ŞİRK DİNİNİN HAREKET BİÇİMİ
Şirk dini tarih boyunca iki şekilde hareket etmiştir:
1-Dinler tarihinde görüldüğü gibi şirk dininin,
kendine mahsus bir hareket çizgisi vardır. Bu hareket, Totem,[14] tabu,[15] mana,[16] grup tanrısı, çok tanrıcılık ve ruhlara tapınma
şeklinde bir seyir çizmiştir. Dinler tarihindeki bu şirk dinleri, aslında şirk
dininin farklı tezahür biçimleridir.
2-Şirk dininin en tehlikeli, en sinsi olan ve insana
ve hakikate en çok zarar veren şekli gizli şirktir. Bu, tevhid perdesi altında gizlenen şirk
biçimidir. Tevhid peygamberleri şirke karşı çıktığı sürece şirk dini de
onlara karşı çıkmıştır. Ne zaman ki peygamberler, muzaffer olmuşlar ve şirk dinine
diz çöktürmüşlerse, şirk dini, tevhid dininin takipçileri arasında gizli bir
şekilde varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Mesela
Musa’ya (a.s) ve onun davasına karşı çıkan Bel’am-i Ba’ur, Musevî din adamları
olan hahamlar ve İsa’yı (a.s) öldürmeye teşebbüs eden Ferisiler kılığında
ortaya çıkıp iş yapmıştır.
İsa’yı (a.s) öldürmek isteyen, ona karşı çıkan ve
putperest Rum Kayseri ile el ele, omuz omuza, tevhide karşı mücadele eden
güruhun içinde, Musa’ya (a.s) inananların takipçisi olan kimseler de vardı. Bel’am-i Ba’ur ve Sâmirî, Musa’nın (a.s)
getirdiği dinin kisvesi altında sahneye çıkmışlardır. Orta çağdaki
Hıristiyan keşişlerin, sevgi, dostluk, vefa ve sabır dini olan Hıristiyanlık ve
barış ve affın timsali olan İsa (a.s) adına işledikleri cinayetleri, Moğollar
rüyalarında bile işlememişlerdir. Peki, bunlar İsa’nın (a.s) izleyicileri ve
havarîleri miydiler, yoksa şirk dininin mensupları mıydılar? Aynı Ferisiler, bu sefer keşişler
kılığında sahnedeydiler, Musa’nın dinini şirk ile öldürmek istediler ve bunu
başardılar da.
Hal böyle olunca 19. yüzyılda din hakkında söylenen şu
sözün doğruluğunda hiçbir şüphe yoktur: “Din,
insanların, ölümden sonraki hayat ümidiyle bu dünyadaki fakirlik ve mahrumiyete
karşı tahammül edebilmeleri ve yaşadıkları her sıkıntının ve kendilerine
sunulan her durumun tanrının iradesi ile olduğuna, dolayısıyla da bu durumu
değiştirmelerinin mümkün olmadığına inanmaları için bir afyondur.”
Yine 18 ve 19. yüzyıldaki bilginlerin söylediği şu
sözler de doğrudur:
“Din,
insanların, bilimsel gerçekler konusundaki cehaletlerinden doğmuştur.”
“Din,
insanların mevhum korkularının ürünüdür.”
“Din,
feodal yapıdaki ayrımcılık, sermayedarlık ve fakirlik sonucu ortaya çıkmıştır.”
Peki, bu hangi dindir? Bu
din, gizli kalmayan hemen tümüyle tarihe geçmiş olan şirk dinidir. Bu
din, kimi zaman tevhid, Musevilik, İsevîlik adlarını kullandığı gibi hilafet,
Abbasîlik ve Ehl-i beyt[17] adlarını
da kullanmıştır. Aslında bunlar, tevhid, cihad ve Kur’an kisvesi altındaki şirk
dinleridir. Üstüne üstlük bu dinlerin mensupları, Kur’an’ı mızraklarının ucuna
takmak suretiyle bu konuda önde görünmekten de geri durmamışlardır.
Kur’an’ı mızrağının ucuna takıp sokağa çıkanlar, Lât ve Uzzâ için Hz.
Peygambere karşı çıkan Kureyşliler değildi. Zira onlar, durumlarını o dönemde açıkça ortaya
koyamıyorlardı. Bunun için mızraklarının ucuna Kur’an’ı takarak dâhilde Ali,
dolayısıyla da Allah ve Muhammed (s) ile savaşıyorlardı. Halife, cihada ve hacca gidip Peygamber (s) ve onun ailesi adına
Kur’an esasına dayalı İslâm devletini yönetirken aslında şirk dinini
yönetiyordu.
Şirk
dini, orta çağda Musa (a.s) ve İsa (a.s) adına hüküm sürmüştür. Musa (a.s)
ve İsa (a.s), tevhid dininin kurucuları oldukları halde şirk dini onların adını
kullanarak varlığını sürdürmüştür.
Evet, yukarıdaki alıntılarda sözü
edilen din, saptıran, uyuşturan, duraklatan, sınırlandıran ve insanların
durumlarına karşı lakayt davranan şirk dinidir. Bu din, tarih boyunca da insanlara musallat olmaktan geri
durmamıştır. Demek ki, “Din, korkudan doğmuştur; insanları uyuşturur ve
sınırlandırır; feodalitenin ürünüdür.” diyenler doğru söylemişlerdir. Bu tespitleri yapanlar, tarihi esas
almaktadırlar; oysa bunlar, din konusunda da tarih konusunda da uzman
kimseler değiller. Dolayısıyla tarihe bakan herkes gibi onlar da, tevhid-şirk ayrımı yapmadan din hakkında genel
değerlendirmelerde bulunmuşlardır.
Gerçekten de
İbrahimî dinlerdeki ve şirk dinlerindeki tanrı isim ve sıfatlarını
karşılaştırdım ve şirk dininin, korku ve cehaletten doğduğunu gördüm. Bundan dolayıdır ki müşrikler,
insanların, uyanmasından, okur-yazar ve bilgi sahibi olmalarından korkarlar.
İsterler ki, belli konulardaki bilgiler her zamanki gibi sabit kalsın, o
konularda ilerleme kaydedilmesin ve bu bilgiler de kendi tekellerinde olsun.
Zira bilginin artması, insanların uyanması, tenkidi
bakış açısı, ideal sahibi olma ve adalet talebi, şirk dinini sarsar ve yok
eder. Bunun içindir ki, şirk dini feodalizm öncesinde, sırasında,
sonrasında, Doğu'da ve Batı'da daima mevcut durumu muhafaza yoluna gitmiştir.
Şirk dinlerindeki tanrıların bütün isim ve sıfatları,
korku, vahşet ve zorbalık gibi istibdadın farklı boyutlarını içeren isim ve
sıfatlardır. Oysa
üç bin yıl önceki dinler dâhil, İbrahimî dinlerin isimlerinin manaları şu iki
mana ile bir şekilde bağlantılıdır:
1-Aşk,
güzellik, celal ve cemalin yegâne sahibine kulluk
2-Koruma,
dayanak noktası, baba şefkati, lider ve sığınak
Öyleyse tarih boyunca dünyada hüküm süren şirk
dininin, cehaletten ve insanların doğa olaylarından kaynaklanan
korkularından doğduğu düşüncesi doğrudur. Hâlbuki İbrahimî
dinler aşktan, insanın, tek hedefe ve kâinattaki tek rabbe kendisini
adamasından, varlıktaki tek kıbleye yönelmesinden, ruhî, fikrî ve sosyal her
tür ihtiyacına cevap veren mutlak cemal, kemal ve celal sahibine olan
bağlılığından doğmuştur.
İbrahimî dinlerin peygamberleri, maddî, manevî ve sosyal bütün egemen
güçlere ve -F. Bacon’un ifadesiyle- zihnî, beşerî, ekonomik ve maddî her tür
puta karşı çıkmışlardır. Kendilerini
ve mensuplarını, statükoyu değiştirmek ve Kur’an’da peygamberlerin
gönderiliş amacı olarak gösterilen adaleti sağlama ve sürdürme konusunda
sorumlu görmüşlerdir.
Bütün bunlardan hareketle varmak istediğimiz nokta
şudur: Tarih boyunca din, dinsizliğe karşı değil, dine
karşı olmuş ve dinsizlikle değil, din ile savaşmıştır.
Bilgi,
basiret, aşk ve insanlığın fıtrî adanmışlığı üzerine kurulmuş olan tevhid
dini, cehalet ve korkudan doğmuş olan şirk dininin karşısında yer
almıştır. İnkılabî bir din olan tevhid dini daima, sahih inançları
tahrif etmek ya da sahte inançlar ve tanrılar üretmek suretiyle statükoyu
koruyan tağutperestliğe karşı çıkmıştır.
Tevhid
peygamberi, insanları, Allah’ın iradesinin tecellisi olan varlıktaki kanunlara
ve evrensel gidişata uymaya çağırır. Tevhid dininin gereği, Allah dışındaki
her güce ‘hayır’ demektir.
Allah’a kulluğun karşısında, tağutperestlik vardır.
Tağut ise insanı, evrene ve insan hayatına egemen olan hak nizama karşı çıkmaya
ve toplumdaki farklı güç odaklarının tezahürleri olan çeşit çeşit putlara
köleliğe ve onlar karşısında zelil olmaya davet eder.
ALLAH VE İNSAN
TAĞUTA TAPANLAR
ALLAH VE İNSAN
Tevrat ve İncil’in tahrif edilmemiş olan bölümlerinde
ve Kur’an’ın istisnasız hemen her yerinde insan ile Allah kelimeleri aynı
çizgide zikredilmektedir. Yani ilmî
ve yaradılışa dair ayetlerde değil, sosyal, siyasî
ve ekonomik meseleleri açıklayan bütün ayetlerdeki en-nâs kelimesini kaldırıp
yerine Allah kelimesini koymak, Allah kelimesinin yerine ise en-nâs kelimesini
koymak, cümlede hiçbir değişikliğe neden olmaz.[18] Mesela
“Kim Allah’a güzel bir borç verirse…”[19] Ayetinin
manası, Allah’ın ihtiyacı olduğu için Ona borç vermek demek değildir; onun
manası, “insana borç vermek” demektir. Sosyal
konularla ilgili ya da sosyal bir yönü olan bütün ayet ve hadislerde Allah ile
insan aynı safta yer almaktadırlar.
TAĞUTA TAPANLAR
Hak din safının karşısında kimler vardır? Tağuta
tapanlar; peki tağuta tapanlar kimlerdir?
Tağuta
tapanlar, Kur’an’da mele’ ve mütref[20] olarak
geçen toplumdaki aç gözlü oburlar ve her yetkiye sahip olup hiçbir sorumluluğu
olmayan kimselerdir.
Mele’ ve mütref dini, ya kendi adıyla açık bir şekilde ya da ‘Allah ve
insan dini’ olan hak dinin perdesi altında kendisini gizleyerek tarih boyunca
egemen olmuştur. Oysa tevhid dininin hükümranlığı tarihte gerçekleşmemiştir. Bana göre Şianın gurur duyulacak özelliklerinden
biri, orta çağda İslâm yönetimi adına dünyaya sunulan hiçbir şeyi kabul
etmemesi, sömürgeci emperyalistlere karşı mücadeleden geri durmaması ve söz
konusu yönetimleri Allah Resulü'nün hilafeti olarak değil Kayser ile Kisra
yönetimleri olarak kabul etmesidir.
Zaten İbrahimî ve tevhidi din, daima, tağuta tapınmaya, mele’ ve mütref
dinine karşı çıkmış, insanları da bu cepheye karşı çıkmaya davet etmiştir. Tevhid dini şunu söylemiştir:
Allah, siz insanların safındadır; Onun
muhatabı insandır ve amacı, adaleti sürekli bir hale getirmektir. Tevhid dini,
insanı, kâmil hale getiren bilgi, sevgi, yüce kudrete kulluk ve bilinç dinidir.
Ne yazık ki, tarihe ve mevcut duruma karşı eleştiri ile ortaya çıkan tevhid
dini, tarihte hiçbir zaman tam olarak hayata geçememiştir. Tağuta
yani mele’ ve mütrefe tapınmayı öneren muhafazakâr ve uyuşturucu şirk dini ise
her zaman var ve egemen olmuştur.
Bana, “Bir aydın olarak sen, nasıl dine bu kadar
sarılıyorsun?” diyen aydınlara da şunu söylemek istiyorum: “Ben bir dinden söz ediyorsam, bilin ki, geçmişte topluma
hükmetmiş olan herhangi bir dinden değil, bu dini ortadan kaldırmayı hedefleyen
dinden söz ediyorum. Peygamberleri, her tür şirki ortadan kaldırmak için çalışmış
olan dini kastediyorum. Ancak sözünü ettiğim din, hiçbir zaman sosyal hayat
bakımından tam olarak toplumda hayat bulamamıştır.
Benim dile getirmek istediğim bu
konudaki şu sorumluluğumuzdur: Tevhid peygamberlerinin yaptığı gibi, muhafazakâr ve
uyuşturucu şirk dinini kaldırıp yerine tevhid dinini ikame etmek için çaba
göstermek, bizim ve gelecekteki insanların insanî sorumluluğudur.”
Öyleyse benim dine sarılmam,
geçmişe dönmek değil, tarihteki bu mücadeleyi devam ettirmek demektir.
KİTAPTAKİ DİPNOTLAR:
[14] Totem: Bazı kültürlerde klanın ya da kabilenin
atası sayılan veya klan ya da kabileyle soy birliğine sahip olduğu düşünülen
hayvanlar, o kabilenin totemi olarak kabul edilir. Totem hayvanın
öldürülmesi ve yenilmesi yasaktır; ancak yılın belirli zamanlarında bu hayvan
kesilerek yenilir. (Şinasi Gündüz s. 371)
[15] Tabu: Çekinilmesi ve uzak durulması gereken kutsal
ve tehlikeli şey anlamındadır. Tabu sayılan her hangi bir şeye özel bir takım
hazırlıklar yapmadan dokunmak ya da onunla ilişkiye geçmek son derece tehlikeli
sayılır. Bu kurala
riayet edilmediği takdirde ilgili nesne ya da varlıkta bulunan tehlikeli gücün,
temas kuran kişiye geçeceği ve ona zarar vereceği düşünülür. (Şinasi
Gündüz s. 356)
[16] Çeşitli kabile dinlerince nesneler ve insanlarda
bulunabileceği düşünülen elektrik enerjisine benzer bir gizemli güç için
kullanılan Polinezya dilindeki bir terim. (Şinasi Gündüz s. 244)
[17] ‘Ev halkı’ anlamına gelen Ehl-i beyt terkibi, ev
sahibi ile onun eşini, çocuklarını, torunlarını ve yakın akrabalarını kapsamına
alır. Cahiliye devri Arap toplumunda kabilenin hâkim ailesini
ifade eden Ehl-i beyt tabiri, İslâmî dönemden itibaren günümüze kadar
sadece Hz. Peygamber’in (s) ailesi ve soyu için kullanılan bir terim olmuştur.
Ehl-i beyt tabirinin kapsamına kimlerin girdiği Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri
arasında baştan beri tartışma konusu olmuştur. Ehl-i Sünnete göre,
Peygamberimizin (s) eşleri, bütün çocukları, bütün torunları, amcaları, onların
çocukları ve Benî Hâşim soyundan olanlar Ehl-i beyt tabirinin içinde yeralan
kimselerdir. Şiaya göre ise Ehl-i beyt, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve diğer
dokuz imamdan ibarettir. (TDVİA, Ehl-i beyt maddesi, cilt 10.)
[18] Bu genelleme, genellemelerin çoğunda olduğu gibi içinde bazı
sorunlar ve riskler barındırmaktadır. Zira bu kuralı sosyal ve ekonomik
içerikli ayetlere tam olarak uygulama imkânı yoktur. Ancak bazı ayetler için
böyle bir şey söylenebilir. Mesela bu kuralı, yukarıdaki örneklerde
olduğu gibi bu ayetlere uygulamak mümkün değildir: “Eğer Allah insanların
(en-nâs) bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi manastırlar, kiliseler,
havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan mescitler elbette yıkılırdı.” (22.
Hac, 40) ve “Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir
nefsi öldürürse, bütün insanları (en-nâs) öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin
yaşamasına sebep olursa, bütün insanları (en-nâs) yaşatmış gibi olur” (5.
Maide, 32).
[19] 57, Hadîd, 11. ( Allah'a kim güzel bir borç verecek ki, O onun verdiğini kat kat artırsın. Böyle birisi için onur verici bir ödül de vardır.)
[20] Mele’: Toplandıkları zaman göz ve yer dolduracak
kalabalıkta olan topluluk anlamında olup bir toplumda söz sahibi olan ve
toplumun ileri gelenleri için kullanılan bir ifadedir. (Yazır, II, s. 827.) Mele’
kelimesi, her ne kadar Kur’an’ı Kerim’de sarihî bir şekilde olumsuz bir
içerikle kullanılmamışsa da, geçtiği hemen her yerde kafirler topluluğunun
ileri gelenleri olarak kullanıldığından böyle bir içeriğe bürünmüştür.
Yazarın, bu ifadeyi olumsuz bir içerikle kullanması da bundan ötürü olmalıdır.
Mütref: Sahip olduğu zenginlik ve
bolluktan dolayı şımarıp ömrünü bayağı arzularla heba eden kimse
demektir. (eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali, Fethu’l-Kadîr, II, s. 534, Daru’l-Fikr,
Beyrut, trs.) Bir ülkenin helak edilmesinde mütrefînin nasıl bir rol
aldığını Allah (c) şöyle açıklamaktadır: “Biz bir ülkeyi helak etmek
istediğimiz zaman, oranın şımarık varlıklılarına emrederiz, onlar itaat etmeyip
orada kötülük işlerler. Böylece, o ülke helaka müstahak olur, biz de onu yerle
bir ederiz.” (İsra, 16) “Allah (c), bir ülkeyi helak etmez, o ülke helak olmayı
hak eder. Sıradan insanlar, toplumun önderleri ve toplumun çökmesinin gerçek
sorumluları olan zenginlere uyarlar. Önce zenginler, isyan, fesat, zulüm ve
kötülükler işlerler, daha sonra da halk onlara uyar ve Allah’ın azabını
üzerlerine çekerler.” (Mevdudî, III, s. 99)
(NASİPSE DEVAM EDECEK)
T.C. / M. Kemal Adal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder