İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.

11 Kasım 2016 Cuma

ÇAĞIMIZDA İSLÂM DÜŞÜNCESİNİN SORUNLARI (*)




Prof. Dr.
Ethem Ruhi FIĞLALI



  ÇAĞIMIZDA İSLÂM DÜŞÜNCESİNİN SORUNLARI (*)
                                                Ethem Ruhi FIĞLALI


Epey bir süre önce bilgisayarlarımıza, çok doğru bir e-mektup geldi. Başlığı “Müslümanlar Neden Güçsüz?”. Yazıda, dünyada yalnızca 14 milyon Yahudi bulunduğu; tek bir Yahudiye 100 Müslüman düştüğü; buna rağmen Yahudilerin bütün Müslümanların toplamından yüz kez daha güçlü oldukları ifade edildikten sonra, ”Nedenini hiç merak ettiniz mi?”  Sorusu soruluyordu. Pakistanlı yazar Dr. Faruk Selim’e göre cevap, “eğitim” idi. Bana göre de bu, böyle bir soruya verilebilecek doğru ve isabetli cevapların başında yer alır.

Yazar, Yahudilerin / Hıristiyanların sorgulayıcı, araştırıcı ve yaratıcı bir eğitim yaptıkları ve yaptırdıkları için güçlü; Müslümanların ise din eksenli, sorgusuz, araştırmasız, ezberci bir eğitimi, başka bir ifade ile yanlış eğitimi veya sıfır eğitimi tercih ettikleri için bu kadar güçsüz olduklarını Einstein başta olmak üzere pek çok Yahudi bilim adamını, filozofları, tabipleri, sanatkârları, iş adamlarını örnek vererek ortaya koyuyor ve sonuç olarak, özetle, Hıristiyan dünyası, AR-GE’ye Gayri Sâfi Millî Hâsılanın %5’i oranında pay ayırırken İslâm dünyası ancak %0,2’sini ayırdığı için, bilgi üretebilecek kapasiteden yoksundur. Aynı şekilde İslâm dünyası okuma özürlü olduğu için bilginin yayılmasını gerçekleştirmekte başarısızdır. İslâm dünyasında, ileri teknoloji ihracatının toplam ihracat içindeki payı son derece düşük bir düzeyde kaldığı için, bilgi uygulaması gerçekleştirilememektedir. Gelecek ise bilgi temelli toplumlara aittir, diyor.

 Bu durumda, insanlığın geleceğine hükmedecek olanlar, bilgi temelli toplumlar olacağına göre,  geçen yüzyıllarda ama daha ağırlıklı olarak yirminci yüzyılda birçok yönden “sorun” haline gelmiş, daha doğrusu “sorun” haline getirilmiş[1] olan dinler, günümüzde, daha doğrusu yirmi birinci yüzyılda,   insanlık için çok daha önemli bir olgu haline gelecektir.

Aynı zamanda bu dinler, özellikle Doğu blokunun yıkılışından sonra, muhtemelen küreselleşmenin ağır kültürel baskısının da etkisiyle olsa gerek, Musevîlik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi dinler artık önlenemez bir yükselişe geçmiştir. Ama hangi açılardan?

Bu dinler arasında İslâmiyet, düşünce dünyasındaki zenginlik ve gücüyle değil, kuzeyden-güneye, doğudan-batıya dünyanın hemen her ülkesinde ve yine hemen her toplumun çeşitli katmanlarında ya “el-Kāide” ile özdeşleştirilen “terör”, ya da Türkiye’nin, Malezya’nın ve daha birkaç Müslüman ülkenin temsil etmesinin hararetle istendiği ve desteklendiği “ılımlı İslâm” “jargon”larıyla yer almaktadır.

 Bu onun dışa yansıyan ve çoğunlukla siyasetin kullandığı yanıdır.

Asıl üzerinde durulması gereken nokta, günümüz dünyasının bildiği, tanıdığı ya da tanıdığını sandığı İslâm, din ve düşünce olarak geleceğe egemen olacak mıdır ya da olabilir mi?  

Kuşkusuz bu soruya mevcut şartlarda, olumlu cevap verebilmek bir yana “muhtemelen” diyebilmek bile ihtimal dâhilinde değildir.

Colin A. Ronan Bilim Tarihi [2] başlıklı eserinde doğru ve haklı olarak şöyle bir tespitte bulunur:

“ (Bilim tarihi) İslâm kültürüne mensup düşünür, bilgin, coğrafyacı, doğa bilimcisi ve hekimlerin, insanın doğa âlemi hakkındaki bilgi birikimine önemli katkılarda bulunduğuna şüphe bırakmamaktadır. Bu, onların geç dönem ortaçağ Batı dünyasına verdikleri mirasın bir kısmıdır. Diğer kısım ise, daha önce gördüğümüz gibi, Yunan bilim eserleridir; bu eserler bazen doğrudan doğruya bazen de İslâm kültürünün kalburundan süzülerek Batıya geçmiştir. İlk Müslümanlar ve bütün İslâm dünyası, bilimler üzerine çalışmış ve önemli katkılar getirmişse de, başarıları bir müddet sonra durmuş ve modern bilime hiçbir zaman ulaşamamıştır.

Neden?

Çünkü hemen her zeminde sürekli gündemde olmasına ve hakkında -bu dine mensup olsun olmasın- hemen herkes “ahkâm” kesmesine rağmen İslâmiyet, bütün dünya dinleri arasında bugün bile en az bilinen, en çok yanlış anlaşılan ve yanlış anlatılan bir din durumundadır.

O halde işe öncelikle durum tespiti ile başlamak yararlı olacaktır.

Tarih olarak bize en yakın zamanın dini olarak hemen hemen her safhası kayıt altında olan ve tarihinin en az ilk birkaç yüzyılı boyunca dünyaya “model bir ahlâk ve bilgi toplumu” örneği sunabilmiş olan İslâm, bugün neden en az bilinen, en çok yanlış anlaşılan ve yanlış anlatılan bir dindir?

İşte bu, cevap vermemiz gereken önemli bir sorudur.

***

Bildiğimiz üzere İslâm, pek çok açıdan karışık ve sorunlu bir topluma, Mekke’de, 610 mîlâdî yılında Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilen ilk vahiyle başladı ve Medine’de 632 yılında tamamlandı.

Özetle İslâm her türlü gelişmesini ve seyrini yakından takip edebildiğimiz Mekke-Medine coğrafyasının 610–632 yılları arasındaki kesitini tarihî, siyasî, içtimaî, ahlâkî ve kültürel yönden aksettiren ve bir “model”, sanki bir laboratuar malzemesi olarak alınan bir bölgeden hareketle bütün insanları “doğru yol”a ileten bir din’dir.

Bu dîn’in kitabı Kur’ân da, “İslâm”ın insanlığın doğal dini (religio naturalis) ve bu doğal / tabiî dinin de, fıtrat dini (ed-dînu’l-fitra) veya yaratılış dini, yani insanın hem dış hem de iç dünyasına uygun ya da kısaca “dosdoğru inanç / din”  olduğunu söyler [30. Rûm, 30].

 İşte bu Kitâb’ın ilk sözü olan  “Oku” emriyle risâlet görevine başlayan örnek ve güvenilir insan Hz. Muhammed (s.a.s.), Cahiliye devri denen İslâm öncesi Arap coğrafyasını ve hattâ insanlığın inanç sistemini temelinden sarsmış ve tarihin akışına girerek ona müdahale etmiş, değiştirmiş ve insanı süreklilik, yani istikrar içinde bir inanç ve ahlâk dairesinde yaşamaya ve en önemlisi de üreteceği bilimsel bilgi ve uygulamalarla “emrine müsehhar kılınmış ve insana bir emanet olarak verilmiş” evreni bozmadan ve tüketmeden geliştirmeye, sırlarını çözmeye ve korumaya çağırmıştır.

Oysa tevhîd, diğer ilâhî dinlerin olduğu gibi, İslâm’ın da vazgeçilmez şartıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de,

“Gerçek şu ki, bu (tevhîd ve İslâm dîni), bir tek din olarak sizin dininizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde başkasına değil, Bana kulluk edin.” [21. Enbiyâ, 92] buyurulmaktadır.

T e v h î d’ i genel anlamda “Kelime-i Tevhîd, yani “Lâilâhe illallah Muhammedun Resûlullah” [Allah’tan başka ilâh yoktur Muhammed Allah’ın Resulüdür] ifade etmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm, varlıksal / ontolojik açıdan tek önceliği Allah’a verir. Bunun böyle olması da son derece tabii ve doğrudur.  Kur’ânın sayfaları arasında zikredilen her türlü kıssa, inanç, ibadet ve ahlâk esasları da kesinlikle “zanna” dayanmaz, ama “gabya îmânı” yani Allah’a îmanı şart kılan vahyin “doğru” bilgisine dayanır.

Vahyin gerçek yönü de, Allah katındaki hakikattir.

Bu hakikati görebilmek, idrak edebilmek ve lâyık-ı vechile kavrayabilmek için, şuurlu bir biçimde bilgiye ulaşma niyeti ile gerek maddî gerekse manevî sebep-sonuç ilişkilerini keşfetmek, ortaya çıkarmak, sonra da samimiyetle inanmak şarttır. Bir başka ifade ile insanoğlu, önce bilecek, sonra da inanacaktır.

***

Esasen Kur’ân, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) emrolunan ve onun da mü’minlere teblîğ ettiği “doğru yol”dan ayrılmamak şartıyla, o güne kadar “ataların izinden” yürümeyi sünnet bilmiş Arapların bilmedikleri ya da kullanmaya yanaşmadıkları yeni bir şeyi mutlaka yerine getirmelerini istemiştir. O da, insanların dinin hakikatini anlamak için düşünmeleri ve akıllarını kullanmalarıdır. 

Çünkü dinin her türlü emir ve yükümlülükleri, bunları değerlendirme ve hakikatini anlama gücüne sahip insana, insanın aklına yönelmiştir. Bu durumda Allah’a iman etmenin ve O’nu tanımanın tek yolu da akıl’dır, bilgidir.

Bu sebepten inanma ile bilgi arasındaki ilgi ve ilişki meselesi, İslâm düşüncesinin çok önemli ve temel konularındandır.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de iki yüz yetmiş beş yerde “düşünmüyor musunuz? Akıl erdirmiyor musunuz?” diye sorulmakta; iki yüz yerde “düşünme ve tefekkür” emredilmekte, on iki yerde “dolaşarak araştırıp ibret alma” ve altı yüz yetmiş yerde de ilim ve ilme teşvîk buyrulmaktadır.

 Bu nevi ayetlerde tekrar tekrar gündeme getirilen “düşünme”, “tefekkür”, “görme” ve “ibret alma” ifadeleri, Allah’ın varlığını ispat ya da onunla ilgili delilleri bulmak için çabalamak değil; insanın kendini bütünüyle Allah’a vererek ve O’na olan “bağlılığını” unutmayarak Allah’ı “keşfetmek” ve O’nu “bulmak” yolunda  “gabya îmân” idrakini geliştirmesi demektir.[3]

Kur’âna göre insanlar, artık zanna uymayı terk ederek akıllarını kullanacak, Allah’ın nimetleri üzerinde düşünecek, geçmiş olaylardan ibret alacak ve tamamını Allah’ın ayetleri olarak vasıflandırdığı “evren”in hakikatini anlamaya ve sırlarını çözmeye yönelecek, gözlerini ve gönüllerini öğrenmeye ve bilmeye ve bilgi üretimine açacaklardır. Böylece onlar, artık girişecekleri bu ciddî irâdî faaliyetin sonucunda da bilimsel bilgiyi en üst seviyelere çıkararak onu Kur’ânın gösterdiği istikamette insanlığın hayrına sunma becerisini göstereceklerdir, göstermelidirler.

Kur’ân’ın inananları sürekli kendi iradeleri ve gayretleriyle bilimsel bilgiye ulaşmaya teşvik özelliği, her şeyden önce, onun, körü körüne inanan insanlar değil, bilgili, araştırıcı, soran, sorgulayan, düşünen ve akıllarını kullanan bir aydın mü’minler topluluğu meydana getirmek isteğinin açık delilidir.

Esasen Kur’ân’ın bu amacı, tekrar edelim ki,  insanlara ahlâk, tarih, coğrafya, hukuk, tıp, teknik ve benzeri alanlarda hazır bilgiler vermek değil, onların îmân ve ahlâkî irade ile donanmış hikmet sahibi, âdil ve aklını kullanan kimseler olarak, özellikle bu alanlarda “bilimsel bilgi”ye ulaşmaya çalışmalarını ve elde ettikleri bilgileri aynı inanç ve ahlâkî yaklaşımla insanlığa sunmaları için gerekli yolları ısrarla ve çok çeşitli örneklerle göstermektir.

***

Kur’ân-ı Kerîm, “düşünmek”, “tefekkür etmek”, “ibret almak” şeklinde ifade edilen akıl üzerinde ısrarla ve önemle durur. Kur’ân’a göre akıl, hakemdir ve doğruyu eğriden ayırmak üzere başvurulan esaslı bir prensiptir.

Türklerin itikadda mezhep önderi olarak kabul ettikleri İmam Mâturîdî’ye göre de Allah aklı yararlı ile zararlıyı belirlemede, iyi ile kötüyü ayırt etmede kullanılması gerekli bir vasıta, bir araç olarak yaratmıştır.[4] En önemlisi de akıl, insanı Allah’ın ayetlerini, yani evreni anlamaya ve sırlarını çözmeye muktedir kılan insan yeteneğini ifade eder.[5]  

Burada Allah’ın ayetleri ile akıl arasındaki çok önemli bir ilgiye dikkatinizi çekmek istiyorum.

Allah ile insan arasında iki çeşit haberleşme vardır.

Biri sözlüdür, her iki taraf da insanın dilini kullanarak meramını anlatır.

İkincisi ise sözsüzdür. Allah, evrenin / tabiatın ayetlerini / delillerini; insan da vücudunun hareket ve işaretlerini kullanarak meramını anlatır.

Her iki halde de haberleşmeyi Allah başlatır. İnsan Allah’ın hitabına cevap vermek durumundadır.

Tanrı’dan insana doğru konuşmanın tipik bir örneği olan vahiy, hem Allah’ın sözlü ayetlerini hem de tabiatın / evrenin sözsüz ayetlerini içerir ve Allah, bu ikisi arasında bir ayırım yapmaz.

Çünkü bunların her ikisini de ancak düşünen, araştıran, aklını kullanan öz akıl sahipleri anlayabilirler.[6] (İnne fî zâlike le-ayâtin li-kavmin ya‘kılûne=Şüphesiz bunda nice deliller ve ibretler vardır; fakat bunları anlayabilmek için aklın kullanılması gerekir.- 30. Rûm, 23–24)

“Ayet” kelimesi,  İslâm öncesinde de kullanılmıştır, ama o zaman dinî anlamda değil, sadece ve daima tabiat ile ilgili olarak kullanılmıştır. Bu da, İslâm düşüncesi ile Batı düşüncesi arasındaki farklılığın temel ayırım noktalarından birini teşkil eder.

Bu farklılığın işaret taşı varlık kavramıdır.

Arap dili, maddî varlıklar alanında fevkalâde zengin kelime ve kavram dağarcığına sahiptir. Ancak bu dağarcıkta eksik olan çok önemli soyut kavramlardan biri, varlık kavramıdır.

 Eski Yunan felsefesindeki “to einai / being” kavramı, Araplar tarafından “kâne=olmak”tan “kevn / oluş”, “vecede=bulmak”tan “vucide / bulunmak” kavramları ile karşılanmaya çalışılmıştır. Bunlardan sadece “vücud” kelimesi edilgen şekliyle “bulunmuş olmak” şeklinde anlaşılarak Yunanca “einai / varlık”ın Arapça karşılığı haline getirilmiştir.

 İşte Batı düşüncesinde çok önemli bir yer işgal eden “varlık bilimi/ ontoloji / ontologie / ontology ” meselesi de İslâm öncesi, hattâ İslâm sonrası Arap düşüncesinin, maalesef, çok ilgilendiği bir konu olmamıştır.

 Neden? Çünkü “varlık” mücerret / soyut bir meseledir ve Araplar da genel olarak “metafizik / fizikötesi” âlemle pek ilgilenmemişlerdir de ondan.

Bedevî Arap yalnız ferdî / bireysel ve müşahhas / somut şeylerle, daha doğrusu eşyanın görünür yanıyla daha ilgili idi. Meselâ onlar çevrelerindeki maddî varlıkları, eşyayı, bitkileri, hayvanları en ince ayrıntılarına kadar inceler; her birine ayrı birer isim verir ve böylece dillerinin zenginliği ile övünürlerdi. Her varlığın görünüşü ile böylesine ilgilenen bu insanlar, ne yazık ki maddeden manaya geçip tek tek varlıklardan küllî kavramlara ve soyuta ulaşamamışlardır.[7]

Dolayısıyla varlığın cevherine ve sıfatlarına şümullü ve analitik bakabilmek, Arap aklının yapamadığı şeydir. Mısırlı bilgin Ahmed Emin, bakın bu hususta ne diyor: [8]

Üstelik o (Arap), bir şeye baktığı zaman fikrini tamamen o şeyle doldurmaz, onun zihninde uyandırdığı duygu ile ilgilenir. Bir ağacın önünde durursa onun bütünüyle uğraşmaz, gözünü ağaçtaki özel bir noktaya takar, meselâ kökünün düzgünlüğüne, dallarının güzelliğine bakar; bir bahçenin önüne gelirse, bahçeye bir fotoğraf makinesi gibi bakmaz, gözünü bütün bahçeye çevirmez, bir arı gibi çiçekten çiçeğe uçar ve her çiçekten bir tad alır… Hâsılı Yunan aklı bir şeye bakınca ona küllî açıdan bakar, bütün olarak onu inceler ve tahlil eder. Arap aklı ise onun içine girmez, çevresinde döner, ondan çeşitli inciler alır, ama bunları bir ipe dizip bir araya getirmez.

***

 İşte Kur’ânın ısrarla gündeme getirdiği ve üzerinde durduğu akıl, felsefe ve teknik alanda kullandığımız “akıl yürütme” ve “mantık” değil,  kalbin yani insanın manevî bütünlüğünün  “akletme” (ya‘kılûn) faaliyetidir.

Kalbin/insanın manevî bütünlüğünü akletmesi, yani aklî melekelerini çalıştırması, ahlâk ile aralarındaki ilişkiyi sağlamlaştırması ve hattâ ahlâkla bütünleşmesi demektir. Çünkü Kur’ânda “akletmek” ile “ahlâklı olmak” sanki örtüştürülür. Nitekim “‘a-ka-le” fiilinin türevlerinin kullanımları da buna işaret eder. Aslında Türkçemiz,  “uslu” kelimesi ile bu örtüşmenin en ilgi çekici birlikteliğini sunar. Dilimizde “uslu olmak”, “akıllı”, ama daha da fazlasıyla “ahlâklı olmak” demektir.

Buradan nereye gelmek istiyorum?

Kur’ân-ı Kerîm’e göre Allah’ın iradesi ve beyanı, ahlâkî değerin, ahlâk kanununun nedeni değil; sadece insanların ahlâklı olmalarının, ahlâklı yaşamalarının nedenidir. Yani ahlâkî bir değer ya da emir, Allah emrettiği ya da beyan ettiği için iyi ve mükemmel değildir.

Fiiller / eylemler ve “şey”ler, vahiyden önce de, doğalarında iyilik ya da kötülüğü taşırlar.

İnsan aklederek bir fiilin veya bir ahlâkî değerin “doğru” ve “iyi” olduğunu bulabilir. Esasen Allah da onu “iyi” ve “doğru” bir ahlâkî değer olarak görmektedir.

İslâm düşünce tarihinde iki önemli düşünce okulunun en meşhuru olan Eş’arîlik ise, bu görüşün tam aksini savunur. Yani İlâhî irade, ahlâkî değerin ve ahlâk kanunun nedenidir. Bunun anlamı kısaca şudur: İyi veya kötü, Allah öyle istediği ve bildirdiği için iyi veya kötüdür.

Müslüman yöneticilerin pek iltifat etmediği, ama aslında İslâm düşüncesinin çok değerli okullarından Mutezile ve Mâtüridîliğe göre ise insan, daha önce de söylediğimiz gibi, iyi veya kötünün iyilik veya kötülüğünü aklı ile bilir.[9] Bunun anlamı da şudur:

 İyi veya kötü olarak işlenen her işin sorumluluk ve yükümlülüğü, doğrudan insana ve insanın aklına aittir.

Kur’ân’ın, yani İslâm’ın mesajının özü bu olmasına rağmen, bu fevkalâde yüce mesajı hayata geçirme işinde her zaman başarılı olunduğu söylenemez. Maalesef tarih boyunca bu özden, bu yüce mesajdan ciddî sapmalar olmuş ve çok kötü bozulmalarla karşılaşılmıştır.

Nitekim her din gibi Müslümanlık da bölgeler, toplumlar ve toplumlara egemen olma hırsı ile yanıp tutuşan siyasetçiler ve din bilginlerinin elinde dönüştürüldüğü “sistem” açısından, önemli ölçüde aslî ve öz yapısından, temel mesajından uzak bırakılmıştır.

Allah, “kendisiyle girişilen ahlakî ve varoluşsal ilişkinin içinde, kendisiyle yeryüzünde karşılaşılan, insanlarla beraber olan, onlara şah damarlarından daha yakın olduğundan kelâmcıların giriştiği gibi ‘ispat’ edilmesi için bilmem kaç tane mantıkî güçlü delile ihtiyaç hissedilmeyen halkın ve kalbin/gönlün Allah’ıdır.”[10]

Oysa bugün ulemanın camilerde ya da halk için kaleme alınmış ilmihal kitaplarında insanımıza sundukları Allah, hiç de sımsıcak,  daima içimizde ve beraber olduğumuzu hissettiğimiz “Vedûd”( Çok Seven, Çok Şefkatli) Allah değildir.

 Meselâ bu anlayış sonunda, Ehl-i Sünnet’in (özellikle Eş‘arîliğin) Allah ile insan arasında kurduğu ilişki, bir taraftan sonsuz merhamet; diğer taraftan da sonsuz (mutlak) güç ilişkisi olduğu için (Adalet’e dayanmadığı için); ne yapacağı belli olmayan, insana yaptıkları ve yapabilecekleri ölçülemeyen, bilinemeyen, tahmin edilemeyen, istediğini yapan, insanî düzlemde anladığımız ahlâk kavramlarıyla yapacakları ve yaptıkları (insana yaptıkları) anlaşılmayan bir Allah tasavvuru ortaya[11] çıkmıştır.

“Kadere karşı gelinmez”,
“Her şey Levh-i Mahfûz’da yazılıdır; değişmez; değiştirilemez”,
“Allah’ın yazdığı bozulmaz”,
“Hikmetinden sual olunmaz”,
         “Mukadderata boyun eğmek lâzım”,

ve benzeri yüzlerce söz ve duayı, yerine göre, rızık için, ecel için ve en başta da kader için arka arkaya sıralarız ve güya kendimize göre teselli vesilesi buluruz ya da kendimizi temize çıkarırız.

 Bu türlü davranışın anlam ve amacı, insana ait olan, olması gereken sorumluluklar ve sonuçlarının doğrudan Allah’a atfedilerek sorumluluktan kurtulma kurnazlığıdır.

Örnek mi? O kadar çok ki…

Meselâ sıkça karşılaştığımız trafik ve tren kazaları, maden ocaklarındaki grizu patlamaları, depremler, heyelan, sel ve çığ felâketlerinden ya da en acısı, geçen yıllarda hac sırasında vuku bulan tünel faciasında hayatını kaybeden binlerce insanın ölümlerinden sonra, bu olaylarda can kaybına sebebiyet verenlerin ihmalleri soruşturulacağı yerde, yetkililer tarafından hiç utanmadan ve sıkılmadan bütün bu olup-bitenler “Allah’ın takdiri / takdîr-i İlâhî” olarak nitelendirilmiş ve dolayısıyla kendi sorumlulukları ortadan kaldırılmıştır.

 Çok tehlikeli olarak da, olaylara bu türlü yaklaşmakla sadece Allah’a suç isnad edildiği hiç akla getirilmemiştir.

Şüphesiz bu hususlarda her şeyden önce insan hatasından söz edilmesi gerekir.

Nitekim gelişmiş ülkelerde böyle bir kaza ya da afet vukuunda, sorumlular ve ilgililer hemen sigaya çekilir.

Yine gelişmiş ülkelerde, çok büyük şiddetteki depremlerde bile ciddî hasarlara rastlanmazken, bizim ülkelerimizde insan ve bina kaybı çok yüksek oranlara çıkabiliyor.

Böylesi bir durumda, ilgililerin ve sorumluların hemen soruşturulması ve gerekenin yapılması istendiğinde ya da gelişmiş ülkelerde insana saygının tabii bir gereği olarak soruşturma işinin mutlaka yapıldığı ve sorumluların -kimliklerine bakılmaksızın- hemen cezalandırıldığı hatırlatıldığında, “depremler, trafik kazaları, tünel çöküntüleri, sel baskınları vs. gibi toplu ölümlere sebep olan afetlerde bizim bilemeyeceğimiz birtakım hikmetlerden” dem vurulmakta, ama böylece -hâşâ- Allah’a iftira edildiği düşünülememektedir.

Üstelik böyle düşünen kafalar (!) “bu hikmetinden sual olunmayacak musibetlerin ve âfetlerin” neden hep İslâm ülkelerinde çok korkunç tahribata yol açtığına ise makul ve mantıklı bir cevap verememektedirler.

Bu durumda çok haklı olarak, böyle bir ‘Allah’ tasavvuruna ve O’nun insanlarla ilişkisini değişmez bir biçimde düzenleyen ‘kader’ teorisine sahip olan toplumumuzda nasıl koruyucu hekimlik, trafik kazaları, çocuk ölümleri, çevre koruma ve benzeri, insanın hayatını korumak ve kolaylaştırmak üzerine ciddi politikalar geliştirilebilir? Kaderine inanan bir mü’min nasıl olur da toplumundaki ekonomik ve sosyal fırsat eşitsizliklerini, sosyal ve ekonomik adaletsizlikleri,  hattâ dinî sömürüyü ortadan kaldırmak için mücadeleye girişebilir? tarzında onlarca hayatî sorular soruluyor, ama ilgililer ve sorumlular nedense hiç işitmiyorlar.

***

Gerçekten Allah’ın mutlak ve baş edilemez kudreti karşısında ezilen bir mü’minin, Resûlullah ve ashabının yaptıkları ve bize örnek olarak bıraktıkları gibi, tarihin akışını değiştirecek derecede ve güçte etkili ve dirayetli olabilmesi mümkün değildir. Bu sonucu doğuran etkenlerin başında da, hiç şüphe yok ki, Sünnî/Eş’arî öğretisinin ürünü olan din kültürü ve eğitiminin şekillendirdiği “edilgen insan tipi” yer almaktadır.

Bu eğitimde, ahlâkın Allah’a izafe edilmesi hususunda ciddi kopukluk vardır.

Oysa ahlâk, uzmanların ittifakla belirttikleri gibi, her şeyden önce bir “ilişki”dir. Bir kişi ile bir kişi, kişi ile toplum, bir toplum veya bir insan ile Tanrı arasında hür ve belirli bir niyete bağlı (kasdî/amaçlı) bir ilişkidir. Bu ilişki bir davranış veya bir “tutum”a dayalı olan ve mutlaka bir sonuç ve sorumluluk doğuran bir ilişkidir. Ahlâka konu olan eylem, ya medhi (övgüyü/yüceltilmeyi) ve sevabı (ödülü); ya da zemmi (kınanmayı) ve ikabı (cezalandırmayı) gerektirir.

Esasen Kur’ân açısından bir eylemi ahlakî kılan şey, bu ahlakî ilişkiye katılan tarafların her ikisine, yani fiili işleyen ile işlenene sağladığı mutluluk, sevinç, haz ve fayda oluşudur.

İşte bu noktada şu soruyu cevaplamakta zorlanıyoruz:

İslâm düşüncesinde neden ahlâkın objektifliğini savunarak onu büyük ölçüde “akıl” ile temellendiren Mu’tezile ve Mâturidî okullarının öğretileri değil de, subjektifliği savunarak “vahiy” ile izah eden Eş’arî okulunun görüşleri resmîleştirilmiştir?

Acaba bunun arkasında, kendilerine tâbi olanları Allah’ın mutlak kudret ve iradesi ile O’nun değişmez takdîrini gerekçe göstererek itaata ve tereddütsüz bağlılığa sevk etme becerisi gösteren yönetici ya da egemen sınıfın siyaseti mi yatmaktadır? 

Meselâ Mâturidî’ye göre fiiller ve şey’ler, vahiyden önce de kendi doğalarında iyiliği/kötülüğü, doğruluğu/yanlışlığı taşırlar. Aklen mümtenî, yani olması veya gerçekleşmesi mümkün olmayanı vahiy de mümtenî görür. Aklen vacip/zorunlu/farz olanı vahiy de vacip görür. Aslında vahiy, aklen mümkün olanı tasrih eder, açıklığa kavuşturur. Zamanla insan, hevâ ve hevesine uyarak ahlakî normları keyfîleştirdiğinden dolayı, Allah peygamber göndererek bunları düzeltir.[12]

Bu öğreti ise, çok açık ve kesin bir biçimde, yapıp-etmelerinden dolayı doğrudan insanın sorumlu olduğunu; çünkü onun işlediği fiillerini, aklı ve iradesi ile bizzat kendisinin tercih edeceğini ve etmekte olduğunu göstermektedir.

♦ ♦ ♦

Şu ana kadar, İslâm mesajının aslî ve öz yapısı içinde yeniden tanınması ve tanıtılması için, bu dinin esaslarının çok iyi bilinmesi gerektiğine işaret etmeye çalıştık.

Bir de onun “evrensel” ve “değişmez” olan yanı ile tarihî, mahallî ve değişebilir olan yanlarının ya da “sabit din” ile “dinamik şeriat”ın[13] Kur’ânın tarihî bütünlüğü içinde yeniden okunup değerlendirilmesi ve bunu yaparken de tarih tenkitçiliği usullerine hassasiyetle riayet edilmesi şarttır.

Şüphesiz bazı istisnaları bulunmakla beraber sanki bir genel kuralmışçasına şu husus zikredilebilir:

Muamelât yani dünya işi olarak mütalaa edilen yapıp-etmeler, hakkında nass bulunanlar da dâhil, tamamı ictihadî'dir. Bunlarla ilgili hususlarda, içinde bulunulan şartlara göre gerekli düzenleme ve uygulamalarda bulunma yetki ve sorumluluğu Devlet'e aittir. Başka bir deyişle, nass'larla yani Allah'ın ya da Hz. Peygamber'in emri ile bildirilen muamelât hükümleri, îman ve ibadetle ilgili olanları hariç, örf ve âdetlerin değişmesi ile değişebilir.

Esasen Kur’ân-ı Kerîm’de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “... Sizden her biriniz için bir yol (şir‘aten) ve bir yöntem (minhâcen) belirledik...” [5. Maide, 48].

        Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, bu ayeti şöyle yorumlar:  Şir‘a, zaman, mekân ve şartların değişmesiyle değişebilen fürû‘-i din;  minhâc da değişmeyen, açık ve sonsuza dek kalıcı olan usûl-i dîn'dir. Yani her milletin mensup olduğu peygambere  indirilen  ahkâm-ı  mahsûsa/özel hükümler  (muamelâtbirer   şir‘a; Allah'a, peygambere, ahirete îmân gibi dinlerin hepsinin ortak ve bir oldukları usûl de  minhâc ' dır.

Buna göre ‘ed-din’in evrenselliği/tarih-üstü oluşu Kur’ân-ı Kerîm’de çok açık bir biçimde ortaya konmuştur:

“Allah, Nuh’a emrettiği, sana da vahyettiğimiz, ayrıca İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz dini, sizin için de din kıldı. O dini dosdoğru uygulayın, o konuda asla ayrılığa düşmeyin. Senin davet ettiğin bu din/tevhid inancı müşriklere ağır geldi. Oysa Allah dilediğini/ hidayet yolunu tercih edeni bu din için seçer ve kendisine yönelenleri doğru yola ulaştırır.” [42. Şûrâ, 13].

Nitekim meşhur tarihçi ve müfessir Taberî de bu ayetin açıklamasını yaparken Katade’den naklen, Tevrat, İncil ve Kur’ânın kendi şeriatları bulunduğunu, ama ‘din’in, tevhîd ve Allah’ı birleme anlamında, bütün peygamberler tarafından getirilmiş bir ve aynı din olduğunu söyler.[14]

Esasen bu ayetle Allah, her peygambere farklı biçimler içinde bildirilen kanun / kanun yapma ve yol / yordam anlamında “ş e r e‘a / ş i r‘a” ile bütün peygamberler için aynı ve tarih boyunca hiç değişmemiş olan Allah’ı birleme / tevhîd anlamındaki “e d – d î n” arasında kesin bir ayırım yapmış olmaktadır. Buna göre “dîn” tek, “şerî‘atlar ise muhtelif ve çoktur. İmam Âzam Ebû Hanife, dinin birliği ve şerî‘atların farklılığı konusunda, el-Âlim ve’l-Müte‘allim adlı eserinde bu meseleleri çok güzel açıklığa kavuşturur.[15]

Başka bir ifadeyle İslâm mesajının özünün ne olduğu meselesine son derece titiz ve özenli bir biçimde ve yepyeni bir bakış açısı ile ve cesaretle eğilinmesi ve yeniden keşfedilmesi; en önemlisi de bugüne kadar Kur’ân-ı Kerîm'in müslümanlar tarafından hayata geçirilme yolu ve yöntemlerinin tenkitçi bir gözle; cesaret ve açıklıkla ortaya konması ve gerektiğinde “tabu”ların yıkılması, ezberlerin bozulması, en azından ciddî biçimde sarsılması gerekir.

Kur’ân-ı Kerîm'in ilk inen ayetleri ve sureleri, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Mekke toplumunun hayatî meselelerinin şirk (puta tapma), fakirlerin sömürülmesi, ticarî ve toplumsal ahlâksızlık ve topluma karşı sorumsuz davranışlar olduğunu apaçık bir biçimde gösterir. O kadar ki, İslâm'ın beş temel şartı bile sosyal adâlete ve insanların eşitliğine, sorumluluk bilincine/takvâya, îmana, ahlâka ve bilgiye dayalı model bir toplum kurmayı hedeflediğinin özetidir.[16]

   Onun bu talebi, esas itibariyle, Hz. Peygamber’in önderliğinde ve otoritesi altında yirmi üç yıl gibi kısa ve baş döndürücü bir hızla ve toplumdaki ihtiyaç ve gelişmelere paralel olarak ortaya konmaya çalışılmış ve birçok alanda da başarılı olunmuştur, denebilir.[17]

Hz. Peygamber'in Allah’ın Elçisi olarak görevini tamamladıktan sonra toplumun yönetimini üstlenen ilk dört halife, Kur'anın temel ilkeleri çerçevesinde ferdin ve toplumun ihtiyacı olan meselelere cevap bulmakta kendilerini rahat hissetmişlerdir; çünkü onlar, Hz. Peygamber'in sahip olduğu bütün vasıfları, en azından peygamberliği şahıslarında toplayamayacaklarını biliyorlardı.

Hal böyle olmasına rağmen maalesef çok erken dönemlerden itibaren ulema, yani İslâm bilginleri, ilk dört halifenin, özellikle Hz. Ömer’in zihniyet ve uygulamalarını bir kenara koyarak, şerîatın da sabit ve evrensel olduğu, sadece indirildiği 610–632 dönemini değil bütün zamanları kapsadığı yanlış kanaatına ulaşmışlardır. Meselâ bu türlü düşünenlere göre, Kur’ândaki kavramlar, İslâm öncesi dönemde belli bir evrim sürecinden geçerek mevcut halini almış ve vahiy içerisinde kullanıldıktan sonra bu gelişimini sürdürecek kavramlar değil; Tanrı’nın indindeki mutlak hakikati temsil eden kavramlardır. Bu yüzden de sonsuza kadar geçerli ve değişmezdir.[18]

Daha baştan itibaren İslâm’da îmân ve ibadet hükümleri dışındaki muamelât ile ilgili şerîat hükümlerinin her zaman değişime açık ictihadî konular olduğu hususu,  konunun akl-ı selîm sahibi uzmanları tarafından sürekli yazılmış çizilmiştir. Buna rağmen, yöneticiler tarafından, akılcı İmam Mâturidî ve Mu‘tezile mezhebinin anlayışı ve görüşü yerine “statükocu” ve insanı “edilgen” kılan Eş‘arî öğretisinin Allah ve insan görüşü egemen kılınınca, dinin yatay boyutunu oluşturan muamelât hükümlerinden ibaret “şerîat” da, maalesef, tıpkı “ed-dîn” gibi “değişmez”lik zırhına büründürülmüştür. Bununla da yetinilmemiş, Hz. Peygamber’in Sünneti ile sahabenin ve ilk devir ulemasının sözleri ve görüşleri de  “dokunulmazlık” sınırları içine alınarak tıpkı “şerîat” gibi “değişmez”lik imtiyazına kavuşturulmuştur.

İslâm dünyasının bu fevkalâde yanlış ve hatalı anlayış ve uygulamanın bedelini ne kadar ağır bir biçimde ödediği ortadadır. Yanlıştan dönülmediği takdirde yine aynı bedeli, belki daha da ağır, acı ve acıklı bir biçimde ödemeye devam edeceği de görülmektedir.

§

Hâsılı özellikle miladî 8. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar, hukuk, felsefe, kelâm/teoloji, tarih, coğrafya ve edebiyat alanlarında çok sayıda farklı ve önemli düşünce okulları doğmuş; asıl ve çok önemli olarak da fen bilimleri, astronomi, tıp ve tabiat bilimleri alanında çok ciddî çalışmalar yapılmış ve yeniliklere imza atılmıştır. Başka bir ifade ile o asırlarda İslâm dünyası akıl egemen bir düşüncenin aydınlığında yaşamış ve onurunu paylaşmıştır. Onun içindir ki, o dönem, İslâm düşüncesinin Altın Çağı olarak isimlendirilir.

İslâm düşüncesinin teşekkül döneminden sonra, İslâm dünyasına, maalesef, yaşanan zamana, mekâna, toplumsal yapı ve şartlara, hattâ o dine mensup toplumların etnik, antropolojik, ekonomik, siyasî ve coğrafî şartlarına göre değişen, değişebilen ve değişmesi son derece tabiî ve hattâ şart olan “şerîat”ın, sanki insanlığın müşterek değerleri ve ahlâkî “normlar” bakımından değişmez olan “ed-din” imişçesine çok katı ve kesin bir biçimde değişmez ve sabit olduğunu ileri süren menfî bir zihniyet egemen olmuştur.

 Siyasî ve idarî hayata egemen olan bu kötü zihniyet, sadece Allah’ın bir Müslüman için îmanının ilk şartı olarak belirlediği “aklı” değil, mantık dışı bir tutumla “zamanı”, yani “tarihi” de nerede ise bir soğutucuya atıp orada donmaya terk etmiştir. Ayrıca bu zavallı “kafa”, seleften bize intikal eden dinî metinlerin her türlü ihtiyaca cevap vereceğini ve vermekte olduğunu iddia edebilecek derecede kalıplaşmış ve katılaşmış kör bir taassuba ve cehalete demir atmıştır.

Aslında bu zihniyet mensupları, yani “nass”ların ve tarihî mirasın kesinlikle değişmezliğine ve sonsuza kadar “yeterliliğine” inanmış olan “ulema” ve “siyasî yapı” ittifakı, sırtlarını, meşhur “mevrid-i nasda ictihada mesâğ yoktur” hükmüne dayayarak Allah’ın kutsallığını değil, kendi kutsallıklarını koruma altına almak istemişler ve almışlardır da.

Acaba bugün, İslâm düşüncesinin Altın Çağı’nı ihyâ edebilmek adına, cesurca bir adım atılarak ilk ve sonraki nesillerin zengin tarihî mirası da değerlendirilerek Kur’ânın özüne giden anayola çıkılamaz mı?

 Bana göre yapılabilir, yapılmalıdır da.. Ama bunun için öncelikle ve önemle, Kur’ânın aslâ yer vermemesine rağmen, teşekkül döneminden sonra insanı ve insanları da “mutlak ve gerçek ilim otoritesi”[19] olarak kabul eden ve tarihî mirasın değişmezliğini bir “din” haline getirmiş olan mevcut ve maalesef yaygın zihniyete karşı amansız bir savaş açılmalı; çetin ve sürekli bir fikrî mücadeleye, bilgi savaşına girişilmelidir.

Oysa biliyoruz ki, İslâm düşüncesinin temeli, bilimsel düşünce, araştırma, sorma ve sorgulamadır. İşte atalarını körü körüne taklid eden, olayların ve olguların sebep-sonuç ilişkilerine itibar etmeyen ve zanna göre hüküm veren, bilmediği şeyin ardına düşen ve aklın reddedeceği benzeri olumsuz davranışları benimseyenler, akıllarını kullanarak sormayı, sorgulamayı ve araştırmayı bırakıp yerine geleneğe sarılmışlardır. Neticede de düşüncenin dondurulması, taklid, gözlem yerine tasavvur, dar görüşlülük ve dinin yöneticiler eliyle siyasallaştırılması doğal hale sokulmuştur.

Öncelikle bu Kur’ân dışı zihniyete karşı çok kapsamlı ve dikkatli bir mücadeleye girişilmelidir.

Girişilecek bu mücadelenin ilk adımı da, bütün dinlerin merkezini oluşturan tanrı ile ona muhatap olan insanın İslâm’daki yerlerinin akılcı bir yaklaşımla ve isabetli bir biçimde tespit edilmesi ve tezahürlerinin çok iyi görülüp gösterilmesi ile atılmalıdır. Çünkü dinlerin iyi okunup “doğru” anlaşılması ve anlatılabilmesi, o dinin tanrı-insan-evren tasavvuru ile doğrudan ilgilidir.

Şu anda ülkemiz Müslümanları dâhil dünya müslümanlarının çok büyük bir çoğunluğunun Allah tasavvuru, Eş’arî kelâmının belirlediği ölçüler çerçevesinde Allah’ı “Mutlak Güç ve Kudret” ile aynîleştiren ve dolayısıyla O’nu bu yolla tenzih eden bir anlayıştır. Kendilerini “amelde Hanefî, îtikadda Mâturidî” olarak kabul eden Türk insanının Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinden bu yana bu anlayışı bugün de ısrarla sürdürmeleri, doğrusu  “İRONİK” bir durumdur.[20]

Ontik olarak Allah’ın mutlak güç ve kudret sahibi olması son derece doğrudur, mantıkîdir ve kesindir. Ancak Eş’arî kelâmı ve onu kullanan siyaset, Allah ile insan arasındaki ilişkiyi yeryüzü egemenliğinde insana atfedilen “halife” metaforuna yükleyerek “ilâhî güç” ile “siyasî güç” arasında kopmaz bir ilişkinin varlığını kullanma hatasına düşmüştür.

Nitekim bunun ilk çirkin örneğini, Emevî Devleti’nin ilk sultanı Muaviye b. Ebî Sufyan, önce Hz. Ali’ye hemen sonra da Hâricîlere ve diğer müslümanlara karşı sergilediği adâletten uzak, haksız ve zulüm dolu icraatını, fütursuzca “Allah’ın kaderi” olarak O’na yüklemekle ortaya koymuştur. Artık o, “Allah’ın Halifesi” sıfatıyla giriştiği her keyfî icraatını, “Allah’ın kaderi” olarak “hikmetinden sual edilemeyen Allah”a havale etmekle, yani ilişkideki Allah’ın fiillerinin sınırını ortadan kaldırmakla, kendine, yani insana ait olması gereken sorumluluk ve yükümlülükten kurtulacağını sanmıştır.

Oysa biz biliyoruz ki, Mu’tezile ve Mâturidî kelâmına göre Allah ile insan arasında tamamen hür/özgür iradeye dayanan, kuralları ve sınırları belli ahlâkî bir ilişki söz konusudur. Şüphesiz Allah, varlıksal olarak / ontik anlamda, mutlak güç ve kudret, mutlak ilim ve mutlak irade sahibidir; ama insanla ilişkisi kesinlikle sadece güç ve kudrete değil, hikmet ve marifete, sevgi ve merhamete, adâlet ve ahlâka, yani sünnetullaha, yani son derece düzgün ve sağlam kurallar çerçevesinde işleyen Allah’ın koyduğu değişmez kanun ve kurallara dayanır.

***

O halde daha önce sorduğumuz soruyu burada yeniden sorabiliriz:

Acaba bugün, cesurca bir adım atarak Kur’ânı inzal edildiği dönemin şartları çerçevesinde anlayamaz mıyız?  Ve yine Kur’ân yeniden keşfedilerek içinde bulunduğumuz şartlara göre cesaretle ve serbestçe okunamaz ve yorumlanamaz mı?

Bana göre bunlar pekâlâ mümkün olabilir ve mutlaka da “mümkün” kılınmalıdır. Bildiğimiz gibi, İslâm tarihinin sayfaları, maalesef, Kur’ânın engin, derin ve bir o kadar da parlak yüzünün önce Hâricîler, daha sonra sırasıyla Sünnîler ve Şiîler tarafından, ağırlıklı olarak kendi siyasî ve zaman zaman da îtikādî ihtirasları ya da dar kalıplara hasredilmiş kısır görüşleriyle nasıl dondurulduğunun, karartıldığının, sığ, yetersiz, kaba, hoyrat ve itici hale düşürüldüğünün sayısız örnekleri ile doludur.

Bu yetersizlik, sığlık ve kabalık, bugün, dinde aşırılıkla zirveye ulaşmıştır. Artık ibadette, günümüz teknolojisi ile yarışır, hattâ onu aşar bir şekilde “otomasyon” gerçek kılınmıştır. Şekle ve görünürlüğe dayalı dindarlık, her alanda egemendir. O kadar ki, Ömer Lütfi Mete’nin araştırmasının kapağına koyduğu “Aşksız, Zevksiz… Allah’sız Müslümanlık” başlığı, günümüz Müslümanlığının durumunu anlatmaya yeter.  

Hemen hemen her vesile ile söylediklerimi, bir kere de burada tekrar etmek istiyorum.

Çağdaş bilimin çok büyük gelişme kaydettiği, ama bu bilimi kullanan ya da satın alma durumunda olan kitlelerin de ahlâksızlık, insafsızlık ve adaletsizliği akıl ve mantığın kabul edemeyeceği bir biçimde yaygınlaştırdıkları bir dönemde, yani küreselleşme kıskacına takılmış İslâm dünyasının içinde bulunduğu bu zavallı ve ezik durumdan kurtarılması; İslâm düşüncesinde bir yeniden doğuşun gerçekleştirilebilmesi için bütün gücümüzle uğraşmak hayatî bir zarurettir; ama aynı zamanda mutlak anlamda bir îman borcudur.

Gerçi ülkemizde yirminci yüzyılın son çeyreğinden bu yana, Kur’ânı anlama ve anlatma, İslâm düşüncesini yeniden okuma, inşa etme ve benzeri konularda, yaşlı-genç akademisyenler tarafından çok önemli ve ümit verici çalışmalar yapılmış ve yapılmaktadır.

Ancak bu çalışmaların, ülkemizin resmî ya da gayr-i resmî mercîlerinde gönül hoşluğu ile kabul gördüğünü söyleyebilmek maalesef mümkün değildir.

Tam tersine bazı kesimler, Kur’ânın yeniden okunması ve onun talep ettiği model bir ahlâk ve bilgi toplumu esaslarının yeniden ortaya konması ve İslâm düşüncesinin küreselleşmenin tasallutundan kurtarılması; genelde îtikādın özelde de “Allah”ın “teslimiyetçi” kadercilikten tenzîh edilmesi, aklanması; İslâm düşüncesine inanan herkesin “Allah’ın ayetleri” olarak bildirilen evrenin sırlarını çözmek için her alanda üretici ve yaratıcı olmaları gerektiğini savunan araştırıcılara, yapmakta oldukları çalışmalarının ya da tekliflerinin eğer varsa yanlışlıklarını gündeme getirip tartışacakları yerde, cehaletin ve “bedevî zihniyeti”nin tipik refleksi ile, “zındık”, “kâfir” ve en hafif olarak da “müsteşrık bozması” yaftası yapıştırmakta ve dolayısıyla bu genç insanların cesaretlerini kırmaya çalışmaktadırlar.

Meseleyi bu çerçevede gören ve bu sakîm zihniyeti sözde “din” adına baş tacı edenler, aslında Nadim Macit’in[21], İslâm dünyası, ekonomik, teknolojik ve politik alanda insani bir model geliştirememiş olmasına rağmen, kendisinin manen, ahlaken ve toplumsal olarak sağlıklı olduğunu tereddütsüz kabul etmekte ve bunu ısrarla savunmaktadır. Kendi kendini aldatmanın somut verisi olan bu durum, çağın en büyük yalanıdır, sözleriyle özetlenebilecek tespitine tıpatıp uygundurlar. 

Maamafih bu hususlarda Müslümanların bir kesimini kendi “din”lerine bağlamış ve tartışmasız aşılmaz îman ve ilim otoriteleri olarak kabul edilen “şeyh”ler, “hoca”lar, “efendi”ler ve “cemâat”ları şimdilik bir yana bırakalım; asıl üzerinde durulması gereken kurum, bana göre, ülkemizde din hizmetlerini resmen yürüten Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Bu kurumun merkez teşkilâtındaki birçok değerli ismin, yukarıdan beri sıralamaya çalıştığımız görüşlerin önemli bir bölümünü paylaştıklarını, yaptıkları çalışmalarından biliyoruz.

Eğer paylaşılan bu görüşler ve teklifler doğru, uygun ve yerinde ise, onlara cesaretle sahip çıkılmalı, savunulmalı ve ülke çapında resmîleştirilmelidir. Bu işe, başta icracı bir kurum olduğu için Diyanet İşleri Başkanlığı ile ülkemiz İlâhiyat fakültelerindeki değişim ve gelişime kafa yorabilen, aklını kullanabilen ve “din”i ciddîye alabilme ferâset ve dirâyetine ulaşmış “aydın” araştırmacıların sahip çıkmaları gerekir.

Bunun için de, İslâm düşüncesinin yüzünü karartan, aklı ve bilgiye giden yolları kapatan zihniyetin terk edilerek çağdaş araştırma yöntemleriyle düşüncenin ihya ve inşasına yönelinmesi; Kur’ân’ın kendi tarihî bütünlüğü içinde okunması, anlaşılması ve anlatılması ile ilgili yaklaşım, özellikle sesli ve görüntülü yayın organlarında hemen her vesile ile gündeme getirilmeli; konular kısmen “vülgarize” edilerek ülkemizin her köşesindeki camilerde açıkça vatandaşlara öğretilmeli ve özellikle İmam-Hatip Liseleri müfredatı ve ders kitapları, İlâhiyat fakülteleri ve ilgili araştırma kurumlarının desteği ile en kısa sürede bu anlayışa göre yenilenmelidir.

Bana göre, yapılan ve yaptığımız yanlışlardan dönülebilmesi ve “doğru din”in ikame edilebilmesi için tutulacak en gerçekçi yol ve yöntem, akl-ı selîm sahibi kimselerin üzerinde çok büyük ölçüde ittifak ettikleri bu yaklaşım ve anlayışın mutlaka hayata geçirilmesidir, vesselâm!

*Dokuz Eylül Üniversitesi, Din Bilimleri Enstitüsü “Bahar Yarıyılı Konferansları” 21 Nisan2011, İzmir-D.E.Ü.Sabancı Kültür Merkezi





[1] Bu konularda, isabetli tespit ve değerlendirmeler ihtiva eden ve yakın zamanda dilimize çevrilen şu eser okunmaya değerdir: Georges Corm, 21. Yüzyılda Din Sorunu, çev. Şule Sönmez, İstanbul: İletişim Yay. 2008.

[2] C.A.Ronan, Bilim Tarihi, Tübitak, Akademik Dizi, Ankara 2003, s.223 vd.

[3] Krş. Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, 57 vd.

[4] İmam Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, 172’den Sönmez Kutlu, “Mâturîdî Akılcılığı ve Günümüz Sorunlarını Çözmeye Katkısı”, e-makâlât Mezhep Araştırmaları, II/1 (Bahar 2009), 11.

[5] T. Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, çev. Süleyman Ateş, Ankara: A.Ü.İ.F.Yay. 1975, 61.

[6]  Izutsu, aynı eser, 126 vd.

[7] İzutsu, aynı eser, 64.

[8] Ahmed Emin, Fecru’l-İslâm, Kahire 1965, 41 vd.

[9]  Yk. Bkz. not: 4.

[10] İ. Güler, Allah’ın Ahlâkîliği Sorunu, Ankara: Ankara Okulu 2002³, 18.

[11] İ. Güler, aynı eser, 23.

[12] Bkz. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, çev. Bekir Topaloğlu, İstanbul: İSAM Yay. 2003, 224 vd., 229-230.

[13]  İ. Güler, Sabit Din Dinamik Şerîat, Ankara: Ankara Okulu Yay. 2002², 9-37.

[14]  Krş. N. Calder- M.B. Hooker, “Shariah”, EI², IX, 321(CD-ROM Edition).

[15] “Bilmiyor musun ki, Allah’ın resûlleri –Allah hepsine salât ve selâm eylesin- muhtelif dinlere mensup değillerdi. Hiçbiri kendi kavmine, kendisinden önce gelmiş olan resûlün dinini terk etmeyi emretmemiştir. Çünkü peygamberlerin dini birdir. Buna mukabil her resûl kendi şeriatına davet ediyor, kendinden önceki resûlün şeriatına uymaktan nehyediyordu; zira resûllerin şeriatları çok muhteliftir. Bundan dolayı, Allah, Kur’an-ı Kerîm’de “Sizin her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı” (5.Maide,48) buyurmuştur. Allah, bütün peygamberlere tevhid demek olan dinin ikamesini, dinlerini tek bir din kıldığı için de ayrılmamalarını emretmiştir. “O, size, dinden Nuh’a emrettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Mûsa’ya ve İsa’ya emrettiğimizi; dini doğru tutun ve ondan ayrılığa düşmeyin diye, kanun yaptı.” (42.Şûrâ,13). “Senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki, ona, ‘Ben’den başka hiçbir ilâh yoktur, ancak Bana ibadet edin’, diye vahyetmiş olmayalım” (21.Enbiya,15), “Allah’ın yarattığı değiştirilmez, en doğru din budur” (30.Rum,30).  Yani Allah’ın dini değiştirilemez. Nitekim din, tebdil, tahvil ve tağyir edilmemiştir. Şeriatler ise tebdil ve tağyir edilmiştir. Zira birtakım şeyler bazı insanlar için helâl iken, Allah onları diğer insanlara haram kılmıştır. Birçok emir vardır ki, Allah onların yapılmasını bir kısım insanlara emrettiği halde diğer insanları, onları işlemekten nehyetmiştir. O halde, şeriatler çok ve muhteliftir. Şeraitler, farz kılınan şeylerdir. Eğer Allah’ın bütün emrettiklerini yapmak ve bütün nehyettiklerinden kaçınmak din olsa idi; bu durumda Allah’ın emrettiklerinden herhangi birini terk eden yahut nehyettiklerinden herhangi bir şeyi işleyen kimse, Allah’ın dinini terk etmiş ve kâfir olmuş olurdu. Bu durumda kâfir olan kimsenin de müslümanlarla kendi arasında cereyan eden nikâhlanma, miras, cenazesinin peşinden gitmek, kestiklerini yemek ve benzeri hususlar ortadan kalkmış olurdu. Oysaki Allah, mü’minler arasında can ve mallarının korunup haram kılınmasının sebebi olan îman dolayısıyla bu hususları farz kılmıştır. Allah, mü’minlere farz olan şeyleri, onların dini kabul etmelerinden sonra emretmiştir: “İman eden kullarıma söyle, namazı dosdoğru kılsınlar.” (14.İbrahim,31) “Ey îman edenler, size kısas farz kılındı…” (2.Bakara,178), “Ey îman edenler, Allah’ı çok anın…” (33.Ahzab,41) âyetleri ve benzerleri bu hususu belirtmektedir. Eğer farz kılınan şeyler bizatihi îman olsaydı, Allah o amelleri işleyinceye kadar kullarını mü’min olarak isimlendirmezdi. Oysa ki Allah, îman ve ameli ayırmıştır. “Îman eden ve salih ameller işleyenler…” (103.Asr,2vd.), “Hayır, kim muhsin olarak îmanıyla bütün varlığını Allah’a teslim ederse…” (2.Bakara,112), “Kim de mü’min olarak âhireti diler ve onun için çalışırsa…” (17.İsrâ,19) âyetlerinde îmanın amel olmadığı tesbit edilmiştir. O halde mü’minler, îmanlarından dolayı namaz kılar, oruç tutar, zekât verir, hacceder ve Allah’ı zikrederler. Yoksa namaz, zekât, oruç ve haccetmekten dolayı îman etmiş olmazlar. Bu onların îman ettikten sonra amel işleme durumlarını ortaya koyar… Bkz. İmam Âzam’ın Beş Eseri: El-Âlim ve’l-Müte‘allim, çev. Mustafa Öz, İstanbul 1992, 12–13.

[16] Krş. Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık (İslâm Eğitim Tarihinde Fikrî Bir Geleneğin Değişimi), çev. Alpaslan Açıkgenç-M.Hayri Kırbaşoğlu, Ankara: Fecr Yayınevi 1990; Roger Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, çev. Cemal Aydın, İstanbul: Pınar Yay.1990; aynı yazar, İslâm’ın Va’dettikleri, çev. S. Akdemir, İstanbul: Pınar Yay.1984; aynı yazar,   Entegrizm, çev. K.Bilgin Çileçöp, İstanbul 1995; E.R.Fığlalı, Din ve Laiklik Üstüne Düşünceler, 2001; aynı yazar, Günümüz İslâm Mezhepleri, İzmir: İzmir İ.F.V.Yay. 2008, 37 vd.

[17] Krş. M.A. Shaban, Islamic History: A New Interpretation, I, Cambridge 1971, s.15. Ayr. krş. Hamid Dabaşî, Peygamber’in Gelişinden Emevî İdaresine Kadar İslâm’da Otorite, çev. Süleyman E. Gündüz, İstanbul: İnsan Yayınları 1995, 15 vd., 39 vd., 63 vd., 83 vd.

[18] Smith, “The Concept of Shari’a Among Some Mutakallimun”, Arabic and Islamic Studies in Honor of Hamilton A.R.Gibb, ed. George Makdisi, Leiden 1965, 586, 590’dan İ. Güler, aynı eser, 29–30.

[19]  Bkz. Hüseyin Atay, Kur’an’a Göre Araştırmalar. IV, Ankara: Semih Ofset 1995, 84–104.

[20] Süleyman Uludağ, “Osmanlı ulemasının eserlerini, şerhlerini ve haşiyelerini medreselerde çağlar boyu okutmuş olduğu müelliflerden hiç biri Maturidî mezhebinden değildir… Osmanlı uleması ismen Maturidîdir, ama aslında ve hakikatte Eş’arîdir…” dedikten sonra Osmanlının Eş’arî oluşunu da şöyle açıklar: “İlk defa medreseleri kurmuş olan Nizamulmülk’ün Eş’arî olması, yaptığı ve açtığı “Nizamiye Medreseleri’nde Eş’arî âlimlerini görevlendirmesi [Rektörlüğüne Gazzali atanmıştı. İ.G.] bu geleneğin Büyük Selçuklu Devleti’nden sonra Anadolu Selçuklu medreselerinde de aynen devam etmesi, Osmanlı medreselerinin ve ulemasının bu ilim ve eğitim geleneğinin dışına çıkamamasında etkili olmuştur.” Kelam İlmi ve İslam Akaidi, İst.1980, 23, 34’ten İ. Güler, aynı eser, 26, 27.

[21] Nadim Macit, Dünya Kurmak: Eylem ve Değişim –İslâm Dünyasının Geleceği-, Ankara: Berikan Yayınevi 2009², 521. Bu konuda ayrıca krş.: N.Macit, Küresel Güç Politikaları: Türkiye ve İslâm, Ankara: Sarkaç Yayınları 2011 (4.Bs.).

*****

Yazar Sayın Ethem Ruhi FIĞLALI'ya ve yazıyı paylaşan Sayın Sadık K. TURAL'a (Allah, onlardan razı olsun. İnşallah) aleni teşekkür ederim. 

DEĞERLENDİRİLMESİ VE HERKESE AÇIK VE YAYGIN OLARAK PAYLAŞILMASI UMUT VE DİLEĞİ İLE "DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI" YETKİLİ VE SORUMLULARININ  DİKKAT VE İLGİSİNE...

M. Kemal Adal
11. Kasım. 2016 / İZMİR



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder