduğuna inanmaya başlarlar.

ŞİRK DİNİNİN KURUCU VE KORUYUCULARI


Şirk dini, sınıf ve ırk ayırımcılığı üzerine bina edilmiş olan bu yapıyı güçlendirme görevini üstlenir ve onu sürekli hale getirir. Bundan dolayıdır ki şirk dininin kurucu ve koruyucuları, toplumda her zaman üst tabakanın sırasında ve seviyesinde yer almışlardır; hatta kimi zaman üst tabakadan daha etkin, üstün ve zengin olmuşlardır.

Sasanîlerdeki ateşperest din adamlarına ve Zerdüştî rahiplere, Avrupa’daki keşişlere, İsrail oğullarındaki hahamlara ve Bel’am-i Ba’ur gibi tiplere, Afrika ve Avustralya’daki putperest kabilelerde bulunan büyücü, kâhin ve falcılar gibi mevcut dinin sahipleri olarak ortaya çıkan kimselere bir bakın, hepsi de ya toplumdaki egemen zümre ile el ele ve omuz omuza hareket etmişler veya onların da üstünde bir yere sahip olmuşlardır. Avrupa’da, toprağın % 75’inden fazlasının keşişlerin elinde olduğu dönemler olmuştur. Sasanîler döneminde ise, Zerdüştî din adamları ve mabetlerinin tasarrufu altındaki toprak, çiftçilerin elindeki topraktan daha çoktu.

İnandığımız ve izlerini takip ettiğimiz peygamberler, düşündüğümüzün ve tahayyül ettiğimizin aksine, tarih boyunca eski toplumlara ekonomik, ahlakî ve fikrî bakımlardan zalimce ve insanlık dışı bir hayat yaşatan ve tevhid dinine karşı tağuta ve puta tapınmayı savunan şirk dininin karşısında yer almışlardır.

ŞİRK DİNİNİN TEMELİ


Şirk dininin temeli, bir grup insanı zenginleştiren, diğerlerini ise fakir bırakan ekonomik anlayıştır. Bu ekonomik sistem, var olabilmek ve varlığını sürdürebilmek için dine ihtiyaç duymaktadır. Zira din kadar insanları kendiliklerinden boyun eğmeye sevk eden güçlü hiçbir etken yoktur. Bu görevi daima, şirk dini, statükoyu muhafaza ederek yerine getirmiştir. Şirk dini bu görevi iki şekilde yapmıştır:

1-İnsanlara, egemen güç ve aileler sayısınca tanrı inancını aşılayarak…
2-Kendine mensup olan egemen sınıfa, alt tabakadaki insanlara karşı imtiyazlar sağlamak ve bu imtiyazları tarih boyunca muhafaza etmek suretiyle…

UYUŞTURUCU DİN


Din karşıtlarının da söylediği gibi, şirk dininin ana unsurları, cehalet, korku, ayrımcılık, sermayedarlık ve bir sınıfın insanlarını diğer insanlara karşı üstün tutmaktır.

Din karşıtlarının bu değerlendirmesi, hak din için değil, şirk dini için doğrudur.

Doğru olan bir şey daha vardır ki, o da şirk dininin, zillet, sıkıntı, çaresizlik ve cehalet içinde yüzen halkları, içinde bulundukları durumun kendileri, ataları ve çocukları için ilahî bir takdir olduğuna inandıran ve buna teslim olmaya çağıran bir uyuşturucu görevini görmesidir.

MÜRCİE[13] VE SORUMSUZLUK


Mesela Mürcie mezhebine bakın; bu mezhep, İslâm toplumundaki günahkâr ve suçluların, bu durumlarından sorumlu olmadıklarını iddia etmektedir. Mürcie’nin görüşü şudur: “Allah (c) mahşerde, Ali ve Muaviye’nin hesabını görmek için terazi kurar.” Bu şu demektir: Allah (c), hesaplarını göreceğine göre, Ali ve Muaviye hakkında bir şey söylemek sana düşmez; sen, neyin doğru neyin yanlış olduğuyla ilgilenmeden hayatını yaşamaya bak!



KİTAPTAKİ DİPNOTLAR:


[13] Allah’ın affının her şeyi kapsadığına inanan, inkârdan başka bütün günahları affedeceğine hüküm veren, küfür durumunda itaatin faydası olmadığı gibi iman durumunda da günahın bir zararının olmayacağına inanan bir inanç ekolüdür. (Ebû Zehra, s. 152.) Bu ekole mensup olanlar, amellerle imanı tam olarak birbirinden ayırdıkları için idarecilerin hatalı tasarruflarını da kabullenmişlerdir. (Watt Montgomery, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev: Ethem Ruhi Fığlalı, Birleşik Yayıncılık, İstanbul, 1998.)

(NASİPSE DEVAM EDECEK)

​ T.C. / M. Kemal Adal 

8 Ekim 2017 Pazar

ALİ ŞERİATİ - 4: SÂMİRÎ, BEL’AM-İ BÂ’ÛR, FERİSÎLER, İNKILABÎ DİN ve MUHAFAZAKÂR DİN



SÂMİRÎ


Musa (a.s), yıllarca süren sıkıntı ve mücadelelerden sonra kavmine, bir olan Allah’ı tanıttı ve kavmini, hurafecilik, putperestlik ve buzağıya tapma gibi o dönemin şirk biçimlerinden temizledi. Ancak Sâmirî, insanları yeniden buzağıya tapar hale getirmek için, Musa’nın, (a.s) kavminden uzakta kısa bir süre geçirmesini fırsat bilerek bir buzağı heykeli yaptı. Hâlbuki insanların tapınmaları için buzağı heykeli yapan bu kişi, tanrıtanımaz ve dinsiz değildi; bilakis, dine inanan hatta insanları dine davet eden biriydi.

BEL’AM-İ BÂ’ÛR


Bel’am-i Bâ’ûr, materyalist bir filozof ya da bir natüralist miydi? Hayır, o dönemin en büyük din adamlarından biriydi ve insanlar dinî konularda ona danışırlardı. Ancak o, Musa’ya (a.s) karşı çıktı ve kendisine olan dinî bağlılıktan dolayı insanlar üzerinde daha etkili olup hak dine tarihteki en büyük zararlardan birini verdi.

FERİSÎLER[4]


Hz. İsa’ya bir bakın! Ölünceye- Hıristiyan inancına göre çarmıha gerilinceye- kadar çektiği acılar, gördüğü baskılar, duyduğu küfürler, kendisi ve annesi hakkında yapılan en bayağı iftira ve ithamların arkasında Ferisîler vardı. Hâlbuki o vakit, dini, müdafaa ve himaye etme iddiasında olanlar da onlardı ve onlar, materyalist, zındık ya da mulhid değillerdi. Zaten o dönemde materyalizm diye bir şey de yoktu. Onlar, Hz. İsa ve havarilerine karşı şirk dininin bayraktarlığını yapan kimselerdi.

İslâm peygamberine bir bakın! Uhud’da, Tâif’de, Hevâzin’de, Mekke’de, Bedir’de ona kılıç çekenlerden kaç kişi ateist ya da dinsiz idi? Bir kişi bile bulmak mümkün değildir. Hepsi de doğru ya da yanlış, bir şekilde inanıyorlardı; fakat Hz. Muhammed (s) ve ona inananları yok etmek de istiyorlardı. Neden böyle yapıyorlardı? Çünkü –onların iddiasına göre- Muhammed, Hz. İbrahim’in evine olan saygınlığı bitirecek, onların dini inançlarını ve kutsallarını yok edecek, kutsal Mekke şehrini yıkacak ve Allah katında kendilerine şefaat edecek ve aracılık yapacak olan putları kıracaktı. Onların bahaneleri buydu. Binaenaleyh, gerek Kureyş müşriklerinin bu tavırları olsun, gerek diğer Arap kabilelerinin Hz. Muhammed (s)’e karşı yaptıkları savaşlar olsun, ‘dine karşı din’ çerçevesinde ortaya çıkan vakalardır.

Bu anlayış, Peygamber (s)’den sonra da farklı biçimlerde devam etmiştir. Hz. Ali’ye ve İslâm’ın özünü yaşatmak ve devam ettirmek isteyen harekete karşı çıkanlar, kâfir, inançsız ya da dinsiz kimseler miydi? Yoksa Allah mı inkâr edilmişti? Ya da Emevîlerle Ali taraftarları arasında ve Abbasîlerle Ehl-i Beyt arasında yine, dine karşı yeni bir dinin karşı çıkışı mı söz konusuydu?

İbrahimî[5] ve tevhidi dinin özelliklerinden biri, Allah’a ibadettir. Hz. Âdem’den günümüze kadar insanlık tarihine, değerlerine ve hayatına yön veren ve insanı evrendeki ilahî kanuna teslim olmaya çağıran tek din ve tek inanç hareketleri, tağuta[6] ibadet etmeye karşı çıkmışlardır ve insanlık var olduğu sürece de karşı çıkmaya devam edeceklerdir. Tağuta tapanlar ise insanı, nihaî gayesi Allah olan ve İslâm adındaki[7] yaradılış yoluna davet eden bu dine karşı çıkmışlardır.

Bu din, insanlığı Allah’a teslim olmaya ve Onun dışındaki her şeye isyan etmeye çağırırken; şirk dini, evrendeki ilahî kanuna ve her şeyin özü, başı ve sonu olan Allah’a çağırmak anlamında olan İslâm’a isyan etmeye davet eder. Bununla da kalmaz, Allah dışındaki yüzlerce güce teslim olma ve kulluk yapma çağrısında bulunur.

Şirk, bir taraftan insanı Allah’a kulluk yapmaktan alıkoyarken, diğer taraftan da, pek çok puta[8] teslim olmaya, boyun eğmeye ve insanı köleliğe mecbur eder. Bunu yapan, kâinattaki yüce kudrete karşı gelen ve insanların, kendi elleriyle yontup[9] ürettikleri putlar olan tağuttur. Her şey put olabilir; Lât, Uzzâ,[10] araba, üstünlük taslama, sermaye, kan, soy… Her dönemde farklı bir tağut Allah’a karşı isyan etmiştir.


Tevhid dininin özelliklerinden biri, inkılabî olması; şirk dininin özelliklerinden biri de muhafazakâr ve saptırıcı olmasıdır.

İNKILABÎ DİN NE DEMEKTİR?


İnkılabî dine mensup olan ve bu dinin eğitimini alan bir kişi, hayatın maddî manevî ve sosyal alanlarının tümüne tenkidi bir gözle bakar ve batıl olarak gördüğü şeyi kaldırıp, yerine hakkı ikame etme sorumluluğunu taşır. İnkılabî olan tevhid dini, mevcudu, olduğu gibi benimsemez ama ona ilgisiz de kalmaz. Peygamberlerin tümüne bir bakın, saf ve hiçbir değişikliğe uğramamış olan ilk çıkışlarında hepsinin yaptığı ilk iş, mevcut tuğyana ve kötülüğe karşı çıkmaları ve Allah’ın kanunlarının tecellisi olan kâinattaki kanunlara itaat etmeye çağrıda bulunmalarıdır.

Mesela Musa’ya bir bakın, O, üç sembole karşı çıkmıştır: Zamanın en zengini olan Karun, şirk dininin en büyük dinî lideri olan Bel’am-i Ba’ur ve en büyük siyasî otorite olan Firavun. Musa bu üç sembole mi karşı çıktı, yoksa statükoya mı? O zaman statüko neydi? O zamanki statüko, azınlıkta olan Sebtî ırkının, Kıptîlerin baskısı altındaki yaşamalarıydı. Musa’nın mücadelesi, Kıptî ırkının üstünlüğüne dayanan ırkçılığa ve bir ırkın, diğer ırkın esareti ve zilleti altında yaşamasına karşı çıkmaktı. Onun hedefi ve ideali, tutsak olan bir kavmi, doğru yola getirmek ve inanç temelinde kurulmuş, tağuta tapınılmayan ve tevhid dininin gerektirdiği toplumsal birliğe sahip olan bir toplum kurabilmek için o kavmi, vadedilmiş olan yere hicret ettirip yerleştirmekti.

MUHAFAZAKÂR DİN NE DEMEKTİR?


Şirk dini, tanrı, ölümden sonra dirilme ve gaybî güçler gibi metafizik bütün inanç ve din esaslarını olduğu gibi kabullenerek ya da onları tahrif edip saptırarak insanları, kendilerinin ve toplumlarının mevcut durumunun, olması gereken bir durumda olduğuna ve bu durumun, ilahî takdirin bir tecellisi olduğuna inandırmaya çalışır.

Mesela, bu günkü kaza-kader inancımız, Muaviye’nin oluşturduğu ve bize bıraktığı bir hediyedir. Tarih açıkça göstermektedir ki, kader ve cebr[11] inancı, Emevîlerin oluşturdukları bir inançtır. Bu inanç sayesinde Müslümanları, her türlü sorumluluktan, teşebbüs ruhundan ve eleştiriden alıkoymuşlardır. Zira cebr, var olan ve sunulan her şeyi kabul etmek demektir. Oysa Hz. Peygamber’in ashabına baktığımızda, onların, her an için toplumsal sorumluluk duygusuna sahip olduklarını görürüz.

EMR-İ Bİ’L-MA’RÛF VE NEHY-İ ANİ’L-MÜNKER[12]


Geniş halk kesimlerinde ayağa düşmüş olan ve aydınlarca telaffuz bile edilmeyen ‘emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker’ kavramı, bugünkü Avrupa aydınlarına göre insan, sanat ve aydın sorumluluğu olarak ifade edilmektedir. Felsefe, sanat ve edebiyatta ele alınmış olan bu sorumluluk, ‘emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker’ ile ifade edilen sorumluluğun ta kendisidir. Ancak bugün ‘emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker’i öyle bir şekilde uygulamaya çalışıyoruz ki, bu uygulamanın bizzat kendisi münkerdir.


KİTAPTAKİ DİPNOTLAR:



[4] Ferisîler: İkinci Tapınak döneminin sonlarında (M.Ö. 515-M.S. 70) Filistin’de Museviler arasında ortaya çıkan dinî gurup. Hz. İsa zamanındaki en popüler akım olan Ferisîlik, dinsel kaynak olarak Eski Ahit’in yanı sıra Sözlü Torah olarak adlandırılan sözlü geleneği de kabul ediyordu. Yeni Ahit’e göre Ferisîler, Hz. İsa’ya en çok muhalefet edenlerdi.Hz. İsa’nın, bunlara karşı yaptığı birçok tenkit ve konuşma Yeni Ahit metinlerinde yer alır. (Gündüz, Şinasi, Din ve İnanç Sözlüğü, s. 129, Vadi Yayınları, 1998, Ankara; Ana Britannica Ansiklopedisi, Ferisîler maddesi, c. 26, İstanbul, 1993, VIII, s. 520)

[5] Bu ifadeyi kullanmamın nedeni, herkes tarafından daha iyi anlaşılmasıdır. (Müellif)

[6] Tağut, azmak, azıtmak ve haddi aşmak anlamlarına gelen tuğyân kelimesinden türemiştir. Terim olarak ise zorla veya isteğe bağlı olarak kendisine ibadet edilen şey demektir. Bu özelliğe sahip olan her şey tağuttur. Bu bir put olabileceği gibi bir insan da olabilir. Açık tağut olabileceği gibi gizli tağut da olabilir. Aslında put gibi cansız unsurlar, doğrudan tağut olamazlar; zira onların Allah’a karşı bir azgınlıkta bulunma imkânları yoktur. Dolayısıyla insanlar dışındaki varlıklar olsa olsa tağut için bir araç ya da bir sembol olabilir. (Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, II, 869-870)

Allah’a isyan üç derecede olabilir: 1- Allah’ın kulu olduğunu kabul edip pratikte Onun emirlerinin aksini yapana fâsık denir. 2- Allah ile irtibatını koparıp başka birine bağlanan kişiye kafir denir. 3- Allah’a isyan edip Onun kullarını kendine boyun eğmeye zorlayan kişiye ise tağut denir. (Mevdûdî, I, s. 202.)

[7] İslâm, bütün hak dinlerin adıdır. (Müellif)

[8] Burada put kelimesinden, hokkabazlık, yalancılık, cehalet ve zulüm üzerine inşa edilmiş olan ve insanı kulluğa daveteden her şey şeklindeki en genel mana kastedilmektedir. (Müellif)

[9] 2. Bakara, 256,  (Dinde baskı - zorlama - tiksindirme yoktur. Doğru ve güzel olan, çirkinlik ve sapıklıktan açık bir biçimde ayrılmıştır. Her kim tâğuta sırt dönüp Allah'a inanırsa hiç kuşkusuz sapasağlam bir kulpa yapışmış olur. Kopup parçalanması yoktur o kulpun. Allah, hakkıyla işiten, en iyi biçimde bilendir. )

    4. Nisa, 60. (Şunları görmedin mi? Kendilerinin, sana indirilene de senden önce indirilene de inandıklarını sanarken, inkâr etmekle emrolundukları tağutu aralarında hakem yapmak istiyorlar. Zaten şeytan da onları geri dönülmez bir sapıklıkla sersem hale getirmek istiyor)

[10] Necm suresi 19. Ayette geçen bu ifadeler, müşrik Arapların taptıkları putlardan iki tanesinin adlarıdır. Bir sonraki ayette Menât adlı puttan söz edildiği gibi Nuh suresi 23. Ayette de Yeğûs, Ye’ûk ve Nesr adlı başka putlardan söz edilmektedir.

[11] Cebriye: Zorlamak manasındaki cebr kökünden gelen ve bu manaya nisbet edilen kişiler için kullanılan bir ifadedir. İslâm düşünce tarihine Cebriye olarak geçen ekolün ana düşüncesi şudur: İnsanın fiilleri, insan kaynaklı değil Allah kaynaklıdır. İnsanın iş yapma kudreti olmadığı için işlerini kendi iradesi ile değil, mecburen yapar. Diğer varlıklarda görülen durumları Allah (c) yarattığı gibi insanın fiillerini de O (c) yaratır. Fiillerin insana nisbeti, ‘Ağaç meyve verdi.’ ‘Taş yuvarlandı.’ ve ‘Güneş battı.’ cümlelerindeki işlerin eşyaya nisbeti gibi mecazî bir nisbettir. İnsan sevap kazanmaya veya ceza görmeye mecburdur. (Ebû Zehra, Muhammed, İslâm’da Siyasî ve İtikadî Mezhepler Tarihi, s.126, Çev: Hasan Karakaya - Kerim Aytekin, Hisar Yayınevi, İstanbul, 1983.)

[12] Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker, özü tevhid olan dinî veya dünyevî bir hayra ve faydaya insanları davet etmek demektir. Ma’rûf, İslâm’a uygun olan, münker ise İslâm’a muhalif olan şeydir. (Yazır, II, s. 1155)

(NASİPSE DEVAM EDECEK)

​ T.C. / M. Kemal Adal 

7 Ekim 2017 Cumartesi

ALİ ŞERİATİ - 3: KÜFR, ŞİRK, PUTPERESTLİK ve TEVHİD


KÜFR


Küfr, bir şeyin üstünü örtmek demektir. Nitekim Arapça’da, çiftçinin, ektiği tohumun üstünü toprakla örtmesi işlemine küfr denir. Aynı şekilde, insanın kalbinde var olan bir dinî hakikatin üstünü çeşitli sebeplerle, cehalet, garaz ve çıkarcılıktan bir örtü kaplar ki, bu hale küfr denir. Buna göre küfr, dinin yok edilmesi ve dinsizlik demek değil, o dinî hakikatin yerine başka bir dinin ikame edilmesi demektir.

ŞİRK


Şirk, tanrısızlık demek değildir; zira müşriklerin bizden daha çok tanrıları vardır. Müşrik, bir tanrıya inanmayan ve ona ibadet etmeyen kişi değildir. Bildiğimiz gibi İsa, Musa ve İbrahim peygamberlerin karşısında tanrısızlar değil, müşrikler vardı. Peki, müşrikler kimlerdir? Müşrikler, tanrıya inanmayanlar değil, birden çok tanrıya inanan ve tapan kimselerdir. Öyleyse onları, dinî inançları ve duyarlılıkları olmayan kimseler olarak nitelendirmek mümkün değildir. Zira onların bir değil, pek çok tanrıları vardır ve onlar, tapındıkları bu tanrılarının, kendilerinin ve evrenin yazgısı üzerinde etkili olduklarına inanırlar. Zaten biz Allah’a hangi gözle bakıyorsak onlar da tanrılarına o gözle bakarlar. Öyleyse müşrik, duygu bakımından dindar bir bireydir; fakat bağlandığı din yanlış bir dindir. Yanlış bir dine mensup olmak, dinsiz olmaktan farklı bir durumdur. Demek oluyor ki şirk bir dindir; hatta insanlığın tanıdığı en eski din şekillerinden biridir.

PUTPERESTLİK


Putperestlik, şirkin anlamdaşı değil, onun çeşitlerinden biridir. Şirk, insanın, tarih boyunca gördüğü genel bir din iken putperestlik, tarihin bir döneminde ortaya çıkmış olan şirk şekillerinden biridir. Putperestlik, bir heykele ya da eşyaya kutsallık atfedilmesi demektir. Putperestler, kutsadıkları heykel ve eşyanın, tanrının kendisi, tanrının bir benzeri veya insanla tanrı arasındaki bir aracı olduğuna inanırlar. Onlara göre bu tanrılar, yaşam ve evren üzerinde bir biçimde etki sahibidirler. Bütün türleri ile putperestlik, şirk çeşitlerinden biridir.

Kur’an’da putperestler eleştirilirken ya da onlardan söz edilirken, daha genel bir ifade kullanılmaktadır. Neden? Tâ ki, şimdi zihinlerimizde var olan düşünce vücuda gelmesin; İslâm’ın, her tür putperestliğe bir şekilde karşı çıktığını düşünmeyelim; geçmiş bütün tevhidî hareketlerin devamı olan İslâm’ın, bütün çeşitleri ile şirke hücum ettiğini ve ona temelden karşı olduğunu anlayalım diye. Oysa biz, şirk dininin, “Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” (Saffât, 95) ayetinde geçtiği gibi insanların, kendi elleri ile yonttukları heykellere tapınmak anlamına gelen putperestlikten ibaret olduğunu düşünüyoruz. Acaba biz insanlar, tarih boyunca sadece taşlardan ve ağaçlardan yaptığımız putlara mı tapındık? Hayır, şirk, görünen ve görünmeyen yüzlerce çeşidi ile insanlık tarihinde genel bir din olarak var olagelmiştir. Bu güne kadar insan toplulukları içinde görülmüş olan şirk çeşitlerinden biri de, Afrika ve Arabistan cahiliyesinde ortaya çıkan putperestliktir. “Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?”[1] Ayeti ise, şirk dinindeki tapınma biçimini ifade eden genel bir ilke ve açıklamadır. Şirk dini, tarih boyunca tevhid dini ile birlikte, iki saf halinde adım adım ve omuz omuza var olagelmiştir. Şirk dini, Hz. İbrahim’in ve İslâm’ın zuhuru ile birlikte son bulmamış, bilakis yaşamaya devam etmiş ve hala da devam etmektedir.

ŞİRK DİNİNİN ÖZELLİKLERİ


[Bu, dinler tarihinin bir konusudur; fakat ben, İslâm’daki ve kültürümüzdeki kavramları kullanarak konuyu ele almaya çalışacağım.]

Bu iki saftan birinde, Allah’a ibadet vardır. Allah kâinatı yaratan, tedbir eden, bilgi ve irade sahibi olandır. Bu sıfatlar, bütün İbrahimî dinlerde vardır. O, Hâliktır, bütün kâinatı yaratmıştır; Müdebbirdir, kâinatın yönetimi ve varlığının sürmesi Ona bağlıdır; İrade sahibidir, varlığa hükmetme biçiminde özgürdür, dilediği gibi tasarrufta bulunur; bütün kâinatı murakabe altında tutabilecek sınırsız bilgiye ve görme özelliğine sahiptir. Bununla birlikte Allah, varlığın ve kâinatın gayesi olduğu gibi, âlemin istikametini de belirler. Bu sonsuz kudrete ibadet etmek, bütün insanları, evrendeki tek kudrete ibadet etmeye davet etmek, varlıktaki yegâne gücün bu olduğuna inanmak ve hayat boyunca bu kudrete dayanmak demektir. Zaten bütün İbrahimî dinlerdeki en büyük esas budur ve İbrahim’in (a.s) kendisi de bu esasa yaptığı çağrı ile tanınmıştır.

TEVHİD


Tevhide davet’ olarak tarihe geçen bu çağrının şöyle evrensel bir yönü de vardır: İnsanlar, hayvanlar ve cansızlardan oluşan bütün varlığın, tek bir gücün eseri olduğuna; varlıkta tasarruf yetkisinin sadece bu güce ait bulunduğuna; onun dışında hiçbir etki sahibinin mevcut olmadığına ve her şeyin, herkesin, her rengin, her türün ve her özün tek yaratıcının yapımı olduğuna inanmak olan ‘ilahî birlik’in mantıkî sonucu, insanların birliğidir.

Başka bir değişle, tevhidin anlamı şudur: Varlığın tümü, bir tek gücün elindeki bir imparatorluk gibidir. Bütün insanların türedikleri kaynak birdir, insanlar aynı irade ile hidayete erer, aynı hedefe yönelir ve aynı tanrıya sahiptirler. Bütün güçler, işaretler ve değerler, Onun karşısında yok olur. Tevhide inanan biri olarak kâinata baktığımda O’nu bir beden gibi, canlı bir bütün olarak görüyorum. Bu beden, aynı ruh, aynı kudret ve aynı tedbir tarafından yönetildiği için bir bütündür. İnsanlığa baktığımda da, insanların, aynı türden ve aynı değerde olduklarını görüyorum; zira onlar da aynı elden ve aynı tezgâhtan çıkmışlardır. Söz konusu iki dinden (şirk ve tevhid) biri olan tevhid dini, tek tanrıya ibadet etme ve bütün varlığın ve insanlığın tarih içindeki bütün yazgısının, tek kudretin eseri olduğuna inanma temeli üzerine oturmaktadır. Daha önce de söylediğim gibi, tanrının birliği, evrenin birliğini, evrenin birliği ise insanın birliğini gerektirmektedir.

Diğer yandan, tevhid inancı insana mahsus bir inançtır. Bir güce ibadet ve kutsal bir varlığa (Durkhe im’in ifadesi ile) ya da gayba (Kur’an’ın ifadesi ile) inanma duygusu, insanda fıtrî olarak mevcuttur. Bu fıtrat, baştan beri insanla birlikte var olagelmiştir. İnanma ve ibadet duygusunun, insan fıtratında bulunduğunun göstergesi, bu duygunun devamlı olması ve her zaman ve her yerde yaygın bir şekilde mevcut olmasıdır. Tarihe baktığımızda, tümüyle ibadetten uzak yaşayan hiçbir millet yoktur. Yine, yeryüzünü gözden geçirdiğimizde görürüz ki ibadet, her yerde vardır. İşte bu durum, ibadetin fıtrî bir olgu olduğunun delilidir.

İnsan fıtratındaki tapınma arzusu, Tevhid dini ve evrende hâkim olan kudretin tanınması vesilesiyle bütün beşeriyetin, halkların, sosyal sınıfların, ailelerin ve fertlerin birliğine dönüşür ve bunun neticesinde de hukuk birliğinin, değer ve onur birliğinin ortaya çıkmasına sebep olur.

Diğer tarafta ise söz konusu dinî duygu, şirk şeklinde tarih sahnesine çıkar. Şirk, her dönemde farklı bir şekilde ortaya çıkar ve tevhid dininin karşısına büyük, dirençli ve saldırgan bir güç ortaya çıkarır.


Burada, her Tevhid dininin karşısına çıkan bütün güçleri tek tek açıklama imkânı yoksa da, en azından büyük peygamberlerin yaşam hikâyelerine şöyle bir göz atabiliriz. Bu durumda da, şirk dinini inceleme imkânını elde etmiş oluruz. Mesela, Musa (a.s) bağlamında Tevrat’a, Tevrat’a dair kitaplara, Yahudi kültürüne, hatta Kur-an’a ve hadislere baktığımızda görürüz ki, Musa’ya (a.s) karşı ilk isyan bayrağı açan ve herkesten önce ona saldıran Sâmirî[2] ve Bel’am-i Bâ’ur[3] olmuştur.


KİTAPTAKİ DİPNOTLAR:


[1]37, Saffât, 95. ( İbrahim dedi: "Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?") 


[2] Sâmirî: Sâmirî’nin mahiyeti hakkında tefsirlerde farklı görüşler yer almaktadır. Bazı müfessirlere göre Sâmirî kelimesi, Hz. Musa zamanındaki Benî İsrail’den bir kişinin adıdır. Ancak Sâmirî, sıradan bir kişi değildi; çevresinde bazı insanlar vardı ve onlar kendisine itaat ediyorlardı. (eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali, Fethu’l-Kadîr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, trs.) İbn Abbas’tan yapılan bir rivayete göre Sâmirî’nin gerçek adı Musa olup ineğe tapan bir kavimdendi ve içinde kavminin ibadet sevgisi olduğu halde müslüman olduğunu söylüyordu. Diğer bir rivayette ise Sâmirî’nin Sâmira denilen bir yerden olduğu söylenmektedir. (İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1401.)

Hıristiyan misyonerler ve Oryantalistler, Sâmirî kelimesinin, bir kişinin adı olarak Kur’an’da yer aldığı varsayımından hareketle Hz. Muhammed’in (s) bu ve benzeri konularda kulaktan dolma bilgilere sahip olduğunu, dolayısıyla da Kur’an’ın vahiy ürünü olamayacağını ileri sürerler. Zira onların kaynaklarına göre Sâmirî bir kişinin değil, bir kitlenin adıdır. İşte çağdaş müfessirlerden Mevdudî bu hususa dikkat çektikten sonra onlara şu şekilde cevap vermektedir: Sâmirî kelimesinin sonundaki ‘ye’ harfi Sâmirî’nin, o kişinin asıl adı olmadığını göstermektedir. Çünkü Arapça’da bu harf, kişinin memleketi, kavmi ve akrabalarıyla olan ilgisini göstermek için kullanılır. Ayrıca baştaki ‘el’ belirlilik takısından da Sâmirî’nin, aynı kabile veya memlekete mensup birçok kişiden sadece biri olduğu anlaşılmaktadır. (Mevdudî, Ebû Ala, Tefhîmu’l-Kur’an, III, s. 235.)


[3] Bel’am-i Ba’ûr: Hz. Musa zamanında yaşayan ve irtidad eden bir din adamı. “Onlara o herifin kıssasını da anlat ki, ona ayetlerimizi vermiştik, ama o, onlardan sıyrılıp çıktı, derken onu, şeytan arkası-na taktı da yolunu şaşırmışlardan oldu. Eğer dileseydik biz onu ayetlerle yüceltirdik, fakat o, yere alçaklığa saplandı ve hevasının peşine düştü. Artık onun hali, o köpeğin haline benzer ki, üzerine varsan da dilini uzatır solur, bıraksan da solur! İşte böyledir ayetlerimizi inkâr eden o kimselerin durumu; kıssayı kendilerine naklet, belki biraz düşünürler.” (A’raf, 175–176) ayetlerinin tefsirinde sadedinde ismi, çeşitli tefsir ve tarih kitaplarında geçmektedir. Bel’am-i Ba’ûr, dünyevî çıkar ve hesaplar için Allah’ın dinini tahrif eden, kâfir yöneticilere yaranmak maksadıyla Allah’ın hükümlerini çiğneyen ve asıl gayesinden saptıran kimseleri temsil etmektedir. (Şamil İslâm Ansiklopedisi, Bel’am maddesi, cilt 1.)

(NASİPSE DEVAM EDECEK)

​ T.C. / M. Kemal Adal 

6 Ekim 2017 Cuma

ALİ ŞERİATİ - 2: DİNE KARŞI DİN



BİRİNCİ BÖLÜM



İlan edildiği gibi konuşmamın bu akşamki ve yarın akşamki konusu, “dine karşı din”dir.

Şimdiye kadar dinin karşısında ‘küfr’ün bulunduğunu ve tarih boyunca savaşın din ile dinsizlik arasında gerçekleştiğini düşünen bizler için bu başlık ve ifadede bir müphemlik olması doğaldır. Dolayısıyla “dine karşı din” ifadesi tuhaf, şaşırtıcı ve kabul edilemez bir ifade olarak görülebilir. Oysa ben, son zamanlarda anladım ki -şimdiki kadar açık olmasa da, çok zamandır böyle bir şey hissediyordum- tarih boyunca din, din ile savaşım vermiş ve düşündüğümüz gibi hiçbir zaman din, dinsizlik ile savaşmamıştır.

Buradaki tarih’ ifadesinden kastım, genel olarak kabul gören, medeniyetin ve yazının ortaya çıkışını değil; insan türünün yeryüzündeki toplumsal yaşamının başlamasını esas alan tarihtir. Zira yazının ortaya çıkışı 6 bin yıllık bir geçmişe sahipken, benim esas aldığım tarih, 30, 40 hatta 50 bin yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu süre, arkeolojik, tarihî, jeolojik ve mitolojik araştırmalara göre farklılıklar arz etmektedir. Söz konusu bilimler sayesinde, ilk insanların yaşadıkları toplumsal değişim süreçleri, onların yaşam biçimleri ve inançları hakkında az da olsa bilgimiz vardır. Efsaneler ve masallardan ibaret olan ilk zamanlarda olsun, tarihin ortaya çıkması ile birlikte daha kesin bilgilerin bulunduğu son zamanlarda olsun, bütün bu dönemlerde hiçbir istisna olmaksızın din, dine karşı çıkmıştır. Neden? Çünkü tarih, dinin mevcut olmadığı bir dönemden söz etmediği gibi, dinsiz bir toplumun varlığına dair bir bilgiye de yer vermemektedir. Hiçbir millette, hiçbir dönemde, toplumsal değişimlerin hiçbir aşamasında ve hiçbir yerde dinsiz bir insan olmamıştır.

Uygarlığın, düşüncenin ve felsefenin son dönemlerde belli bir noktaya gelmesi ile birlikte, Allah’ı ve yeniden dirilmeyi kabul etmeyen kimselerle zaman zaman karşılaşıyoruz. Ancak tarih boyunca bu kimseler, bir toplumsal tabaka, bir grup veya bir topluluk haline gelememişlerdir. Alexis Carrel’in söylediği gibi: “Tarihteki bütün toplumlarda, dinî bir yapı her zaman var olagelmiştir.” Tanrı, peygamber ve kutsal kitap gibi dinî unsurlar, bütün toplumların sadece maneviyatının değil, şehirlerinin maddî yapılanmasının da ruhu, özü ve merkezî noktası olmuştur.

Ortaçağ boyunca ve millattan önceden beri Doğu’da ve Batı’da bütün şehirler, ya kabile mensuplarının toplumsal konumlarına göre ya da herhangi bir toplumsal sınıf esas alınmadan şekillenmiştir. Hangi şehir türünde olursa olsun, Doğu’da ve Batı’da bütün medeniyetlerdeki şehirlerde ortak nokta, kendilerine bir kimlik kazandıran sembollerinden dolayı sembolik şehirler olmalarıdır. Büyük şehirlerin kimliği olan bu semboller, mabetlerdir; ancak bu gün bu yapı gözden kaçmaktadır. Mesela Tahran, sembolik bir şehir değildir; çünkü bu şehir, bir merkez, dinî olan ya da olmayan herhangi bir yapı etrafında teşekkül etmemiştir. Öyleyse bu şehrin bir merkezi ve bir kalbi yoktur. Oysa Meşhed’i bütünüyle gösteren bir kuşbakışı resmine bakıldığında, onun, sembolik bir şehir olduğu görülür. Zira orada bütün binalar, şehrin kalbi olan bir merkez, bir ışık etrafında toplanmıştır.

Bu şehirler, neden semboliktirler? Çünkü hiçbir medeniyet, millet ve şehir, dinî bir amaç olmadan vücuda gelmemiştir. Kum Tarihi, Yezd Tarihi, Belh’in Özellikleri, Buhara Tarihi ve Nişabur Tarihi gibi, şehirler hakkında yazılmış olan bütün kitaplar, dinî bir hikâye ile başlamaktadır. Çünkü insanlar, dinî ve manevî bir sebep ve faktör olmadan bu büyük şehirlerin meydana gelebileceğini düşünemiyorlar. Bu şehirlerde mutlaka, ya bir peygamber medfundur, ya dinî bir mucize gerçekleşmiştir veya dinî bir şahsiyetin türbesi bulunmaktadır. Kısacası her yerin dinî bir izahı vardır. Bu gösteriyor ki, sınıfsal toplumlar, kabile toplumları, Bizans gibi büyük imparatorluklar, Atina gibi şehir toplumları, Araplar gibi kabile toplumları, gelişmiş toplumlar ve geri kalmış toplumlar, kısacası her ne şekilde olursa olsun bütün kadim toplumlar, dinî bir temel üzerine kurulmuşlardır ve kadim insan, her dönemde dindar insan olmuştur. Bundan dolayı, bugün anladığımız gibi "küfr" kelimesi, doğaüstü bir kudrete, ahirete, gayba ve evrende bir veya birden çok tanrıya inanmamak anlamında değildir. Çünkü bütün insanlar, esaslara inanma konusunda müttefiktirler.

Bugün "küfr" kelimesine verdiğimiz ‘dinliliğin karşıtı olmak’ ve ‘dinsizlik’ anlamı, oldukça yeni bir anlamdır. İnsanın, tanrıya, aşkın kudrete ve öte dünyaya inanmaması olan bu anlam, son iki üç asırda Doğu'ya taşınmış olan Batı düşüncesinin bir ürünüdür. Oysa İslâm’da, kadim metinlerde, hiçbir tarih kitabında ve hiçbir dinde "küfr" kelimesi dinsizlik anlamında kullanılmamaktadır. Zira dinsizlik denilen durum hiçbir zaman var olmamıştır.

Küfür, kendi dışındaki dinleri, küfür hali olarak gören bir din olarak ortaya çıkmıştır. Öyleyse küfür, dinsizlik değil, dinli olmak demektir. Nitekim tarih boyunca Doğuda ya da Batıda, her nerede ve her ne şekilde olursa olsun bir peygamber zuhur ettiğinde veya dinî bir inkılâp gerçekleştiğinde şu durumlar söz konusu olmuştur:

1-Yeni din, mevcut bir dine karşı olarak ortaya çıkmıştır.

2-Yeni dine ilk karşı çıkan ve ona karşı mücadele başlatan, mevcut din olmuştur.

Burada, son derece önemli bir konu ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktayız. Bu konunun açıklığa kavuşturulması, aynı zamanda, günümüz aydınlarının din hakkındaki büyük bir yargısının bilimsel ve tarihî bir izahı olacaktır. Aydınların dine dair yargısı şudur: 'Din, uygarlığa, ilerlemeye, insana ve özgürlüğe karşıdır; ya da en azından bu konulara ilgisizdir'. Bu yargı, kin, düşmanlık ve suizandan kaynaklanan bir sövgü ve bir yanılsama değil; insan yaşamındaki tecrübe ve olgular üzerine bina edilmiş olan tarihsel ve toplumsal bir gerçektir.

Peki, neden bu yargı doğru değildir? Çünkü din mensubu olarak bizler ve diğer insanlar, tarih boyunca pek çok sayıda ve şekilde ortaya çıkan dinlerin, özde iki dinden ibaret olduğunu ve bunların, birbirleriyle mücadele ve çatışma halinde bulunduklarını bilmiyoruz. Bu iki din, sadece birbirinden ayrı olmakla kalmamış; dediğim gibi, aynı zamanda, aralarında fikrî ve dinî mücadeleler ve savaşlar olmuştur. Fakat bu mücadeleler ve çatışmalar, bizim düşündüğümüz sebeplerden dolayı olmamıştır. Zira biz, dinle ilgili genel bir yargı edinir ve bu yargıya göre dinimize bir yer belirleriz. Hâlbuki bu, yanlış bir yöntemdir.

Aynı şekilde, son iki üç asırdaki, özellikle 19. asır Avrupa’sındaki din karşıtları da benzer bir yanlışa düşerek iki dini birbirinden ayıramamışlardır. Hâlbuki bu iki din, birbirine benzemediği gibi, temelde birbirine zıt ve muhalif olup tarih boyunca birbiriyle savaşmış, halen savaşıyor ve gelecekte de savaşacaklardır.

Din hakkındaki bu genel yargı, esasında iki dinden sadece biri için geçerli olup doğru ve tarihî gerçeklere de uygun bir yargıdır. Fakat din mensupları olarak bizler bilmediğimiz gibi, dine karşı olanlar da diğer dini bilmiyorlar. İki dinden biri için söz konusu olan bu yargı, geçerli ve doğru bir yargıdır; yanlış olan, bu yargının genelleştirilip diğer dine de teşmiledilmesidir. İşte esas yanılgı, bu noktadadır.

Söylediğim gibi bu iki din, o kadar birbirinden farklıdır ki, biri için geçerli olan bir özellik, diğeri için kesinlikle geçerli değildir.

Hepimizin bildiği bu kavramları, önceden zihinlerimizde var olan anlamlara göre değil, benim kullandığım genel anlamlara göre anlamlandırıp değerlendirmenizi rica ediyorum. İlk olarak, bahsi geçen iki dinin birbirine karıştırılmasına neden olan küfr, şirk ve putperestlik kavramları üzerinde durmak istiyorum. Zira çokça kullandığımız bu kavramlarda bir kapalılık söz konusudur.

(NASİPSE DEVAM EDECEK)

​ T.C. / M. Kemal Adal