EYY DÜŞÜNMEKTEN KORKMAYAN İNSANLAR,
BAŞINA BİR KAÇ CÜMLE
YAZMAK, METNİN ALTINA BİRKAÇ SATIR EKLEMEKTEN BAŞKA BİRŞEY
YAPMADIĞIM ALINTILAMAYA MECBUR OLDUĞUM BU METİN,
BENİM İÇİMİ YAKTI, ÇIĞLIK ATTIRDI... 99-111 YIL ÖNCE BAŞIMIZA GELENLERİN
HİKÂYESİNİ HATIRLATMAK İSTEDİM.. SAYGILARIMLA.
Tarih milletler hastanesi, devletler ve hükumetler mezarlığıdır.
Son
yüz elli yıllık zaman aralığında Türk soylu toplumlara, önder ve / veya uyarıcı
olarak başına geçenler i l e toplulukların başlarına gelenler açısından baktığınızda,
iki gerçeklik görüyorsunuz: TÜRK kavramına
bağlı yapıların
bağımsızlaşma, özgürleşme ve çağdaşlaşmasına savaş açan emperyal ruhun temsilcileri
ve bunlar ile kullandıkları taşeronlarının başarıları…
Sizler
gazetelerin köşelerinden, hem bugünün, hem geleceğin çocuklarına çağrıda
bulunan sayısı yüzü bulmayan vicdan sahibi, mutabasbıs olmayan ve kibirsiz yüze
yakın şahsiyetten birisiniz… Aşağıdaki metin, 60 yaşından b ü y ü k t ü r…Metin
içi numaralar ve onlara bağlı dip notların tarafımdan konulduğu cümledeler, ünlü
gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın iki ciltlik GÖRDÜKLERİM
GEÇİRDİKLERİM adlı eserinden
alınmıştır…
Siyasete
ait örgütlenme ve öncü kişilerin; inanca bağlı kişi ve odakların; hukuk ile
ticaretin halkın ihtiyaçlarını karşılayan uygulayıcı kişilerin m ü t e k e b b i r leştikçe, hırsları bakışlarını
bulandırdıkça bedelini milletin ödemesine ilişkin eski siyah-beyaz
fotoğraflardan bir demet sunan A.E.Yalman’ı okurken içiniz yanacak, sanırım.
ORDU,
bir kavram ve kurum olarak bağımsız devlet, parçalanmaz vatan, bütünleşmiş
toplum olmanın teminatı değil midir? Emperyal ruh ve onun aracı kişi ve
yöntemleri siyaseti, hukuku ve ticaret ile i n a n ç alanlarını 115 yıl önce
nasıl kirletmişler? Ordunun içindeki hırsı aklını bozmuş kişileri nasıl yoldan çıkarmışlar?
Düşünmekten
korkmayan, bütünleşerek kendi özçözümlerini aramaktan yorulmayan, iyi niyetli
ve sabırlı olmak şartıyla doğruların söylenmesinden bıkmayan vatanseverlerin
emperyal ruhun oyunları karşısında güçbirliği yapması zekânın gereğidir… Geç kalanlar, geç anlayıp geç
hareket edenlerdir. AMAN geç kalmayalım…
SADIK
KEMAL TURAL
Kasım 2016
“ Ecnebi Entrikaları
Ahmet
Emin YALMAN
(1888
– 1972)
“İstibdat yılları içinde yarını düşünen Türk
vatanseverleri hep şu tatlı düşüncenin üzerinde duruyorlardı: "Günün birinde
hürriyete kavuşacağız. Bu sihirli ilaç her derde deva olacak. Bütün fenalıklar
ortadan kalkacak, bütün bozuk işler bir hamlede düzelecek, ortalık cennete
dönecek, Kırım Harbi'nde bize el uzatan, bizim kuvvetli ve zinde olmamızı,
ileri gitmemizi isteyen İngiltere, istibdat ortadan kalkar kalkmaz, bizi tekrar
bağrına basacak, Rus emperyalizmine karşı bize siper olacak.” Ne
yazık ki Meşrutiyet'in ilanından sonra bu güzel rüyaların hiçbiri
gerçekleşmedi. Bir kaç neşeli bayram günü geçirmekle, 33 yıllık istibdadın dehşetinden
sonra kısa bir zaman içimizi bol bol dökebilmekle kaldık. Sonra karşımızda
yığınlar halinde anarşi, huzursuzluk, fitne, entrika bulduk. Kaderimizi sevk
ve idare imkânları elimizden kaçtı. Meçhul karanlığa doğru sürüklendik.
Buna
karşı durmak elimizde miydi?
Her şeyi olduğu gibi görmek, ifratlardan kaçmak, müspet ölçülerle yürümek
şartıyla belki de tarihimiz ve dünya tarihi bambaşka cereyanlar alabilirdi. Ne
yazık ki bizde o zaman bu bilgi, bu tecrübe, bu itidal ve basiret imkânları
yoktu. Gerçek şudur ki her tarafa melanet ağları gerilmişti. Her taşın altında
çıyanlar, yılanlar yatıyordu. Mirasımızı paylaşmak için gizli anlaşmalar
yapan büyük devletler, yolumuzu kesmek, bizi birbirimize katmak, bünyemizi
zayıf düşürmek, ortalığı bulandırmak için her kahpece vasıtaya başvuruyorlardı.
İngiltere'de
Muhafazakâr Parti iktidarda değildi. İngiliz dünya siyasetindeki; kuvvetli,
canlı bir Türkiye'yi destek haline koymak, Moskof emperyalizmini karşı
durulacak bir tehlike saymak tarzındaki düşünce rağbetten düşmüş; Almanya'nın
artan kudreti, İngilizleri, Fransızları dehşete uğratmış; Ruslarla anlaşma yolu
tutulmuştu. Kaiser İkinci Wilhelm, gururu yüzünden İngiltere'ye güven verecek,
bu gidişi önleyecek bir yol tutmayı akıl edememişti. Biz ise gaflet içinde
bulunuyorduk. Karşımızdakilerde iyi niyet bulunduğu, bize "Hasta Adam" sıfatını verdiren halleri
ortadan kaldırırsak ve sağlam bir Türkiye yaratırsak, Batı devletlerinin Kırım
Harbi zamanında olduğu gibi sevineceklerini sanıyorduk. 9 Haziran 1908
tarihinde İngiltere Kralı ile Rusya Çarı arasında Reval'da (Tallin) cereyan
eden mülakat, idam hükmümüzün kesin şekilde verilmesi ve varlığımızı paylaşma
kararlarının yürürlüğe konması demekti.
Türk
vatanseverleri bunun manasını pekiyi kavradılar ve kurtuluş çaresini Yıldız'a
karşı derhal ayaklanmada aradılar.
Kolağası Resneli Niyazi Bey'in bölüğü ile
dağa kalkması, Reval mülakatının uyandırdığı endişelerle doğrudan doğruya ilgilidir.
Bunu takip eden planlı ve cüretli hareketler de Firzovik'de Arnavutların
yaptığı Besa'da, Rumeli'nin her köşesinden saat ve dakika farkıyla Yıldız'a
isyan telgrafları yağmasında, bir memleketi kurtarmak davasında Genç Türk
vatanperverleriyle silahlı kuvvetlerin ve halkın birleşmesinde Reval
mülakatının yaptığı kırbaçlamanın büyük tesirleri olmuştur.
Niyazi Bey'in yazdığı hatıralarda
1908 İhtilali'nin en tatlı havasını teneffüs etmek mümkündür. Değerli
vatansever, bu hatıraları neler yaptığını anlatmak ve öğünmek için değil, ancak
vazifesini yerine getirdiğini, kendi adı etrafında koparılan gürültülerin
yersiz ve manasız olduğunu belirtmek için yazmıştır. En son geçirdiği
parlak imtihan da, Balkan Harbi'nden sonra Anavatan'a dönmemesi ve Arnavut
milli hareketine katılması için kendisine silah tehdidi altında yapılan teklifi
nefretle reddetmesidir. Anavatan'a kavuşmak için Avlonya'da vapur bekleyen
büyük vatansever kahpe bir kurşunla şehit edilmiştir. Niyazi Bey'in, Hürriyet-i
Ebediyye tepesindeki yeri boştur. Naaşının
oraya nakli için her imkâna başvurulmalıdır.
Umumi olarak 1908 İhtilal
günlerinde Rumeli'de olaylar sahnesinin arz ettiği manzara, dış âlem için göz
kamaştırıcı idi. Padişahın ihtilalcilerin üzerine
göndermek istediği Şemsi Paşa'nın Manastır'da Atıf Bey tarafından yok edilmesi;
nasihatçi olarak yollanan Müşir Tatar Osman Paşa'nın Niyazi Bey tarafından
dağda misafir edilmesi, Selanik'te Yıldız'ın emellerini temsil eden Merkez
Kumandanı Nazım Bey'in vurulması, Makedonya'nın her kısım kavgacı unsurlarıyla
ve Ermenilerle uzlaşmalar yapılması, işbirliği yoluna gidilmesi; Niyazi
Bey'in ihtilal safhasında ancak olgun bir devlet adamından beklenecek itidalli,
basiretli, uzak görüşlü tedbirler alması, Genç Türk İhtilali'ne çok sevimli,
yaratıcı bir hava veriyordu. Dünyanın her tarafından Rumeli'ye gazeteciler
ve yazarlar üşüşmüştü. Hepsinin intibaları müspetti. İçlerinden Abbott adında bir
İngiliz, yazdığı kitapta, Genç Türk İhtilali'nden 'Gülsuyu
ile yıkanmış bir ihtilal' diye bahsetmiştir.
Kısa
bir duraklama
Bu manzara karşısında büyük emperyalist
devletler oyunbozanlık etmemek, duraklamak, hatta sahte bir dostluk maskesi
takınmak ve ihtilale sempati göstermek ihtiyacını duymuşlardı.
Rusya, 7
Ağustos 1908
tarihli muhtırasıyla Türkiye'nin kendi kaderini ileri
hedeflerle sevk ve idareye başlaması üzerine her türlü ıslahat isteklerinden
vazgeçtiğini ilan etmiş ve güveni bozacak hareketlerden uzak durulmasını
İstanbul Rus Sefareti'ndeki adamlarına bildirmişti. İngiltere Hariciye Nazırı
Sir Edward Grey de Genç Türkiye'ye zorluk çıkaracak yolda hiç bir şey yapılmamasını
ilgililere tavsiye etmiş ve İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne de Hükümeti mesul
ellere bırakmaları yolunda nasihatler etmiştir. Diğer devletler de aynı yolu
tutmuş, yeni bir varlık safhasına girmiş görünen
Türkiye'nin yüzüne gülmüşlerdir.
Sonradan belli olduğuna göre bu duraklama, bizi
paylaşma emellerinden vazgeçmek değil, hadiselerin nasıl gelişeceğini görmek üzere
bir müddet beklemek ve lehimizdeki cereyanlara göz göre karşı gelmemek manası
taşıyordu.
Sir
John Lowther Türk umumi efkârının gözü İngiltere'ye dikilmişti. İngiltere'de
iktidarda bulunan Liberal Parti'nin, Türkiye'ye düşmanlığı ve Rusya ile
işbirliğini ana prensip haline koyduğunun ve Gladstone'un açtığı garezli yolda
yürüdüğünün kimse farkında değildi. Bizde bir istibdat idaresi bulunmasının
İngiltere'yi Türklerden ayırdığı, bu engel ortadan kalktığına göre İngilizlerin
Mithat Paşa zamanındaki işbirliğine seve seve geri dönecekleri, dost bir
İngiliz siyasetine sanmak suretiyle her türlü tehlikelerin önleneceği ve
süratle terakki imkânı bulunacağı sanılıyordu. İşte bu iman dolayısıyladır
ki tam hürriyetin ilanı günlerinde İstanbul'a gelen yeni İngiliz Sefiri Sir
John Lowther'in arabasının atları Karaköy'de halk tarafından
sökülmüş, araba ta Beyoğlu'ndaki İngiliz sefaret binasına kadar halk tarafından
yokuş yukarı itilmiş, çok coşkun dostluk gösterileri yapılmıştır. İngiltere'nin
bunları soğuk karşılaması, aksine olarak bize karşı düşmanca hareketlerin birbirinin
arkasından gelmesi Türk umumi efkârını çok şaşırtmış, acı hayal çöküntülerine
yol açmıştır. İngiliz dostu diye eskiden beri tanınan Kıbrıslı Kamil Paşa, iş
başında bulundukça İngilizlerin bizi destekleyecekleri hakkındaki ümit ve
hayaller de boşa çıkmıştır.
İfratların Neticeleri
Şunu
itiraf etmek lazımdır ki,
Meşrutiyet'in ilanından sonra dünyanın halini
göremedik. Bize karşı uyanan sevgi ve ümitleri derinleştirecek, ecnebi entrika
ve oyunlarını köklü bir surette önleyecek bir yol tutamadık. Tamamıyla tersine
olarak, her meselede ifrat yolunu kolay yol, çıkar
yol sandık. Düşman devletlerin entrikalarını yeniden yürütmek için muhtaç
oldukları gergin ve bulanık havayı kendi elimizle hazırladık.
Meşrutiyet'in
ilanı sırasında Osmanlı İmparatorluğu'ndan kopmuş ve çok gevşemiş üç saha
vardı.
Bunlardan biri, bazı şartlarla Avusturya -Macaristan idaresine terlettiğimiz Bosna ve Hersek'di. İkincisi, bir taraftan
Bulgaristan, diğer taraftan bunun Doğu Rumeli
adını taşıyan eyaleti hakkında ancak lafta devam ettirdiğimiz hükümranlık
hakkıydı. Üçüncüsü, fiili surette Yunan idaresi altına geçen Girit'di. Bunları kurtarmaya ve taze bağlarla memlekete
bağlamaya imkân olmadığını görmek lazımdı.
Akıllıca hareket,
memleketin varlığını ve selametini koruyacak basiretli siyaset; pürüzleri
halletmek için bizzat teşebbüsü ele almak; Balkanlar'da dostluklar kurmak, fedakârlığımıza
ve iyi niyetimize karşılık azami derecede menfaatler sağlamaktı. Hâlbuki gayr-i mesul bir kuvvet
olarak memleketin mukadderatını elinde tutan İttihad ve Terakki Cemiyeti, ifrat
yolunu tutmayı cazip ve tabii gördü.
Memleket,
bu hatanın bedelini Balkanlar'da muvazenenin kökünden bozulması, harplerin
birbirini kovalaması şeklinde ağır surette ödedi. O ifrat günlerini dehşetle
hatırlıyorum. Tecrübemin azlığına, dünya görüşümün darlığına rağmen bendeki
intiba, gemimizin dümenini idare etmek imkânını
elden kaçırdığınız ve çılgınca bir süratle meçhule doğru sürüklendiğimiz
yolundaydı.
Fese Boykot
Bosna
ve Hersek gailesi, orası normal bir vilayetimiz imiş gibi, seçimler yapmaya
teşebbüs edilmesiyle başladı.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu buna razı olacak yerde, yıllık haraç
vermekten ve hükümranlık hakkımızı nazari surette kabul etmekten ibaret olan
bağı açıktan açığa kopardı. Bosna ve Hersek'i kendi memleketine ilhak etti. Bunun üzerine memleketin her
tarafında kıyametler koptu, mitingler yapıldı, Avusturya mallarına karşı
boykot ilan edildi. Burada derhal bir zorluk kendini gösterdi. Başımızda
taşıdığımız, milli alamet saydığımız fes, Avusturya'da yapılıyor, oradan geliyordu.
Bu fes her günkü varlığımızın bir parçasıydı; rengini, şeklini kendimize yakıştırıyor,
memleketin her tarafında adım başına rastgelinen kalıpçı dükkânlarına sık sık
başvuruyor, fesi kalıba vurduruyorduk. Fesi bırakınca şapkaya başvurmak kimsenin
hatırına gelmedi. O zamanki taassup buna şiddetle mani' idi. Kimi başına birer
külah geçirdi, kimi fesinin halk tarafından yırtılmasını önlemek maksadıyla
açık baş gezdi.2 Fakat Bosna-Hersek
meselesi, Avusturya'dan bir miktar para tazminatı almak suretiyle halledilince fese
tekrar dönüldü.
Bulgar meselesi,
Bulgaristan'ın 'Kapu Kâhyası' adı altında İstanbul'da
bulundurduğu sefiri Kesof Efendi'njn bir resmî davete çağırılmaması bahanesiyle
başladı. Bulgaristan, sefirini geri aldı, istiklalini ilan etmekle beraber,
güya ayrı bir idareye tabi olan Doğu Rumeli
eyaletini anayurdunun normal bir parçası saydığını da bize bildirdi.
Bu mesele dolayısıyla da mitingler, protestolar, kıyam eder. Devletler araya
girdiler. Bir miktar tazminata karşılık, Bulgar istiklalini, Doğu Rumeli
eyaletinin yeni kaderini kabul ettik.
Girit meselesi daha heyecanlı
gösterilere yol açtı. 'Girit
bizim canımız' parolası altında kıyametler koptu. Yunanistan'la
münasebetlerimiz ise harp arifesini andıracak bir manzara aldı. Girit'le
münasebetlerimizin Kandiye'de, büyük devletlerin bayraklarıyla beraber madeni
bir Türk bayrağı bulunmasından ibaret olduğu, çok değerli bir vatandaş unsuru
olan Türk Giritlilerin, ağır baskılar ve kıtaller neticesinde çok zaman evvel yok edilmiş veya
Anavatana sığınmış oldukları kimsenin hatırına gelmedi. Balkanlarda Pan-Slav tehlikesine Yunanlılarla
beraber maruz olduğumuz, Girit meselesini konuşma konusu diye ele alarak bir
ortak cephe kurmanın bize çok esaslı faydalar sağlayabileceği yolundaki
gerçeklerin üzerinde hiç durulmadı.
Girit meselesindeki davranış, Balkan Harbi'nin kapısını açtı. Bu kapıyı kapamak yolunda ele
geçen fırsatlardan faydalanmak yolu tutulmadı. Atina'da sefirlik eden Galip
Kemali Bey'in ikaz ve feryatları boşa gitti. Venizelos'un Romanya'ya giderken,
İstanbul'da Talat Paşa ile yaptığı görüşmede ortak menfaatler hesabına yaptığı
tavsiye ve teklifler de netice vermedi. Talat Paşa'nın hakikati gördüğü tahmin
edilebilir, fakat galeyan halindeki milli hislere karşı gelmeyi hiç şüphesiz
göze alamamıştır. Anlaşma ve Balkan ittifakından çekilmek için Venizelos'un
bizden istediği şey, Girit fiili durumuna karşı gelmemekten, Selanik'e bir
serbest liman kurmaktan ve Şark Demiryolu'nu Selanik'ten Atina'ya uzatmaktan ibaretti.
Su alan gemi
Hasta
adamı ölümden kurtarmak, Osmanlı İmparatorluğu’nu
düzenli ve ileri bir memleket haline koymak
davasını
değerli bulan, benimseyen, buna dair makaleler, kitaplar yazan
İngiliz, Fransız, Alman fikir adamları eksik değildi. Fakat büyük devletlerin siyasetindeki ortak hedef buna
hiçbir imkân vermemek yolundaydı. Yalnız
Almanya çekingen davranıyordu, hadiselerin
gelişmesine seyirci kalıyordu.
23
Temmuz
1908 Meşrutiyeti'nin ilanı
günlerinde ortalığa
tatlı bir
haz yayan Osmanlı vatandaşlığı ve unsurların
birleşmesi idealleri daha ilk hamlede her taraftan torpillendi. Bir taraftan
bütün iyi
niyete ve vatanseverliğe rağmen
gizli İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin
netice olarak belirttiği ifratlı tutum,
diğer taraftan unsurlardan her birinin
daha ziyade hariçten gelen tahriklerle kendi
hesaplarına hak ve varlık iddia etmeye başlamaları,
koyu Türk milliyetçi ve dini taassup cereyanlarını tabii bir surette besledi. Hatta bunun için de Turancılık,
ırkçılık, bütün Müslümanların birliği yolunda ifrat
yolları da açıldı. Çok şükür ki, ilmi ölçülerini gittikçe geliştiren
Ziya Gökalp gibi fikir liderleri, ifratları önlemenin ve muvazeneli bir
milliyetçilik cereyanı yaratmanın yollarını bir müddet sonra açtılar ve Türk
Ocağı'nın içinde yeni bir fikir adamları ortamı yaratılmasını mümkün kıldılar.
Aynı cereyanlar birbirine bakarak
ateşlenirken, gemimizin her taraftan su aldığı çok belliydi. Milli mukadderata ait
davalarda 1860'dan beri öncü bir rol oynayan Türk basınının tehlikeyi görmesi
ve göstermesi, beklenebilirdi. Gazetelerde, bilhassa takım takım dergilerde
vakit vakit ikaz edici sesler yükselmiştir. Kalem mizah dergisi gibi, İstişare ve
Resimli Kitap gibi, zamana göre ileri bir manzarası olan yayınlar da eksik
olmamıştır. Fakat günlük gazetelerin çoğu, milli tehlikelerin
üzerinde duracak yerde, birbirlerine saldırmakla vakit geçiriyorlardı. Bundan
başka gazetelerden çoğu ecnebi parası alıyorlar ve bunun karşılığı olarak, memlekette fitne ve karışıklık
çıkarıyor, emellerine bilerek, bilmeyerek
alet oluyorlardı. O sırada bir ecnebi hükümetten, bir ecnebi banka ve şirketten
para almak, bir gazetenin tıpkı satış gibi, ilan gibi, normal gelir kaynaklarından
biri sayılıyordu. Bütün gazeteler ecnebi parası alır mıydı? Bu elbette ki
iddia edilemez. İttihat ve Terakki'nin Şurayı Ümmet, Hakikat gibi adlar
altında çıkardığı gazetelerin ecnebi parası aldıkları hatıra gelemez. Tanin
için 'Ruslardan para alıyor, Rus baş tercümanı
matbaadan çıkmıyor' tarzında söylenen sözleri ben bir iftira sayarım.
Fakat her gün takım takım yazılarla ortalığı bulandıran
ve normal ve meşru gelirlerle yaşamalarına 'ihtimal olmayan büyük bir kısım
gazetelerin ecnebi parası aldıklarına şüphem yoktur.
Yeni Gazete
Ne
yazık ki kendi mensup olduğum, sevdiğim, başarısı için kendi sahamda var
kuvvetimle uğraştığım Yeni Gazete'de de
ecnebi parası büyük bir rol oynuyordu.
Takvimden bir yaprak sütununu yazan Mahmud Sadık,
Hakkı Behiç, Nazım Poroy, Acem Hüseyin gibi arkadaşlarla beraber biz tamamıyla
dürüst ve temiz bir gazeteciliğin arkasında idik. Ecnebi parasıyla ilgili yazarlarla
hiçbir temasımız yoktu. Gazetedeki münasebet tarzı, Abdülhamid devrinde
Sabah'ta gerçek yazarlarla padişah duasından başka bir şey yazmayan iki yazar
arasında olduğu gibi idi. İngiliz sefaretinin ortalığı bulandırma hareketinde
en esaslı rolü oynayan Baş tercüman Fitzmaurice, yardımcısı İrlandalı Ryna,
Reuter Ajansı muhabiri Rendall, Times muhabiri Graves, sık sık Yeni Gazete'ye uğruyorlardı.
Abdullah Zühtü ile ve siyasi muharrir Saffeti Ziya ile uzun konuşmalar yapıyorlardı.
Bu arada Kamil Paşa'nın İngiliz siyasetine ateşli bir şekilde bağlı olan oğlu Amiral Said Paşa da buhranlı günlerde matbaaya
geliyordu. Benim aldığım intiba gazetenin zamanına göre hem İngilizlerden,
hem de Avusturyalılardan para aldığı yolundaydı.
Mecliste Tokatlar
Vazife
başında olan Mebusan ve Ayan meclisleri nazari olarak memleketin birliğini
temsil etmekle beraber, ayırıcı istidatların birçoğu Meclis'te geniş ölçüde
ifade buluyordu.
İttihatçılarla Prens Sabahattin taraftarları arasında parti çarpışmaları,
unsurların türlü türlü kaynaşmaları ve takım takım hadiseler alıp yürüyordu. Bu
arada Serez mebusu Derviş Bey'in, çok nüfuzlu Avlonya mebusu Arnavut İsmail
Kemal Bey'e, Meclis'te bir tokat vurması ve Kıbrıslı Şevket Bey'in Hüseyin
Cahid Bey'i tokatlamak suretiyle buna karşılık vermesi, bir uçurum havası yaratmıştı.
Azlıklara mensup milletvekillerinin vatandaşlık tesanütünü nasıl
anladıklarını ise İstanbul'un Rum milletvekili meşhur Boşa şu sözlerle belli
etmişti:
"Evet, ben Osmanlıyım, fakat Osmanlı Bankası kadar Osmanlıyım."
Hasan Fehmi’nin katli Artan anarşi
istidatları
Artan
anarşi istidatları karşısında sinirlenen İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin söz
sahipleri, ortalığı yıldırmak için bir takım şiddet hareketlerine başvurmak
zaafını göstermişlerdir.
Bunlardan birincisi Şemsi Paşa'nın akrabasından İsmail
Mahir Paşa'nın Sultanahmet civarında suikasta uğraması olmuştur. Bu
hadise umumi bir galeyan yaratmamıştır. Fakat 5 Nisan 1909'da Hukuk-ı Umumiyye gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi Bey Köprü
üzerinde vurulunca ve katillerin hiçbir izi bulunmayınca, kıyamet kopmuştur.
Hasan Fehmi Bey'in Mısır'daki Jön Türkler arasında meziyetleriyle tanınmış,
sevilmiş bir adam olması ve havanın zaten çok gergin bulunması, ortalığı allak
bullak etmiş; umumi efkâr İttihat ve Terakki'nin ve hükümetin aleyhine
dönmüştür. Cenazede yüz bin kişi bulunmuş, gürültüler, gösteriler yapılmıştır.
Sonradan İttihat ve Terakki'ye yakınlık gösteren Şair Celal Sahir, günün diğer
aydınları gibi suikast karşısında heyecana gelmiştir. Yazdığı bir şiirde şu
sözler vardır:
“Hak için haykıranlardan birisi öldü, kurşunla susturuldu sesi
Ey garip anne, ev zavallı Vatan, sen bu alçak çocuklarından utan.”
Hasan
Fehmi'nin katlinin memlekete çok pahalıya mal olduğu ve 31 Mart (13 Nisan)
karşı ihtilaline zemin hazırladığı muhakkaktır. Zaten o sırada hükümet büyük bir acz
içinde bulunuyordu. Adana'da Ermeniler tarafından bir isyan hazırlandığı malum
olmakla beraber, valinin bütün ikazlarına rağmen, oraya bir tabur asker bile
göndermek mümkün olmamıştı.
Basındaki
anarşiyi önlemek için hazırlanan ve hürriyet taraftarlığıyla tanınan Lütfi Fikri Bey tarafından gerekçesi yazılan Basın Kanunu, aşırı gazetelerin ve hatta Saray'ın:
'Hürriyet elden gidiyor' diye kıyametler
koparmalarına yol açmıştı. Kıbrıslı Derviş
Vahdeti bu aralık ortalıkta görünmüş, Volkan
gazetesiyle ateş püskürmeye başlamış ve 23 Mart 1325 (5 Nisan 1909) de zehirli
bir beyanname neşrederek İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'ni kurmuştu.
Tehlikenin
çok büyük olduğu elle tutulur bir derecede aşikârdı. Yer altında çalışan bir
takım kuvvetler ne yapmışlarsa yapmışlar, İttihat ve Terakki'nin gaflet ve
ifratından faydalanmayı bilmişler, Meşrutiyet rejiminin mezarını kazmanın yolunu
bulmuşlardı.”
(A.E.
YALMAN ,s. 91-108)
[2]
Son günlerde fes’i din ve iman aracı zanneden şaşkınlara Sayın SİNAN MEYDAN’ın uyarısı okunmalıdır.
Yenipazar
Sancağının
Osmanlılara geri verilmesi ve Türk vakıflarının geliri için "54.
250. 000" Kron (yaklaşık 2.5 milyon lira) ödenmesi karşılığında
Bosna-Hersek'in
Avusturya'ya bırakılmasını öngören bir anlaşma imzalanmıştı (Şubat 1909). Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, 1. Cilt, s. 27.
Doğu
Rumeli vilayetinin 100 milyon Mark
karşılığında Bulgaristan'a bağlanması kabul edilmişti (Nisan 1909).
Bir yıl sonra Maliye Bakanı Cavit Bey, Kuveyt’te baş gösteren bir ayaklanmada
İngiltere'nin
rol
oynadığı anlaşıldığından, sorunun çözümü için görüşmeler yapmak üzere Londra’ya
gönderildi. (1910) İngilizlerle yapılacak görüşmelerle çözüme bağlanması düşünülmüştü. Gerçekten
de bir süre sonra Osmanlı yönetimi "3" milyon
Sterling tutarında bir kredi karşılığında Kuveyt'in İngiliz koruması
altına girmesini kabul etmişti.
Bu
günlerde öncelikle İngilizleri sonra da
AB nin devleri Türkiyeye “KIBRIS meselesini 2017 sonuna kadar çözün, yoksa..”
demiş görünüyor. Şerafettin
Turan, a.g.e., s. 35. (İnsan merak ediyor acaba sıra Kıbrıs da mı? Ege
denizindeki bize ait adalar da mı???) Ey
kahraman ölü Rauf
DENKTAŞ BABA, Allah sana rahmet etsin…
DİN
bezirganı, iman ölçüm merkezi gibi çalışan , emperyal ruha bilerek veya bilmeden yardım ve yataklık
yapan kişi ve odaklar, 250 yıldır ,toplumumuzu
ALLAH ile aldatmaktan yorulmadılar…Cehaletten beslenen bu kişi ve
odaklar , millî bütünleşmeyi de, çağdaşlaşmayı da kendileri için engel saymakta ısrarlılar…
DİP NOT:
MERAKLISINA:
Selam...
T.C. / M. Kemal Adal