BİRİNCİ BÖLÜM
İlan edildiği gibi konuşmamın bu akşamki ve yarın akşamki konusu, “dine karşı din”dir.
Şimdiye
kadar dinin karşısında ‘küfr’ün bulunduğunu ve tarih boyunca savaşın din ile
dinsizlik arasında gerçekleştiğini düşünen bizler için bu başlık ve ifadede bir
müphemlik olması doğaldır. Dolayısıyla
“dine karşı din” ifadesi tuhaf, şaşırtıcı ve kabul edilemez bir ifade olarak
görülebilir. Oysa
ben, son zamanlarda anladım ki -şimdiki kadar açık olmasa da, çok
zamandır böyle bir şey hissediyordum- tarih boyunca din, din ile savaşım vermiş ve düşündüğümüz
gibi hiçbir zaman din, dinsizlik ile savaşmamıştır.
Buradaki ‘tarih’
ifadesinden kastım, genel olarak kabul gören, medeniyetin ve yazının
ortaya çıkışını değil; insan türünün
yeryüzündeki toplumsal yaşamının başlamasını esas alan tarihtir. Zira
yazının ortaya çıkışı 6 bin yıllık bir geçmişe sahipken, benim esas aldığım
tarih, 30, 40 hatta 50 bin yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu süre, arkeolojik, tarihî, jeolojik ve mitolojik araştırmalara göre
farklılıklar arz etmektedir. Söz konusu bilimler sayesinde, ilk insanların
yaşadıkları toplumsal değişim süreçleri, onların yaşam biçimleri ve inançları
hakkında az da olsa bilgimiz vardır. Efsaneler ve masallardan ibaret olan ilk
zamanlarda olsun, tarihin ortaya çıkması ile birlikte daha kesin bilgilerin
bulunduğu son zamanlarda olsun, bütün bu dönemlerde hiçbir istisna olmaksızın din, dine karşı
çıkmıştır. Neden?
Çünkü tarih, dinin mevcut olmadığı bir
dönemden söz etmediği gibi, dinsiz bir toplumun varlığına dair bir bilgiye de
yer vermemektedir. Hiçbir millette, hiçbir dönemde,
toplumsal değişimlerin hiçbir aşamasında ve hiçbir yerde dinsiz bir insan
olmamıştır.
Uygarlığın, düşüncenin ve felsefenin son dönemlerde
belli bir noktaya gelmesi ile birlikte, Allah’ı ve yeniden dirilmeyi kabul etmeyen kimselerle zaman
zaman karşılaşıyoruz. Ancak tarih boyunca bu kimseler, bir toplumsal tabaka,
bir grup veya bir topluluk haline gelememişlerdir. Alexis Carrel’in söylediği gibi: “Tarihteki bütün toplumlarda, dinî bir yapı
her zaman var olagelmiştir.” Tanrı, peygamber ve kutsal kitap gibi dinî
unsurlar, bütün toplumların sadece maneviyatının değil, şehirlerinin maddî
yapılanmasının da ruhu, özü ve merkezî noktası olmuştur.
Ortaçağ boyunca ve millattan önceden beri Doğu’da ve
Batı’da bütün şehirler, ya kabile mensuplarının toplumsal konumlarına göre ya
da herhangi bir toplumsal sınıf esas alınmadan şekillenmiştir. Hangi şehir
türünde olursa olsun, Doğu’da ve Batı’da bütün medeniyetlerdeki şehirlerde
ortak nokta, kendilerine bir kimlik kazandıran sembollerinden dolayı sembolik
şehirler olmalarıdır. Büyük şehirlerin kimliği olan bu semboller, mabetlerdir;
ancak bu gün bu yapı gözden kaçmaktadır. Mesela Tahran, sembolik bir şehir
değildir; çünkü bu şehir, bir merkez, dinî olan ya da olmayan herhangi bir yapı
etrafında teşekkül etmemiştir. Öyleyse bu şehrin bir merkezi ve bir kalbi
yoktur. Oysa Meşhed’i bütünüyle gösteren bir kuşbakışı resmine bakıldığında,
onun, sembolik bir şehir olduğu görülür. Zira orada bütün binalar, şehrin kalbi
olan bir merkez, bir ışık etrafında toplanmıştır.
Bu şehirler, neden semboliktirler? Çünkü hiçbir
medeniyet, millet ve şehir, dinî bir amaç olmadan vücuda gelmemiştir. Kum
Tarihi, Yezd Tarihi, Belh’in Özellikleri, Buhara Tarihi ve Nişabur Tarihi gibi,
şehirler hakkında yazılmış olan bütün kitaplar, dinî bir hikâye ile
başlamaktadır. Çünkü insanlar, dinî ve manevî bir sebep ve faktör olmadan bu
büyük şehirlerin meydana gelebileceğini düşünemiyorlar. Bu şehirlerde mutlaka,
ya bir peygamber medfundur, ya dinî bir mucize gerçekleşmiştir veya dinî bir
şahsiyetin türbesi bulunmaktadır. Kısacası her yerin dinî bir izahı vardır. Bu gösteriyor ki, sınıfsal toplumlar,
kabile toplumları, Bizans gibi büyük imparatorluklar, Atina gibi şehir
toplumları, Araplar gibi kabile toplumları, gelişmiş toplumlar ve geri kalmış
toplumlar, kısacası her ne şekilde olursa olsun bütün kadim toplumlar, dinî bir
temel üzerine kurulmuşlardır ve kadim insan, her dönemde dindar insan olmuştur.
Bundan dolayı,
bugün anladığımız gibi "küfr" kelimesi, doğaüstü bir kudrete,
ahirete, gayba ve evrende bir veya birden çok tanrıya inanmamak anlamında
değildir. Çünkü bütün insanlar, esaslara inanma konusunda
müttefiktirler.
Bugün "küfr" kelimesine verdiğimiz ‘dinliliğin karşıtı olmak’ ve
‘dinsizlik’ anlamı, oldukça yeni bir anlamdır. İnsanın,
tanrıya, aşkın kudrete ve öte dünyaya inanmaması olan bu anlam, son iki üç
asırda Doğu'ya taşınmış olan Batı düşüncesinin bir ürünüdür. Oysa İslâm’da, kadim metinlerde, hiçbir tarih kitabında ve
hiçbir dinde "küfr" kelimesi dinsizlik anlamında kullanılmamaktadır.
Zira dinsizlik denilen durum hiçbir zaman var olmamıştır.
Küfür, kendi dışındaki dinleri, küfür hali olarak gören bir din olarak
ortaya çıkmıştır. Öyleyse küfür, dinsizlik değil,
dinli olmak demektir. Nitekim tarih boyunca Doğuda ya da Batıda, her nerede
ve her ne şekilde olursa olsun bir
peygamber zuhur ettiğinde veya dinî bir inkılâp gerçekleştiğinde şu durumlar
söz konusu olmuştur:
1-Yeni din, mevcut bir dine karşı olarak ortaya
çıkmıştır.
2-Yeni dine ilk karşı çıkan ve ona karşı mücadele
başlatan, mevcut din olmuştur.
Burada, son derece önemli bir konu ile karşı karşıya
gelmiş bulunmaktayız. Bu konunun açıklığa kavuşturulması, aynı zamanda, günümüz
aydınlarının din hakkındaki büyük bir yargısının bilimsel ve tarihî bir izahı
olacaktır. Aydınların dine dair yargısı şudur: 'Din, uygarlığa, ilerlemeye, insana ve özgürlüğe
karşıdır; ya da en azından bu konulara ilgisizdir'. Bu yargı, kin, düşmanlık ve
suizandan kaynaklanan bir sövgü ve bir yanılsama değil; insan yaşamındaki
tecrübe ve olgular üzerine bina edilmiş olan tarihsel ve toplumsal bir
gerçektir.
Peki, neden bu yargı doğru
değildir? Çünkü din mensubu
olarak bizler ve diğer insanlar, tarih boyunca pek çok sayıda ve şekilde
ortaya çıkan dinlerin, özde iki dinden ibaret olduğunu ve bunların,
birbirleriyle mücadele ve çatışma halinde bulunduklarını bilmiyoruz. Bu iki
din, sadece birbirinden ayrı olmakla kalmamış; dediğim gibi, aynı zamanda,
aralarında fikrî ve dinî mücadeleler ve savaşlar olmuştur. Fakat bu
mücadeleler ve çatışmalar, bizim düşündüğümüz sebeplerden dolayı olmamıştır.
Zira biz, dinle ilgili genel bir yargı edinir ve bu yargıya göre dinimize bir
yer belirleriz. Hâlbuki bu, yanlış bir yöntemdir.
Aynı
şekilde, son iki üç asırdaki, özellikle 19. asır Avrupa’sındaki din karşıtları
da benzer bir yanlışa düşerek iki dini birbirinden ayıramamışlardır. Hâlbuki
bu iki din, birbirine benzemediği gibi, temelde birbirine zıt ve muhalif olup
tarih boyunca birbiriyle savaşmış, halen savaşıyor ve gelecekte de
savaşacaklardır.
Din hakkındaki bu genel yargı, esasında iki dinden
sadece biri için geçerli olup doğru ve tarihî gerçeklere de uygun bir yargıdır. Fakat din mensupları olarak bizler
bilmediğimiz gibi, dine karşı olanlar da diğer dini bilmiyorlar. İki dinden biri için söz konusu
olan bu yargı, geçerli ve doğru bir yargıdır; yanlış olan, bu yargının
genelleştirilip diğer dine de teşmiledilmesidir. İşte esas yanılgı, bu noktadadır.
Söylediğim gibi bu iki din, o kadar birbirinden farklıdır ki, biri için
geçerli olan bir özellik, diğeri için kesinlikle geçerli değildir.
Hepimizin bildiği bu kavramları, önceden
zihinlerimizde var olan anlamlara göre değil, benim kullandığım genel anlamlara
göre anlamlandırıp değerlendirmenizi rica ediyorum. İlk
olarak, bahsi geçen iki dinin birbirine karıştırılmasına neden olan küfr, şirk
ve putperestlik kavramları üzerinde durmak istiyorum. Zira çokça kullandığımız bu kavramlarda bir kapalılık söz konusudur.
(NASİPSE DEVAM EDECEK)
T.C. / M. Kemal Adal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder