İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.

12 Ekim 2017 Perşembe

ALİ ŞERİATİ - 8: MAL HALKINDIR, ALLAH’IN AİLESİ, SINIFSAL VE IRKÎ İHTİLAFLAR, YARATICILIK VE RUBUBİYET, İDEAL TOPLUM MODELİ: MEDİNE



MAL HALKINDIR


Kur’an’a baktığımızda ilk kelimenin, Allah, son kelimenin ise en-nâs (insanlar) kelimesi olduğunu görüyoruz. Kur’an’ın her yerinde muhatap insandır. Birinci bölümde ‘Allah ve insan dini’ olarak ifade ettiğim hak din, felsefî açıdan -panteizm dışında- Allah’ın zatını, Onun dışındaki varlıklardan ayırmaktadır; ancak sosyal bakımdan ikisini aynı safta görmektedir.

İnsanın sosyal ve ekonomik hayatı ile ilgili bütün ayetlerde Allah kelimesinin yerine en-nâs (insanlar) kelimesi, en-nâs (insanlar) kelimesi yerine de Allah kelimesi kullanılabilir. Mesela “Mal, Allah’ındır.”[29] İfadesi, putperestlerin iddia ettiği gibi, Allah’ın da ihtiyaçları vardır; onun için mabede ve onun sahibine adaklar ve kurbanlar vermek gerekir, şeklinde anlaşılmamalı. “Mal, Allah’ındır.” ifadesi, “Mal, insanlarındır.” demektir. Bu, günümüz dünyasının etkisinde kalarak benim yaptığım bir yorum değildir; Ebû Zer el-Gıfarî’nin, Muaviye’nin yakasından tutup ona söylediği şu sözün aynısıdır: “Sen, ‘Mal, Allah’ındır.’ şeklindeki sözünle insanların malını yemeyi amaçlıyorsun ve şunu demek istiyorsun: Mal, insanların değil Allah’ın malıdır, ben ise Allah’ın yeryüzündeki temsilcisiyim. Dolayısıyla da insanların (kamu) malını dilediğim gibi kullanırım, istediğim kimselere veririm ve istemediğim kimselere de vermem!”

Bu sözü ile Ebû Zer, Muaviye’ye “Mal, Allah’ındır.” ifadesinin, “Mal, insanlarındır.” anlamında olduğunu dolayısıyla da malın ve servetin, imtiyazlı sınıfa değil halka ait olduğunu öğretmiş oluyordu.

Allah’ın malı, halkın malıdır; çünkü sosyal ve ekonomik konularda Allah ile halk / nâs aynı saftadırlar. Bundan dolayıdır ki, “İnsanlar, Allah’ın ailesidir (ıyâl).”[30]denmiştir.

ALLAH’IN AİLESİ


Allah’ın ailesinin yani insanların karşısında mele’ ve mütref zümresi vardır. Bu zümre, tarih boyunca insanlar üzerinde tahakküm sahibi olmuş ve insanların varını yoğunu ellerinden almıştır. Böylece insanlar kendi sosyal ve ekonomik kaderlerini tayin etme hakkından mahrum kalmışlardır.

Mele ve mütref sınıfının dini vardır. Onlar, hiçbir zaman materyalist, egzistansiyalist ve ateist olmamışlardır ve değillerdir. Firavun dâhil hepsinin de bir ya da birden fazla tanrısı vardır. Zaten onların nasıl bir dine sahip oldukları da aşikâr bir durumdur. Peygamberler, onlara karşı çıkmış ve onların dini olan şirk dinini ve Allah’a isyanı tazammun eden tağutperestliği yok etmek için çalışmışladır.

SINIFSAL VE IRKÎ İHTİLAFLAR


Birinci bölümde dediğim gibi şirk, sadece felsefî bir yorum değil, aynı zamanda statükonun muhafazası ve savunuculuğudur. Peki tarihte statüko neydi? Tarihte statüko, sosyal şirkti.

Sosyal şirk ise putperest toplumlardaki çok sınıflılık ve çok ırklılık demektir. Böyle bir toplumda her ırkın ve her kabilenin bir putu vardır ve herkes kendine mahsus puta ibadet eder. Toplumu oluşturan ırklar, sınıflar ve grupların kendilerine mahsus hukukî statüleri ve hakları vardır; bundan dolayı da toplumun soylu kesimidirler.

Oysa tevhid dini yani ‘Allah ve insan’ dini, peygamberler aracılığıyla, Allah dışında hiç bir mabud, yaratıcı ve rabbin var olamayacağını bildirmiştir.

YARATICILIK VE RUBUBİYET[31]


Bütün şirk dinleri, yaratıcılık özelliğinin Allah’a ait olduğunu kabul eder fakat rab olma özelliğine gelince bu noktada çok sayıda put devreye girer. Nemrut ve Firavun gibi kimseler bile yaratıcılık iddiasında değil, rab olma iddiasında bulunmuşlardır. Firavun demiştir ki: “Ben sizin en yüce rabbinizim!” Yani ben sizin en büyük sahibinizim, sizin yaratıcınız değilim. Yunan mitolojisi dâhil bütün şirk dinlerinde Allah, yaratıcı olarak yer almaktadır. Yunan mitolojisine göre Allah evreni yaratıp kenara çekildikten sonra devreye diğer tanrılar girmişlerdir. Şirk düşüncesinin amacı, insanları ırklara ve milli toplumlara bölmek, daha sonra da birbirlerine karşı sınıflar ve gruplar oluşturarak yöneten (yönetilen ve fakir) yoksul kesimlerini oluşturmaktır.

İDEAL TOPLUM MODELİ: MEDİNE


Tarih boyunca ‘Allah ve insan’ dini[32], toplumu mevcut yapı üzerinde yapılandıran bir din olarak değil, mevcut yapıya karşı bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlık tarihi boyunca ‘Allah ve insan’ dinine göre kurulmuş olan tek toplum, Medine toplumudur. O da bir dönem olarak değil sadece bir model olarak tarih sahnesine çıkabilmiştir.

Medine toplumunun ömrü ve tarihi, insanlığın bilebildiğimiz elli bin yıllık tarihi içinde sadece on yıldır. Bunun dışında sürekli olarak, saf ve doğru din olan tevhid dininin perdesi altında şirk dini Medine’de hüküm sürmüştür. Ekonomik sistem, toplumsal düzen, eğitim sistemi, fertler, gruplar, sınıflar, ırklar ve azınlık-çoğunluk arasındaki ilişkiler, sadece on yıl ‘Allah ve insan’ dinine göre yaşanmıştır. Bu da tam olarak gerçekleşmemiş, ancak yapının ana iskeleti ve çatısı kurulabilmiştir. Zira böyle tarih üstü bir yapıyı, on yılda kurmak mümkün değildir. Bu on yıl içinde insanlar, cahiliye döneminden kalma alışkanlıklarını ve sosyal ilişkilerini tam olarak değiştiremedikleri gibi bu çatıyı da muhafaza edememişlerdir. Nitekim yirmi yıl sonra, düşman, bu yapıya musallat olup onu ele geçirmiştir.

Burada şu sonuca varıyoruz: Tarihi bu şekilde okumak ve yorumlamak, din, dinsizlik, günümüzdeki dinsiz aydınlar, geçmişteki dindarlar, medeniyet, ilim, materyalistler ve dindarlar hakkındaki anlayışlarımızın tümünü değiştirmektedir.

Öyleyse 17, 18 ve özellikle de 19. yüzyılda “Din, halklar için bir uyuşturucudur.” diyen aydınlara hak vermek gerekir. Çünkü onlar, tarihte var olan bir dinden söz ediyorlardı. Tarihe egemen olan dine bakıp inceledikten sonra görmüşler ki din, gerçekten insanları uyuşturuyor.

Dolayısıyla “Din, ekonomik ve sosyal bakımdan, azınlığın çoğunluk üzerinde tahakküm kurmasını sağlayan bir araçtır.” diyen bu kimselere hak vermek gerekir. Zaten feodal dönemde dinin görevi, statükoyu yani kölelik ve efendiliği korumaktı. Sadece feodal dönemde değil, şekli ne olursa olsun, yönetim ve ekonominin mevcut olduğu farklı toplumlarda her dönemde ve her sınıfta din, insanların fıtrî din duygularını istismar ederek statükoyu koruyan bir araç olmuştur. Bunun örnekleri pek çoktur. Tarihin herhangi bir dönemine baktığınızda dinin (şirk dininin-MKA) neler yaptığını görebilirsiniz. Bunun örneklerinden biri İran’dır.


KİTAPTAKİ DİPNOTLAR:


[29] Kur’an’da böyle bir ifade bulunmamaktadır. Buna en yakın Kur’an ifadesi “Mülk Allah’ındır.” (Zümer, 6;.Teğâbun, 1) ifadesidir. Müellifin, Kur’an’da bulunmayan bir ibarenin Kur’an’da varmış gibi dile getirmesi, bir duyarlılık eksikliğini gösterse de kötü niyete hamledilmemelidir. Bu, aşikar bir gerçek olduğu için üzerinde durmaya değer görmüyoruz. -Çev.notu)

[30] Bu hadis, kaynaklarda “Varlıklar, Allah’ın ailesidir.” şeklinde geçmektedir. Taberânî, Ebû Nu’aym ve Beyhakî gibi muhaddislerin naklettiği bu hadisi, en-Nevevî, senedinden dolayı zayıf olarak kabul etmektedir. Bununla birlikte bu hadisin, mana bakımından genel olarak kabul edildiğini görüyoruz. Bazı âlimler, bu hadisteki ıyâl ifadesinin mecaz olduğunu düşünüp hadisi şu şekilde yorumlamışlar: İnsanlar, kendi ailelerinin geçimlerini sağladıkları gibi Allah da bütün varlıkların rızkını vererek onların hayatlarını idame etmesini sağlamaktadır. Bazıları da, hadisteki ıyâl kelimesinin fakir ve muhtaç anlamına geldiğinden hareketle hadisi şu şekilde anlamlandırmışlardır: Bütün varlıklar, Allah’a muhtaçtır. (el-Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ’, I, s. 457-458, Müessesetu’r-Risâle, 1405, Beyrut.)

[31] Rab, sahip demektir, yaratıcı demek değildir. (Müellif)

[32] ‘Allah ve insan dini’ başlangıçtan günümüze kadar, peygamberlerin, insanları kendisine çağırdığı dindir. Ancak tarihî süreçte söz sahibi olan muhalif güçler, bu dinin toplumda hayat bulmasına imkân vermemişlerdir. Bunun için, insanlar, her bakımdan öyle güce, şuura ve fikrî olgunluğa ulaşmalılar ki, bu dini topluma hâkim kılabilsinler ve şirk dinini ortadan kaldırabilsinler. İnsanlar, hiçbir zaman böyle bir olgunluğa ulaşmadıkları için, tarihin ve toplumun dizginlerini mele’ve mütrefinlerin elinden alıp kendi kaderlerini tayin edememişlerdir. Bundan dolayı da İbrahimî din, hiçbir zaman istediği gibi bir toplum oluşturamamıştır. Yiğit insanlara düşen de böyle bir toplum oluşturmaktır. (Müellif)

(NASİPSE DEVAM EDECEK)

​ T.C. / M. Kemal Adal 

11 Ekim 2017 Çarşamba

ALİ ŞERİATİ - 7: DİNE KARŞI DİN, İKİNCİ BÖLÜM, KÜFÜR DİNİ ve İSLAM DİNİ



DİNE KARŞI DİN

İKİNCİ BÖLÜM


Birinci bölümde, “dine karşı din” ifadesinden neyi kastettiğimi söyledim. Orada söylediğim, aslında karmaşık felsefî bir konu değil, basit bir konudur. Fakat pek çok basit konu vardır ki, onları ihmal ettiğimizde sonuçları çok ağır olmaktadır. İşte benim de yeni fark ettiğim gerçek şudur: Kafalarımızdaki anlayışın aksine, tarih boyunca din, küfürle yani dinsizlikle savaşmamıştır. Çünkü tarih, sosyoloji, din sosyolojisi ve antropoloji bilimlerinin de gösterdiği gibi tarihte tanrısız hiçbir toplum yoktur ve insanların toplumsal yaşamları din merkezli olmuştur.

Yine şunu söyledim: Geçmişteki bütün toplumlar, hangi ırktan ve hangi dönemde olursa olsun, dinî toplumlardır. Yani tarihteki her toplumun düşünce ve kültürünün temelinde din vardır. Kültürleri ve medeniyetleri inceleyen ya da üniversitede okutan bir tarihçi, görür ve bilir ki, aslında tek toplum ve tek millet vardır; değişen, sadece din ve kültür anlayışlarıdır. Kim Vedalar[21] ve Buda dinlerini dikkate almadan Hint kültüründen söz edebilir? Kim antik Çin’i değerlendirirken, Çin kültürünün özü ve temeli olarak değil de sadece bu kültürün büyük şahsiyetlerinden birileri olarak Laf Tse[22] ve Konfüçyüs’ten söz edebilir?

Bu gerçeklerden anlıyoruz ki, tarih[23] boyunca bütün toplumlar, dine bağlı olarak yaşamışlardır. Toplumlar, sadece bir dine inanmakla kalmamış, yaşamlarında da dini esas almışlardır. Din, sadece onların manevî, ahlâkî ve düşünsel hayatlarını değil, maddî ve ekonomik hayatlarını, hatta şehirlerinin mimarî yapılarını bile yüzde yüz etkilemiştir. Daha önce de söylediğim gibi antik şehirlerin çoğu, sembolik şehirler olup bir mabet etrafında kurulmuştur. Zamanla bu mabet, o şehir için bir sembol haline gelmiştir. Bu gün Eyfel kulesi Paris’in sembolü olduğu gibi, geçmişte de mabetler şehirler için bir semboldü.

İlk insan Hz. Âdem’den son peygambere kadar İbrahimî dinlerin/İslam dininin bütün peygamberleri, hangi cepheye, hangi düşünceye ve hangi sosyal yapıya karşı çıkmışlardır ve hangi cephe onlara karşı durup direnmiştir? Bu cephenin, küfür cephesi olduğunu biliyoruz; fakat küfür, dinsizlik değildir. Zaten peygamberler de insanları salt anlamıyla dine davet etmek ya da onlarda dinî duyarlılık oluşturmak için gelmemişlerdir. Peygamberler, fertler ve toplumlar, illaki bir dine inansınlar diye de çalışmamışlardır. Yine peygamberler, toplumda ibadeti yaygınlaştırmak için de gelmemişlerdir; çünkü ibadet, dinî duygu, gayba ve bir tanrıya, ya da tanrılara inanma kişilerde ve toplumlarda daima var olagelmiştir.

Tarihte, peygamberlere, daha çok da İslâm kelamcıları ve filozoflarına karşı çıkan zındıklar ve dehrîlere[24] gelince, bunlar, başka bir dinî anlayışa sahiptiler ve farklı bir metafizik inanışları vardı. Ayrıca dehrîlik olgusu, geç dönemde ortaya çıkmış olan bir olgudur. Felsefe ve akılcı düşüncenin gelişmesi ile birlikte nadir de olsa bazı kimseler, din ve maneviyat konularında bazı şüpheler ortaya attılar. İşte dehrîler, bu çerçevede ortaya çıkan kimselerdir. Demek ki dinsizlik, tarihte kelime anlamıyla hiçbir zaman var olmamış, herhangi bir toplum oluşturmamış ve herhangi bir döneme damgasını vurmamıştır.

Daha öncede söylediğim gibi insanlık tarihinde sosyal yapısı, tarihi, ekonomisi, kültürü ve medeniyeti bir birinden farklı pek çok toplum yaşamıştır ve bunların tümü de dinî toplumlardır. Bunun içindir ki peygamberlerimiz, insanlık tarihinin başlangıcından beri, toplumlarının ihtiyaçları ve sorunlarına göre dinî hareketlerini şekillendirip toplumun mevcut dinine ve onun koruyucularına karşı harekete geçmişlerdir. Buna mukabil, her zaman bir güç, peygamberlere karşı çıkmış ve bizim inandığımız dinî hareketi engellemek, onu yok etmek ya da tahrif etmek için bütün gücünü ve imkânını kullanmıştır. Bunu, dinsizlik değil küfür yapmıştır.


Öyleyse bizim inandığımız manada din, insanlık tarihi boyunca, başka bir dine karşı çıkmış ve peygamberlerin mücadelesi, dinsizliğe karşı değil, küfre karşı olmuştur. Zira toplumlarda dinsizlik vücut bulmamıştır. Dolayısıyla da mücadele, toplumun ve zamanın dinine karşı yapılmıştır.

KÜFÜR DİNİ VE İSLÂM DİNİ


Allah (c), Peygamber’e (s) şöyle diyor: “De ki: Ey kâfirler,[25].” [26] Bu ayetin geçtiği Kâfirûn suresindeki tekrara ve Peygamber’e (s) söylemesi emredilen “Ben sizin taptıklarınıza tapmam!” ayetindeki inceliğe dikkat edin. “Ben sizin taptıklarınıza tapmam!” ayeti “Ey Muhammed, sana karşı gelenlere söyle: Ben, siz kâfirlerin ibadet ettiği şeye ibadet etmem!” demektir. Kullanmak istediğim her kelime, bu surede mevcuttur. Bu ayette, ibadet meselesinin karşısında ibadetsizlik değil, ibadet yer almaktadır. Yani Peygamber’in (s) karşısında yer alan kimseler ibadete inanmayan tanrıtanımaz kimseler değildi; bilakis ondan daha çok tanrıya sahiptiler. Görüldüğü gibi tartışmaya konu olan asıl mesele, din meselesi değil tanrı meselesidir. Daha sonra gelen “Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz”[27] ayeti, anlam bakımından bir önceki ayetin aynısıdır. Bu tür tekrarlarla Kur’an, önemli meseleleri farklı boyutlarıyla tam olarak zihinlere yerleştirmeyi amaçlamaktadır. Bundan dolayıdır ki “Ben sizin taptıklarınıza tapmam!” ayetinden hemen sonra “Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz.” ayeti nazil olmuştur. Nihayetinde sure, şöyle bir açıklama ile bitmektedir:Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”[28] Yani din, din ile savaşır.

TARİHE KÜFÜR DİNİ EGEMENDİR


Peki, birinci bölümde sözünü ettiğimiz savaşta hangi taraf galip oldu? Tevhid / (benim dinim banadır) dini mi, yoksa kâfirlerin dini mi? Tarih boyunca kâfirlerin dini galip olmuştur. Toplumlara baktığımızda, hak olduğuna inandığımız peygamberler, tarihin hiçbir döneminde dinlerini, istendiği gibi tam olarak topluma hâkim kılamamışlardır.

Peygamberler, daima kendi dönemlerindeki mevcut dinlere karşı bir devrim şeklinde dinlerini ortaya koymuşlardır. Ancak ellerinde güç olan kâfirler, her seferinde statükoyu muhafaza eden dinlerini toplumda daha kuvvetli bir şekilde hâkim kılmışlardır. Çünkü ekonomik, sosyal ve siyasî güç daima onların elinde olmuştur. Tarihin başlangıcından şimdiye kadar hak din, toplumda tam olarak yaşama imkânını bulamamıştır. Bundan ötürü de toplumlar, tarih boyunca küfür dininin tasallutu altında yaşamak zorunda kalmışlardır.


Peki, bu din, hangi dindir ve bu dinin mensupları kimlerdir? Dinin mahiyetini aydınlığa kavuşturmak ve daha basit ve anlaşılır bir açıklama yapmak için dinî metinlerden farklı isimler ve sıfatlar da çıkarılabilir, fakat Peygamber (s), bu dinler için “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” ifadesini kullanmıştır. Muhatap bakımından ‘insan dini’, öz, eksen ve davet yönü bakımından ‘Allah'ın dini’ olarak nitelendirilebilecek dini, Peygamber (s), “Benim dinim banadır!” şeklinde ifade etmiştir. Tarih boyunca mevcut dine karşı bir itiraz ve devrim şeklinde ortaya çıkan ve peygamberler tarafından tebliğ edilen hak dinin muhatabı insan, ulaşmak istediği hedef ise Allah’tır.

KİTAPTAKİ DİPNOTLAR:


[21] Hinduizmin en eski ve en önemli kutsal literatürü. Bu dinsel literatürün on bin yıllık bir tarihi olduğuna inanılır. Vedalar, uzun zaman ezber yoluyla nesilden nesile aktarılmıştır. Veda, kutsal bilgi anlamına gelir. Genellikle tanrılara methiyeyi konu alan ilahilerden oluşur. (Gündüz, s. 383)

[22] Lao Tse/Lao Tze: M.Ö. 604 yılında ortaya çıktığı sanılan Taoizm’in kurucusu. Chou’da imparatorluk arşivinde çalışan ve emekli olan Lao’nun mitolojik bir figür de olduğu düşünülür. Taoizm’in kutsal kitabı Tao Te Ching (Yol ve Onun Gücü Klasiği) ona atfedilir. Yaşamının sonlarına doğru Lao’nun, bir öküz üzerinde dağlara doğru gittiğine ve orada kaybolduğuna inanılır. (Gündüz,s. 233.)

[23] Tarihten kastımız, tarihin ıstılahî anlamı olan insan toplumunun yaşam macerası ve onun başından geçenlerdir. (Müellif)

[24] Mutlak zaman anlamına gelen dehr kelimesine nisbet olan dehrî kavramı, İslâm dünyasında genel olarak materyalist ve ateist düşünce akımları için kullanılır. İslâm’dan önce bazı Cahiliye Arap larının da bu düşünceye sahip olduğunu Kur’an şöyle ifade etmektedir: “Hem dediler ki: Hayat ancak bizim şu dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman (dehr) yok eder! Hâlbuki bu hususta bir bilgileri yoktur. Onlar sadece zannederler.” (Câsiye, 24) Ayette geçen dehr kelimesinin dehrî şeklinde kullanımı ise sonraki bir gelişmedir. (TDVİA, Dehriyye mad, cilt 9.)

Dehrîler, bütün metafizik gerçekleri inkar ederler. Dinleri ve peygamberleri lüzumsuz görürler. Bundan dolayı da kendilerine zenadıka adı verilmiştir. (Şamil İslâm Ansiklopedisi, Zındık maddesi, cilt 6.)

[25] Kafir, dini olan insandır, dinsiz insan değildir. İbrahim (a.s), Musa (a.s) ve İsa (a.s) ile savaşanlar, din muhafızları idiler; dinî duyguları olmayan kimseler değillerdi ve din adına yeni dinin peygamberiyle savaşıyorlardı. (Müellif)

[26] 109, Kâfirûn, 1. (De ki: "Ey nankör kâfirler!) 

[27] 109, Kâfirûn, 3. (Siz de ibadet etmezsiniz benim ibadet ettiğime. )

[28] 109, Kâfirûn, 6. (Sizin dininiz size, benimki bana)


(NASİPSE DEVAM EDECEK)

​ T.C. / M. Kemal Adal 

10 Ekim 2017 Salı

ALİ ŞERİATİ - 6: ŞİRK DİNİNİN HAREKET BİÇİMİ, ALLAH VE İNSAN, TAĞUTA TAPANLAR




ŞİRK DİNİNİN HAREKET BİÇİMİ


Şirk dini tarih boyunca iki şekilde hareket etmiştir:

1-Dinler tarihinde görüldüğü gibi şirk dininin, kendine mahsus bir hareket çizgisi vardır. Bu hareket, Totem,[14] tabu,[15] mana,[16] grup tanrısı, çok tanrıcılık ve ruhlara tapınma şeklinde bir seyir çizmiştir. Dinler tarihindeki bu şirk dinleri, aslında şirk dininin farklı tezahür biçimleridir.

2-Şirk dininin en tehlikeli, en sinsi olan ve insana ve hakikate en çok zarar veren şekli gizli şirktir. Bu, tevhid perdesi altında gizlenen şirk biçimidir. Tevhid peygamberleri şirke karşı çıktığı sürece şirk dini de onlara karşı çıkmıştır. Ne zaman ki peygamberler, muzaffer olmuşlar ve şirk dinine diz çöktürmüşlerse, şirk dini, tevhid dininin takipçileri arasında gizli bir şekilde varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Mesela Musa’ya (a.s) ve onun davasına karşı çıkan Bel’am-i Ba’ur, Musevî din adamları olan hahamlar ve İsa’yı (a.s) öldürmeye teşebbüs eden Ferisiler kılığında ortaya çıkıp iş yapmıştır.

İsa’yı (a.s) öldürmek isteyen, ona karşı çıkan ve putperest Rum Kayseri ile el ele, omuz omuza, tevhide karşı mücadele eden güruhun içinde, Musa’ya (a.s) inananların takipçisi olan kimseler de vardı. Bel’am-i Ba’ur ve Sâmirî, Musa’nın (a.s) getirdiği dinin kisvesi altında sahneye çıkmışlardır. Orta çağdaki Hıristiyan keşişlerin, sevgi, dostluk, vefa ve sabır dini olan Hıristiyanlık ve barış ve affın timsali olan İsa (a.s) adına işledikleri cinayetleri, Moğollar rüyalarında bile işlememişlerdir. Peki, bunlar İsa’nın (a.s) izleyicileri ve havarîleri miydiler, yoksa şirk dininin mensupları mıydılar? Aynı Ferisiler, bu sefer keşişler kılığında sahnedeydiler, Musa’nın dinini şirk ile öldürmek istediler ve bunu başardılar da.

Hal böyle olunca 19. yüzyılda din hakkında söylenen şu sözün doğruluğunda hiçbir şüphe yoktur: “Din, insanların, ölümden sonraki hayat ümidiyle bu dünyadaki fakirlik ve mahrumiyete karşı tahammül edebilmeleri ve yaşadıkları her sıkıntının ve kendilerine sunulan her durumun tanrının iradesi ile olduğuna, dolayısıyla da bu durumu değiştirmelerinin mümkün olmadığına inanmaları için bir afyondur.”

Yine 18 ve 19. yüzyıldaki bilginlerin söylediği şu sözler de doğrudur:

“Din, insanların, bilimsel gerçekler konusundaki cehaletlerinden doğmuştur.”

“Din, insanların mevhum korkularının ürünüdür.”

“Din, feodal yapıdaki ayrımcılık, sermayedarlık ve fakirlik sonucu ortaya çıkmıştır.”

Peki, bu hangi dindir? Bu din, gizli kalmayan hemen tümüyle tarihe geçmiş olan şirk dinidir. Bu din, kimi zaman tevhid, Musevilik, İsevîlik adlarını kullandığı gibi hilafet, Abbasîlik ve Ehl-i beyt[17] adlarını da kullanmıştır. Aslında bunlar, tevhid, cihad ve Kur’an kisvesi altındaki şirk dinleridir. Üstüne üstlük bu dinlerin mensupları, Kur’an’ı mızraklarının ucuna takmak suretiyle bu konuda önde görünmekten de geri durmamışlardır.

Kur’an’ı mızrağının ucuna takıp sokağa çıkanlar, Lât ve Uzzâ için Hz. Peygambere karşı çıkan Kureyşliler değildi. Zira onlar, durumlarını o dönemde açıkça ortaya koyamıyorlardı. Bunun için mızraklarının ucuna Kur’an’ı takarak dâhilde Ali, dolayısıyla da Allah ve Muhammed (s) ile savaşıyorlardı. Halife, cihada ve hacca gidip Peygamber (s) ve onun ailesi adına Kur’an esasına dayalı İslâm devletini yönetirken aslında şirk dinini yönetiyordu.

Şirk dini, orta çağda Musa (a.s) ve İsa (a.s) adına hüküm sürmüştür. Musa (a.s) ve İsa (a.s), tevhid dininin kurucuları oldukları halde şirk dini onların adını kullanarak varlığını sürdürmüştür.

Evet, yukarıdaki alıntılarda sözü edilen din, saptıran, uyuşturan, duraklatan, sınırlandıran ve insanların durumlarına karşı lakayt davranan şirk dinidir. Bu din, tarih boyunca da insanlara musallat olmaktan geri durmamıştır. Demek ki, Din, korkudan doğmuştur; insanları uyuşturur ve sınırlandırır; feodalitenin ürünüdür.” diyenler doğru söylemişlerdir. Bu tespitleri yapanlar, tarihi esas almaktadırlar; oysa bunlar, din konusunda da tarih konusunda da uzman kimseler değiller. Dolayısıyla tarihe bakan herkes gibi onlar da, tevhid-şirk ayrımı yapmadan din hakkında genel değerlendirmelerde bulunmuşlardır.

Gerçekten de İbrahimî dinlerdeki ve şirk dinlerindeki tanrı isim ve sıfatlarını karşılaştırdım ve şirk dininin, korku ve cehaletten doğduğunu gördüm. Bundan dolayıdır ki müşrikler, insanların, uyanmasından, okur-yazar ve bilgi sahibi olmalarından korkarlar. İsterler ki, belli konulardaki bilgiler her zamanki gibi sabit kalsın, o konularda ilerleme kaydedilmesin ve bu bilgiler de kendi tekellerinde olsun. Zira bilginin artması, insanların uyanması, tenkidi bakış açısı, ideal sahibi olma ve adalet talebi, şirk dinini sarsar ve yok eder. Bunun içindir ki, şirk dini feodalizm öncesinde, sırasında, sonrasında, Doğu'da ve Batı'da daima mevcut durumu muhafaza yoluna gitmiştir.

Şirk dinlerindeki tanrıların bütün isim ve sıfatları, korku, vahşet ve zorbalık gibi istibdadın farklı boyutlarını içeren isim ve sıfatlardır. Oysa üç bin yıl önceki dinler dâhil, İbrahimî dinlerin isimlerinin manaları şu iki mana ile bir şekilde bağlantılıdır:

1-Aşk, güzellik, celal ve cemalin yegâne sahibine kulluk
2-Koruma, dayanak noktası, baba şefkati, lider ve sığınak

Öyleyse tarih boyunca dünyada hüküm süren şirk dininin, cehaletten ve insanların doğa olaylarından kaynaklanan korkularından doğduğu düşüncesi doğrudur. Hâlbuki İbrahimî dinler aşktan, insanın, tek hedefe ve kâinattaki tek rabbe kendisini adamasından, varlıktaki tek kıbleye yönelmesinden, ruhî, fikrî ve sosyal her tür ihtiyacına cevap veren mutlak cemal, kemal ve celal sahibine olan bağlılığından doğmuştur.

İbrahimî dinlerin peygamberleri, maddî, manevî ve sosyal bütün egemen güçlere ve -F. Bacon’un ifadesiyle- zihnî, beşerî, ekonomik ve maddî her tür puta karşı çıkmışlardır. Kendilerini ve mensuplarını, statükoyu değiştirmek ve Kur’an’da peygamberlerin gönderiliş amacı olarak gösterilen adaleti sağlama ve sürdürme konusunda sorumlu görmüşlerdir.

Bütün bunlardan hareketle varmak istediğimiz nokta şudur: Tarih boyunca din, dinsizliğe karşı değil, dine karşı olmuş ve dinsizlikle değil, din ile savaşmıştır.

Bilgi, basiret, aşk ve insanlığın fıtrî adanmışlığı üzerine kurulmuş olan tevhid dini, cehalet ve korkudan doğmuş olan şirk dininin karşısında yer almıştır. İnkılabî bir din olan tevhid dini daima, sahih inançları tahrif etmek ya da sahte inançlar ve tanrılar üretmek suretiyle statükoyu koruyan tağutperestliğe karşı çıkmıştır.

Tevhid peygamberi, insanları, Allah’ın iradesinin tecellisi olan varlıktaki kanunlara ve evrensel gidişata uymaya çağırır. Tevhid dininin gereği, Allah dışındaki her güce ‘hayır’ demektir.

Allah’a kulluğun karşısında, tağutperestlik vardır. Tağut ise insanı, evrene ve insan hayatına egemen olan hak nizama karşı çıkmaya ve toplumdaki farklı güç odaklarının tezahürleri olan çeşit çeşit putlara köleliğe ve onlar karşısında zelil olmaya davet eder.


ALLAH VE İNSAN


Tevrat ve İncil’in tahrif edilmemiş olan bölümlerinde ve Kur’an’ın istisnasız hemen her yerinde insan ile Allah kelimeleri aynı çizgide zikredilmektedir. Yani ilmî ve yaradılışa dair ayetlerde değil, sosyal, siyasî ve ekonomik meseleleri açıklayan bütün ayetlerdeki en-nâs kelimesini kaldırıp yerine Allah kelimesini koymak, Allah kelimesinin yerine ise en-nâs kelimesini koymak, cümlede hiçbir değişikliğe neden olmaz.[18] Mesela “Kim Allah’a güzel bir borç verirse…”[19] Ayetinin manası, Allah’ın ihtiyacı olduğu için Ona borç vermek demek değildir; onun manası, “insana borç vermek” demektir. Sosyal konularla ilgili ya da sosyal bir yönü olan bütün ayet ve hadislerde Allah ile insan aynı safta yer almaktadırlar.

TAĞUTA TAPANLAR


Hak din safının karşısında kimler vardır? Tağuta tapanlar; peki tağuta tapanlar kimlerdir?

Tağuta tapanlar, Kur’an’da mele’ ve mütref[20] olarak geçen toplumdaki aç gözlü oburlar ve her yetkiye sahip olup hiçbir sorumluluğu olmayan kimselerdir.

Mele’ ve mütref dini, ya kendi adıyla açık bir şekilde ya da ‘Allah ve insan dini’ olan hak dinin perdesi altında kendisini gizleyerek tarih boyunca egemen olmuştur. Oysa tevhid dininin hükümranlığı tarihte gerçekleşmemiştir. Bana göre Şianın gurur duyulacak özelliklerinden biri, orta çağda İslâm yönetimi adına dünyaya sunulan hiçbir şeyi kabul etmemesi, sömürgeci emperyalistlere karşı mücadeleden geri durmaması ve söz konusu yönetimleri Allah Resulü'nün hilafeti olarak değil Kayser ile Kisra yönetimleri olarak kabul etmesidir.

Zaten İbrahimî ve tevhidi din, daima, tağuta tapınmaya, mele’ ve mütref dinine karşı çıkmış, insanları da bu cepheye karşı çıkmaya davet etmiştir. Tevhid dini şunu söylemiştir: Allah, siz insanların safındadır; Onun muhatabı insandır ve amacı, adaleti sürekli bir hale getirmektir. Tevhid dini, insanı, kâmil hale getiren bilgi, sevgi, yüce kudrete kulluk ve bilinç dinidir.

Ne yazık ki, tarihe ve mevcut duruma karşı eleştiri ile ortaya çıkan tevhid dini, tarihte hiçbir zaman tam olarak hayata geçememiştir. Tağuta yani mele’ ve mütrefe tapınmayı öneren muhafazakâr ve uyuşturucu şirk dini ise her zaman var ve egemen olmuştur.

Bana, “Bir aydın olarak sen, nasıl dine bu kadar sarılıyorsun?” diyen aydınlara da şunu söylemek istiyorum: “Ben bir dinden söz ediyorsam, bilin ki, geçmişte topluma hükmetmiş olan herhangi bir dinden değil, bu dini ortadan kaldırmayı hedefleyen dinden söz ediyorum. Peygamberleri, her tür şirki ortadan kaldırmak için çalışmış olan dini kastediyorum. Ancak sözünü ettiğim din, hiçbir zaman sosyal hayat bakımından tam olarak toplumda hayat bulamamıştır.

Benim dile getirmek istediğim bu konudaki şu sorumluluğumuzdur: Tevhid peygamberlerinin yaptığı gibi, muhafazakâr ve uyuşturucu şirk dinini kaldırıp yerine tevhid dinini ikame etmek için çaba göstermek, bizim ve gelecekteki insanların insanî sorumluluğudur.”


Öyleyse benim dine sarılmam, geçmişe dönmek değil, tarihteki bu mücadeleyi devam ettirmek demektir.


KİTAPTAKİ DİPNOTLAR:


[14] Totem: Bazı kültürlerde klanın ya da kabilenin atası sayılan veya klan ya da kabileyle soy birliğine sahip olduğu düşünülen hayvanlar, o kabilenin totemi olarak kabul edilir. Totem hayvanın öldürülmesi ve yenilmesi yasaktır; ancak yılın belirli zamanlarında bu hayvan kesilerek yenilir. (Şinasi Gündüz s. 371)

[15] Tabu: Çekinilmesi ve uzak durulması gereken kutsal ve tehlikeli şey anlamındadır. Tabu sayılan her hangi bir şeye özel bir takım hazırlıklar yapmadan dokunmak ya da onunla ilişkiye geçmek son derece tehlikeli sayılır. Bu kurala riayet edilmediği takdirde ilgili nesne ya da varlıkta bulunan tehlikeli gücün, temas kuran kişiye geçeceği ve ona zarar vereceği düşünülür. (Şinasi Gündüz s. 356)

[16] Çeşitli kabile dinlerince nesneler ve insanlarda bulunabileceği düşünülen elektrik enerjisine benzer bir gizemli güç için kullanılan Polinezya dilindeki bir terim. (Şinasi Gündüz s. 244)

[17] ‘Ev halkı’ anlamına gelen Ehl-i beyt terkibi, ev sahibi ile onun eşini, çocuklarını, torunlarını ve yakın akrabalarını kapsamına alır. Cahiliye devri Arap toplumunda kabilenin hâkim ailesini ifade eden Ehl-i beyt tabiri, İslâmî dönemden itibaren günümüze kadar sadece Hz. Peygamber’in (s) ailesi ve soyu için kullanılan bir terim olmuştur. Ehl-i beyt tabirinin kapsamına kimlerin girdiği Şia ve Ehl-i Sünnet âlimleri arasında baştan beri tartışma konusu olmuştur. Ehl-i Sünnete göre, Peygamberimizin (s) eşleri, bütün çocukları, bütün torunları, amcaları, onların çocukları ve Benî Hâşim soyundan olanlar Ehl-i beyt tabirinin içinde yeralan kimselerdir. Şiaya göre ise Ehl-i beyt, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve diğer dokuz imamdan ibarettir. (TDVİA, Ehl-i beyt maddesi, cilt 10.)

[18] Bu genelleme, genellemelerin çoğunda olduğu gibi içinde bazı sorunlar ve riskler barındırmaktadır. Zira bu kuralı sosyal ve ekonomik içerikli ayetlere tam olarak uygulama imkânı yoktur. Ancak bazı ayetler için böyle bir şey söylenebilir. Mesela bu kuralı, yukarıdaki örneklerde olduğu gibi bu ayetlere uygulamak mümkün değildir: “Eğer Allah insanların (en-nâs) bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan mescitler elbette yıkılırdı.” (22. Hac, 40) ve “Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları (en-nâs) öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa, bütün insanları (en-nâs) yaşatmış gibi olur” (5. Maide, 32).

[19] 57, Hadîd, 11. (Allah'a kim güzel bir borç verecek ki, O onun verdiğini kat kat artırsın. Böyle birisi için onur verici bir ödül de vardır.)


[20] Mele’: Toplandıkları zaman göz ve yer dolduracak kalabalıkta olan topluluk anlamında olup bir toplumda söz sahibi olan ve toplumun ileri gelenleri için kullanılan bir ifadedir. (Yazır, II, s. 827.) Mele’ kelimesi, her ne kadar Kur’an’ı Kerim’de sarihî bir şekilde olumsuz bir içerikle kullanılmamışsa da, geçtiği hemen her yerde kafirler topluluğunun ileri gelenleri olarak kullanıldığından böyle bir içeriğe bürünmüştür. Yazarın, bu ifadeyi olumsuz bir içerikle kullanması da bundan ötürü olmalıdır.

Mütref: Sahip olduğu zenginlik ve bolluktan dolayı şımarıp ömrünü bayağı arzularla heba eden kimse demektir. (eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali, Fethu’l-Kadîr, II, s. 534, Daru’l-Fikr, Beyrut, trs.) Bir ülkenin helak edilmesinde mütrefînin nasıl bir rol aldığını Allah (c) şöyle açıklamaktadır: “Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, oranın şımarık varlıklılarına emrederiz, onlar itaat etmeyip orada kötülük işlerler. Böylece, o ülke helaka müstahak olur, biz de onu yerle bir ederiz.” (İsra, 16) “Allah (c), bir ülkeyi helak etmez, o ülke helak olmayı hak eder. Sıradan insanlar, toplumun önderleri ve toplumun çökmesinin gerçek sorumluları olan zenginlere uyarlar. Önce zenginler, isyan, fesat, zulüm ve kötülükler işlerler, daha sonra da halk onlara uyar ve Allah’ın azabını üzerlerine çekerler.” (Mevdudî, III, s. 99)

(NASİPSE DEVAM EDECEK)

​ T.C. / M. Kemal Adal 

9 Ekim 2017 Pazartesi

ALİ ŞERİATİ - 5: ŞİRK DİNİ HAKKINDA (GENEL)





ŞİRK DİNİNİN TARİHTEKİ SEYİR BİÇİMİ


Şirk dini tarihte iki şekilde devam etmiştir. Daha önce değindiğim gibi şirk dininin amacı, statükoyu savunmak ve muhafaza etmektir. Tarih boyunca insanların asil olan–olmayan, efendi–köle, sömüren–sömürülen, yöneten–yönetilen ve özgür–tutsak şeklinde iki kısma ayrıldığını görüyoruz. Bunların bir kısmı, yiyecek, içecek, altın ve soy sop sahibi iken, diğerleri herhangi bir şeye sahip değildir. Daima bir millet diğer milletlere egemen olmuş, bir sınıf diğer sınıfa tercih edilmiş ve bir aile diğer ailelere üstün tutulmuştur. Bu durum, statükonun muhafaza edilmesi ve savunulması sonucunu doğurmuştur. Bunun için de her bölgeye ait bir tanrı olmalıdır ki, her ırk ve her hanedan varlığını sürdürebilsin, anlayışı ortaya çıkmıştır.

Bazı kimseler, kendilerine hukukî, iktisadî ve sosyal imtiyazlar tanırken, kendileri dışındakileri de mahrum bırakırlar. Ancak bu imtiyazları muhafaza etmek zordur; gün gelir zorbalar, söz konusu imtiyazları ve kaynakları zorbalıkla ellerinde tutamaz olurlar. Bu durumda şirk dini devreye girer ve statükoyu muhafaza görevini üstlenir. Şirk dininin buradaki görevi, insanları, kendilerine sunulan ve dayatılan her şeyin, Allah’ın iradesinin tecellisi olduğuna ikna etmek ve ona teslim olmalarını sağlamaktır. Bunun sonucunda da insanlar, sadece kendilerinin değil, tanrılarının ve putlarının da, kendilerinden üstün olan insanların tanrılarından ve putlarından daha aşağı bir seviyede olduğuna inanmaya başlarlar.

ŞİRK DİNİNİN KURUCU VE KORUYUCULARI


Şirk dini, sınıf ve ırk ayırımcılığı üzerine bina edilmiş olan bu yapıyı güçlendirme görevini üstlenir ve onu sürekli hale getirir. Bundan dolayıdır ki şirk dininin kurucu ve koruyucuları, toplumda her zaman üst tabakanın sırasında ve seviyesinde yer almışlardır; hatta kimi zaman üst tabakadan daha etkin, üstün ve zengin olmuşlardır.

Sasanîlerdeki ateşperest din adamlarına ve Zerdüştî rahiplere, Avrupa’daki keşişlere, İsrail oğullarındaki hahamlara ve Bel’am-i Ba’ur gibi tiplere, Afrika ve Avustralya’daki putperest kabilelerde bulunan büyücü, kâhin ve falcılar gibi mevcut dinin sahipleri olarak ortaya çıkan kimselere bir bakın, hepsi de ya toplumdaki egemen zümre ile el ele ve omuz omuza hareket etmişler veya onların da üstünde bir yere sahip olmuşlardır. Avrupa’da, toprağın % 75’inden fazlasının keşişlerin elinde olduğu dönemler olmuştur. Sasanîler döneminde ise, Zerdüştî din adamları ve mabetlerinin tasarrufu altındaki toprak, çiftçilerin elindeki topraktan daha çoktu.

İnandığımız ve izlerini takip ettiğimiz peygamberler, düşündüğümüzün ve tahayyül ettiğimizin aksine, tarih boyunca eski toplumlara ekonomik, ahlakî ve fikrî bakımlardan zalimce ve insanlık dışı bir hayat yaşatan ve tevhid dinine karşı tağuta ve puta tapınmayı savunan şirk dininin karşısında yer almışlardır.

ŞİRK DİNİNİN TEMELİ


Şirk dininin temeli, bir grup insanı zenginleştiren, diğerlerini ise fakir bırakan ekonomik anlayıştır. Bu ekonomik sistem, var olabilmek ve varlığını sürdürebilmek için dine ihtiyaç duymaktadır. Zira din kadar insanları kendiliklerinden boyun eğmeye sevk eden güçlü hiçbir etken yoktur. Bu görevi daima, şirk dini, statükoyu muhafaza ederek yerine getirmiştir. Şirk dini bu görevi iki şekilde yapmıştır:

1-İnsanlara, egemen güç ve aileler sayısınca tanrı inancını aşılayarak…
2-Kendine mensup olan egemen sınıfa, alt tabakadaki insanlara karşı imtiyazlar sağlamak ve bu imtiyazları tarih boyunca muhafaza etmek suretiyle…

UYUŞTURUCU DİN


Din karşıtlarının da söylediği gibi, şirk dininin ana unsurları, cehalet, korku, ayrımcılık, sermayedarlık ve bir sınıfın insanlarını diğer insanlara karşı üstün tutmaktır.

Din karşıtlarının bu değerlendirmesi, hak din için değil, şirk dini için doğrudur.

Doğru olan bir şey daha vardır ki, o da şirk dininin, zillet, sıkıntı, çaresizlik ve cehalet içinde yüzen halkları, içinde bulundukları durumun kendileri, ataları ve çocukları için ilahî bir takdir olduğuna inandıran ve buna teslim olmaya çağıran bir uyuşturucu görevini görmesidir.

MÜRCİE[13] VE SORUMSUZLUK


Mesela Mürcie mezhebine bakın; bu mezhep, İslâm toplumundaki günahkâr ve suçluların, bu durumlarından sorumlu olmadıklarını iddia etmektedir. Mürcie’nin görüşü şudur: “Allah (c) mahşerde, Ali ve Muaviye’nin hesabını görmek için terazi kurar.” Bu şu demektir: Allah (c), hesaplarını göreceğine göre, Ali ve Muaviye hakkında bir şey söylemek sana düşmez; sen, neyin doğru neyin yanlış olduğuyla ilgilenmeden hayatını yaşamaya bak!



KİTAPTAKİ DİPNOTLAR:


[13] Allah’ın affının her şeyi kapsadığına inanan, inkârdan başka bütün günahları affedeceğine hüküm veren, küfür durumunda itaatin faydası olmadığı gibi iman durumunda da günahın bir zararının olmayacağına inanan bir inanç ekolüdür. (Ebû Zehra, s. 152.) Bu ekole mensup olanlar, amellerle imanı tam olarak birbirinden ayırdıkları için idarecilerin hatalı tasarruflarını da kabullenmişlerdir. (Watt Montgomery, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev: Ethem Ruhi Fığlalı, Birleşik Yayıncılık, İstanbul, 1998.)

(NASİPSE DEVAM EDECEK)

​ T.C. / M. Kemal Adal