Prof. Dr.
Ethem Ruhi FIĞLALI
ÇAĞIMIZDA İSLÂM DÜŞÜNCESİNİN
SORUNLARI (*)
Ethem Ruhi FIĞLALI
Epey bir süre önce
bilgisayarlarımıza, çok doğru bir e-mektup geldi. Başlığı “Müslümanlar Neden Güçsüz?”.
Yazıda, dünyada yalnızca 14 milyon Yahudi bulunduğu; tek bir Yahudiye 100
Müslüman düştüğü; buna rağmen Yahudilerin bütün Müslümanların toplamından yüz
kez daha güçlü oldukları ifade edildikten sonra, ”Nedenini
hiç merak ettiniz mi?” Sorusu
soruluyordu. Pakistanlı yazar Dr. Faruk Selim’e göre cevap, “eğitim” idi. Bana göre de bu, böyle bir
soruya verilebilecek doğru ve isabetli cevapların başında yer alır.
Yazar, Yahudilerin / Hıristiyanların
sorgulayıcı, araştırıcı ve yaratıcı bir eğitim yaptıkları ve yaptırdıkları için
güçlü; Müslümanların ise din eksenli, sorgusuz, araştırmasız, ezberci bir
eğitimi, başka bir ifade ile yanlış eğitimi veya sıfır eğitimi tercih ettikleri
için bu kadar güçsüz olduklarını Einstein başta olmak üzere pek çok Yahudi
bilim adamını, filozofları, tabipleri, sanatkârları, iş adamlarını örnek
vererek ortaya koyuyor ve sonuç olarak, özetle, Hıristiyan dünyası, AR-GE’ye
Gayri Sâfi Millî Hâsılanın %5’i oranında pay ayırırken İslâm dünyası ancak %0,2’sini
ayırdığı için, bilgi üretebilecek kapasiteden yoksundur. Aynı şekilde İslâm
dünyası okuma özürlü olduğu için bilginin yayılmasını gerçekleştirmekte
başarısızdır. İslâm dünyasında, ileri teknoloji ihracatının toplam ihracat
içindeki payı son derece düşük bir düzeyde kaldığı için, bilgi uygulaması
gerçekleştirilememektedir. Gelecek ise bilgi temelli toplumlara aittir, diyor.
Bu durumda, insanlığın geleceğine hükmedecek
olanlar, bilgi temelli toplumlar olacağına göre, geçen yüzyıllarda ama daha ağırlıklı olarak
yirminci yüzyılda birçok yönden “sorun”
haline gelmiş, daha doğrusu “sorun” haline
getirilmiş[1] olan dinler, günümüzde, daha doğrusu yirmi
birinci yüzyılda, insanlık için çok
daha önemli bir olgu haline gelecektir.
Aynı zamanda bu dinler, özellikle
Doğu blokunun yıkılışından sonra, muhtemelen küreselleşmenin ağır kültürel
baskısının da etkisiyle olsa gerek, Musevîlik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi
dinler artık önlenemez bir yükselişe geçmiştir. Ama hangi açılardan?
Bu dinler arasında İslâmiyet,
düşünce dünyasındaki zenginlik ve gücüyle değil, kuzeyden-güneye, doğudan-batıya
dünyanın hemen her ülkesinde ve yine hemen her toplumun çeşitli katmanlarında
ya “el-Kāide” ile özdeşleştirilen “terör”, ya da Türkiye’nin, Malezya’nın ve daha
birkaç Müslüman ülkenin temsil etmesinin hararetle istendiği ve desteklendiği “ılımlı İslâm” “jargon”larıyla yer almaktadır.
Bu onun dışa yansıyan ve çoğunlukla
siyasetin kullandığı yanıdır.
Asıl üzerinde durulması gereken
nokta, günümüz dünyasının bildiği, tanıdığı ya da tanıdığını sandığı İslâm,
din ve düşünce olarak geleceğe egemen olacak mıdır ya da olabilir mi?
Kuşkusuz bu soruya mevcut
şartlarda, olumlu cevap verebilmek bir yana “muhtemelen”
diyebilmek bile ihtimal dâhilinde değildir.
Colin A. Ronan Bilim Tarihi [2]
başlıklı eserinde doğru ve haklı olarak şöyle bir tespitte bulunur:
“ (Bilim tarihi) İslâm kültürüne mensup düşünür, bilgin,
coğrafyacı, doğa bilimcisi ve hekimlerin, insanın doğa âlemi hakkındaki bilgi
birikimine önemli katkılarda bulunduğuna şüphe bırakmamaktadır. Bu, onların geç
dönem ortaçağ Batı dünyasına verdikleri mirasın bir kısmıdır. Diğer kısım ise,
daha önce gördüğümüz gibi, Yunan bilim eserleridir; bu eserler bazen doğrudan
doğruya bazen de İslâm kültürünün kalburundan süzülerek Batıya geçmiştir. İlk
Müslümanlar ve bütün İslâm dünyası, bilimler üzerine çalışmış ve önemli
katkılar getirmişse de, başarıları bir müddet sonra durmuş ve modern bilime
hiçbir zaman ulaşamamıştır.”
Neden?
Çünkü hemen her zeminde sürekli
gündemde olmasına ve hakkında -bu dine mensup olsun olmasın- hemen herkes “ahkâm” kesmesine rağmen İslâmiyet, bütün dünya
dinleri arasında bugün bile en az bilinen, en çok yanlış anlaşılan ve yanlış
anlatılan bir din durumundadır.
O halde işe
öncelikle durum tespiti ile başlamak yararlı olacaktır.
Tarih olarak bize en yakın
zamanın dini olarak hemen hemen her safhası kayıt altında olan ve tarihinin en
az ilk birkaç yüzyılı boyunca dünyaya “model bir
ahlâk ve bilgi toplumu” örneği sunabilmiş olan İslâm, bugün neden en
az bilinen, en çok yanlış anlaşılan ve yanlış anlatılan bir dindir?
İşte bu, cevap
vermemiz gereken önemli bir sorudur.
***
Bildiğimiz üzere
İslâm, pek çok açıdan karışık ve sorunlu bir topluma, Mekke’de, 610 mîlâdî
yılında Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilen ilk vahiyle başladı ve Medine’de 632
yılında tamamlandı.
Özetle İslâm
her türlü gelişmesini ve seyrini yakından takip edebildiğimiz Mekke-Medine
coğrafyasının 610–632 yılları arasındaki kesitini tarihî, siyasî, içtimaî,
ahlâkî ve kültürel yönden aksettiren ve bir “model”,
sanki bir laboratuar malzemesi olarak alınan bir bölgeden hareketle bütün
insanları “doğru yol”a ileten bir din’dir.
Bu dîn’in kitabı Kur’ân
da, “İslâm”ın insanlığın doğal
dini (religio naturalis) ve bu doğal /
tabiî dinin de, fıtrat dini (ed-dînu’l-fitra)
veya yaratılış dini, yani insanın hem dış hem de iç dünyasına uygun ya da
kısaca “dosdoğru inanç / din” olduğunu söyler [30. Rûm, 30].
İşte bu Kitâb’ın
ilk sözü olan “Oku”
emriyle risâlet görevine başlayan
örnek ve güvenilir insan Hz. Muhammed (s.a.s.), Cahiliye devri denen İslâm
öncesi Arap coğrafyasını ve hattâ insanlığın inanç sistemini temelinden sarsmış
ve tarihin akışına girerek ona müdahale etmiş, değiştirmiş ve insanı süreklilik,
yani istikrar içinde bir inanç ve ahlâk dairesinde
yaşamaya ve en önemlisi de üreteceği
bilimsel bilgi ve uygulamalarla “emrine
müsehhar kılınmış ve insana bir emanet olarak verilmiş” evreni bozmadan ve tüketmeden geliştirmeye, sırlarını çözmeye ve korumaya çağırmıştır.
Oysa tevhîd, diğer ilâhî dinlerin olduğu gibi,
İslâm’ın da vazgeçilmez şartıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de,
“Gerçek şu ki, bu (tevhîd ve
İslâm dîni), bir tek din olarak sizin dininizdir. Ben de sizin Rabbinizim. O
halde başkasına değil, Bana kulluk edin.” [21. Enbiyâ, 92] buyurulmaktadır.
T
e v h î d’ i genel anlamda “Kelime-i Tevhîd”, yani “Lâilâhe illallah
Muhammedun Resûlullah” [Allah’tan
başka ilâh yoktur Muhammed Allah’ın Resulüdür] ifade etmektedir.
Kur’ân-ı
Kerîm, varlıksal / ontolojik açıdan tek önceliği
Allah’a verir. Bunun böyle olması da son derece tabii ve doğrudur. Kur’ân’ın sayfaları arasında zikredilen her türlü kıssa,
inanç, ibadet ve ahlâk esasları da kesinlikle “zanna”
dayanmaz, ama “gabya îmânı” yani Allah’a
îmanı şart kılan vahyin “doğru” bilgisine
dayanır.
Vahyin gerçek yönü de, Allah
katındaki hakikattir.
Bu hakikati
görebilmek, idrak edebilmek ve lâyık-ı vechile kavrayabilmek için, şuurlu bir
biçimde bilgiye ulaşma niyeti ile gerek maddî gerekse manevî sebep-sonuç
ilişkilerini keşfetmek, ortaya çıkarmak, sonra da samimiyetle inanmak şarttır.
Bir başka ifade ile insanoğlu, önce bilecek,
sonra da inanacaktır.
***
Esasen Kur’ân, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) emrolunan ve
onun da mü’minlere teblîğ ettiği “doğru yol”dan
ayrılmamak şartıyla, o güne kadar “ataların
izinden” yürümeyi sünnet bilmiş
Arapların bilmedikleri ya da kullanmaya yanaşmadıkları yeni bir şeyi mutlaka
yerine getirmelerini istemiştir. O da, insanların dinin hakikatini anlamak
için düşünmeleri ve akıllarını kullanmalarıdır.
Çünkü dinin
her türlü emir ve yükümlülükleri, bunları değerlendirme ve hakikatini anlama
gücüne sahip insana, insanın aklına yönelmiştir. Bu durumda Allah’a iman
etmenin ve O’nu tanımanın tek yolu da akıl’dır,
bilgi’dir.
Bu sebepten inanma
ile bilgi arasındaki ilgi ve ilişki meselesi, İslâm düşüncesinin çok önemli ve
temel konularındandır.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de iki yüz yetmiş beş yerde “düşünmüyor musunuz? Akıl erdirmiyor musunuz?” diye sorulmakta; iki yüz yerde “düşünme ve tefekkür” emredilmekte, on iki
yerde “dolaşarak araştırıp ibret alma”
ve altı yüz yetmiş yerde de ilim ve ilme teşvîk buyrulmaktadır.
Bu nevi ayetlerde tekrar tekrar gündeme getirilen
“düşünme”, “tefekkür”, “görme” ve “ibret alma” ifadeleri, Allah’ın varlığını
ispat ya da onunla ilgili delilleri bulmak için çabalamak değil; insanın
kendini bütünüyle Allah’a vererek ve O’na olan “bağlılığını”
unutmayarak Allah’ı “keşfetmek” ve O’nu “bulmak” yolunda
“gabya îmân” idrakini geliştirmesi
demektir.[3]
Kur’ân’a göre insanlar, artık zanna uymayı
terk ederek akıllarını kullanacak, Allah’ın nimetleri üzerinde düşünecek,
geçmiş olaylardan ibret alacak ve tamamını Allah’ın ayetleri olarak
vasıflandırdığı “evren”in hakikatini
anlamaya ve sırlarını çözmeye yönelecek, gözlerini ve gönüllerini öğrenmeye ve
bilmeye ve bilgi üretimine açacaklardır. Böylece onlar, artık girişecekleri
bu ciddî irâdî faaliyetin sonucunda da bilimsel bilgiyi en üst seviyelere
çıkararak onu Kur’ân’ın gösterdiği
istikamette insanlığın hayrına sunma becerisini göstereceklerdir,
göstermelidirler.
Kur’ân’ın inananları sürekli kendi iradeleri ve
gayretleriyle bilimsel bilgiye ulaşmaya teşvik özelliği, her şeyden önce, onun, körü körüne inanan
insanlar değil, bilgili, araştırıcı, soran, sorgulayan, düşünen ve akıllarını
kullanan bir aydın mü’minler topluluğu meydana getirmek isteğinin açık delilidir.
Esasen Kur’ân’ın
bu amacı, tekrar edelim ki, insanlara
ahlâk, tarih, coğrafya, hukuk, tıp, teknik ve benzeri alanlarda hazır
bilgiler vermek değil, onların îmân ve ahlâkî irade ile donanmış hikmet
sahibi, âdil ve aklını kullanan kimseler olarak, özellikle bu alanlarda “bilimsel bilgi”ye ulaşmaya çalışmalarını ve
elde ettikleri bilgileri aynı inanç ve ahlâkî yaklaşımla insanlığa sunmaları için gerekli yolları ısrarla
ve çok çeşitli örneklerle göstermektir.
***
Kur’ân-ı Kerîm, “düşünmek”, “tefekkür etmek”,
“ibret almak” şeklinde ifade edilen akıl üzerinde
ısrarla ve önemle durur. Kur’ân’a göre akıl, hakemdir ve doğruyu
eğriden ayırmak üzere başvurulan esaslı bir prensiptir.
Türklerin
itikadda mezhep önderi olarak kabul ettikleri İmam
Mâturîdî’ye göre de Allah aklı
yararlı ile zararlıyı belirlemede, iyi ile kötüyü ayırt etmede kullanılması
gerekli bir vasıta, bir araç olarak yaratmıştır.[4] En önemlisi de
akıl, insanı Allah’ın ayetlerini, yani evreni anlamaya ve sırlarını çözmeye muktedir
kılan insan yeteneğini ifade eder.[5]
Burada
Allah’ın ayetleri ile akıl arasındaki çok önemli bir ilgiye dikkatinizi çekmek
istiyorum.
Allah ile
insan arasında iki çeşit haberleşme vardır.
Biri
sözlüdür, her iki taraf da insanın dilini kullanarak meramını anlatır.
İkincisi ise
sözsüzdür. Allah, evrenin / tabiatın ayetlerini / delillerini; insan da
vücudunun hareket ve işaretlerini kullanarak meramını anlatır.
Her iki
halde de haberleşmeyi Allah başlatır. İnsan Allah’ın hitabına cevap vermek
durumundadır.
Tanrı’dan
insana doğru konuşmanın tipik bir örneği olan vahiy, hem Allah’ın sözlü
ayetlerini hem de tabiatın / evrenin sözsüz ayetlerini içerir ve Allah, bu
ikisi arasında bir ayırım yapmaz.
Çünkü bunların
her ikisini de ancak düşünen, araştıran, aklını kullanan öz akıl sahipleri anlayabilirler.[6] (İnne fî zâlike
le-ayâtin li-kavmin ya‘kılûne=Şüphesiz bunda nice deliller ve ibretler vardır;
fakat bunları anlayabilmek için aklın kullanılması gerekir.- 30. Rûm, 23–24)
“Ayet” kelimesi,
İslâm öncesinde de kullanılmıştır, ama o zaman dinî anlamda değil,
sadece ve daima tabiat ile ilgili olarak kullanılmıştır. Bu da, İslâm
düşüncesi ile Batı düşüncesi arasındaki farklılığın temel ayırım noktalarından
birini teşkil eder.
Bu
farklılığın işaret taşı varlık
kavramıdır.
Arap dili, maddî
varlıklar alanında fevkalâde zengin kelime ve kavram dağarcığına sahiptir.
Ancak bu dağarcıkta eksik olan çok önemli soyut kavramlardan biri, varlık kavramıdır.
Eski Yunan felsefesindeki “to einai / being” kavramı, Araplar tarafından “kâne=olmak”tan “kevn / oluş”, “vecede=bulmak”tan “vucide / bulunmak” kavramları
ile karşılanmaya çalışılmıştır. Bunlardan sadece “vücud”
kelimesi edilgen şekliyle “bulunmuş olmak”
şeklinde anlaşılarak Yunanca “einai / varlık”ın
Arapça karşılığı haline getirilmiştir.
İşte Batı düşüncesinde çok önemli bir yer
işgal eden “varlık bilimi/ ontoloji / ontologie
/ ontology ” meselesi de İslâm öncesi, hattâ İslâm sonrası Arap düşüncesinin,
maalesef, çok ilgilendiği bir konu olmamıştır.
Neden?
Çünkü “varlık” mücerret / soyut bir
meseledir ve Araplar da genel olarak “metafizik /
fizikötesi” âlemle pek ilgilenmemişlerdir de ondan.
Bedevî Arap
yalnız ferdî / bireysel ve müşahhas / somut şeylerle, daha doğrusu eşyanın
görünür yanıyla daha ilgili idi. Meselâ
onlar çevrelerindeki maddî varlıkları, eşyayı, bitkileri, hayvanları en ince
ayrıntılarına kadar inceler; her birine ayrı birer isim verir ve böylece
dillerinin zenginliği ile övünürlerdi. Her varlığın görünüşü ile böylesine
ilgilenen bu insanlar, ne yazık ki maddeden manaya geçip tek tek varlıklardan
küllî kavramlara ve soyuta ulaşamamışlardır.[7]
Dolayısıyla
varlığın cevherine ve sıfatlarına şümullü ve analitik bakabilmek, Arap aklının
yapamadığı şeydir. Mısırlı bilgin Ahmed Emin, bakın bu hususta ne diyor: [8]
Üstelik o (Arap), bir şeye baktığı
zaman fikrini tamamen o şeyle doldurmaz, onun zihninde uyandırdığı duygu ile
ilgilenir. Bir ağacın önünde durursa onun bütünüyle uğraşmaz, gözünü ağaçtaki
özel bir noktaya takar, meselâ kökünün düzgünlüğüne, dallarının güzelliğine
bakar; bir bahçenin önüne gelirse, bahçeye bir fotoğraf makinesi gibi bakmaz,
gözünü bütün bahçeye çevirmez, bir arı gibi çiçekten çiçeğe uçar ve her
çiçekten bir tad alır… Hâsılı Yunan aklı bir şeye bakınca ona küllî açıdan
bakar, bütün olarak onu inceler ve tahlil eder. Arap aklı ise onun içine
girmez, çevresinde döner, ondan çeşitli inciler alır, ama bunları bir ipe dizip
bir araya getirmez.
***
İşte Kur’ân’ın ısrarla gündeme getirdiği ve üzerinde durduğu akıl, felsefe ve teknik alanda
kullandığımız “akıl yürütme” ve “mantık” değil,
kalbin yani insanın manevî bütünlüğünün “akletme” (ya‘kılûn) faaliyetidir.
Kalbin/insanın
manevî bütünlüğünü akletmesi, yani aklî melekelerini çalıştırması, ahlâk ile
aralarındaki ilişkiyi sağlamlaştırması ve hattâ ahlâkla bütünleşmesi demektir. Çünkü Kur’ân’da “akletmek” ile “ahlâklı
olmak” sanki örtüştürülür. Nitekim “‘a-ka-le”
fiilinin türevlerinin kullanımları da buna işaret eder. Aslında
Türkçemiz,
“uslu” kelimesi ile bu örtüşmenin en ilgi çekici birlikteliğini
sunar. Dilimizde “uslu olmak”, “akıllı”, ama daha da fazlasıyla “ahlâklı olmak” demektir.
Buradan
nereye gelmek istiyorum?
Kur’ân-ı
Kerîm’e göre Allah’ın iradesi ve beyanı, ahlâkî değerin, ahlâk kanununun nedeni
değil; sadece insanların ahlâklı olmalarının, ahlâklı yaşamalarının nedenidir.
Yani ahlâkî bir değer ya da emir, Allah emrettiği ya da beyan ettiği için iyi
ve mükemmel değildir.
Fiiller
/ eylemler ve “şey”ler, vahiyden önce de, doğalarında iyilik ya da
kötülüğü taşırlar.
İnsan
aklederek bir fiilin veya bir ahlâkî değerin “doğru” ve “iyi” olduğunu
bulabilir. Esasen Allah da onu “iyi” ve “doğru” bir ahlâkî değer olarak
görmektedir.
İslâm
düşünce tarihinde iki önemli düşünce okulunun en meşhuru olan Eş’arîlik ise,
bu görüşün tam aksini savunur. Yani İlâhî irade, ahlâkî değerin ve ahlâk
kanunun nedenidir. Bunun anlamı kısaca şudur: İyi veya kötü, Allah öyle
istediği ve bildirdiği için iyi veya kötüdür.
Müslüman
yöneticilerin pek iltifat etmediği, ama aslında İslâm düşüncesinin çok değerli okullarından
Mutezile ve
Mâtüridîliğe göre ise insan, daha önce de söylediğimiz gibi, iyi veya kötünün iyilik veya kötülüğünü aklı ile bilir.[9] Bunun anlamı da
şudur:
İyi veya kötü olarak işlenen her işin
sorumluluk ve yükümlülüğü, doğrudan insana ve insanın aklına aittir.
Kur’ân’ın, yani İslâm’ın mesajının özü bu
olmasına rağmen, bu fevkalâde yüce mesajı hayata geçirme işinde her zaman
başarılı olunduğu söylenemez. Maalesef tarih boyunca bu özden, bu yüce
mesajdan ciddî sapmalar olmuş ve çok kötü bozulmalarla karşılaşılmıştır.
Nitekim her
din gibi Müslümanlık da bölgeler,
toplumlar ve toplumlara egemen olma hırsı ile yanıp tutuşan siyasetçiler ve din
bilginlerinin elinde dönüştürüldüğü “sistem”
açısından, önemli ölçüde aslî ve öz yapısından, temel mesajından uzak
bırakılmıştır.
Allah, “kendisiyle girişilen ahlakî ve varoluşsal ilişkinin
içinde, kendisiyle yeryüzünde karşılaşılan, insanlarla beraber olan, onlara şah
damarlarından daha yakın olduğundan kelâmcıların giriştiği gibi ‘ispat’ edilmesi
için bilmem kaç tane mantıkî güçlü delile ihtiyaç hissedilmeyen halkın ve
kalbin/gönlün Allah’ıdır.”[10]
Oysa bugün ulemanın
camilerde ya da halk için kaleme alınmış ilmihal kitaplarında insanımıza sundukları
Allah, hiç de sımsıcak, daima içimizde
ve beraber olduğumuzu hissettiğimiz “Vedûd”( Çok Seven, Çok Şefkatli) Allah değildir.
Meselâ bu anlayış sonunda, “Ehl-i
Sünnet’in (özellikle Eş‘arîliğin) Allah
ile insan arasında kurduğu ilişki, bir taraftan sonsuz merhamet; diğer taraftan
da sonsuz (mutlak) güç ilişkisi olduğu için (Adalet’e dayanmadığı için); ne
yapacağı belli olmayan, insana yaptıkları ve yapabilecekleri ölçülemeyen,
bilinemeyen, tahmin edilemeyen, istediğini yapan, insanî düzlemde anladığımız
ahlâk kavramlarıyla yapacakları ve yaptıkları (insana yaptıkları) anlaşılmayan
bir Allah tasavvuru ortaya”[11] çıkmıştır.
“Kadere karşı gelinmez”,
“Her
şey Levh-i Mahfûz’da yazılıdır; değişmez; değiştirilemez”,
“Allah’ın
yazdığı bozulmaz”,
“Hikmetinden
sual olunmaz”,
“Mukadderata boyun eğmek lâzım”,
ve benzeri yüzlerce söz ve duayı,
yerine göre, rızık için, ecel için ve en başta da kader için arka
arkaya sıralarız ve güya kendimize göre teselli vesilesi buluruz ya da
kendimizi temize çıkarırız.
Bu türlü davranışın anlam ve amacı, insana ait
olan, olması gereken sorumluluklar ve sonuçlarının doğrudan Allah’a atfedilerek
sorumluluktan kurtulma kurnazlığıdır.
Örnek mi? O
kadar çok ki…
Meselâ sıkça
karşılaştığımız trafik ve tren kazaları, maden ocaklarındaki grizu patlamaları,
depremler, heyelan, sel ve çığ felâketlerinden ya da en acısı, geçen yıllarda hac
sırasında vuku bulan tünel faciasında hayatını kaybeden binlerce insanın
ölümlerinden sonra, bu olaylarda can kaybına sebebiyet verenlerin ihmalleri
soruşturulacağı yerde, yetkililer tarafından hiç utanmadan ve sıkılmadan
bütün bu olup-bitenler “Allah’ın takdiri / takdîr-i
İlâhî” olarak nitelendirilmiş ve dolayısıyla kendi sorumlulukları
ortadan kaldırılmıştır.
Çok tehlikeli olarak da, olaylara bu türlü
yaklaşmakla sadece Allah’a suç isnad edildiği hiç akla getirilmemiştir.
Şüphesiz bu
hususlarda her şeyden önce insan hatasından söz edilmesi gerekir.
Nitekim
gelişmiş ülkelerde böyle bir kaza ya da afet vukuunda, sorumlular ve ilgililer
hemen sigaya çekilir.
Yine
gelişmiş ülkelerde, çok büyük şiddetteki depremlerde bile ciddî hasarlara rastlanmazken,
bizim ülkelerimizde insan ve bina kaybı çok yüksek oranlara çıkabiliyor.
Böylesi bir
durumda, ilgililerin ve sorumluların hemen soruşturulması ve gerekenin
yapılması istendiğinde ya da gelişmiş ülkelerde insana saygının tabii bir
gereği olarak soruşturma işinin mutlaka yapıldığı ve sorumluların -kimliklerine
bakılmaksızın- hemen cezalandırıldığı hatırlatıldığında,
“depremler, trafik kazaları, tünel çöküntüleri, sel baskınları vs. gibi toplu
ölümlere sebep olan afetlerde bizim bilemeyeceğimiz birtakım hikmetlerden”
dem vurulmakta, ama böylece -hâşâ- Allah’a
iftira edildiği düşünülememektedir.
Üstelik
böyle düşünen kafalar (!) “bu hikmetinden sual
olunmayacak musibetlerin ve âfetlerin” neden hep İslâm ülkelerinde
çok korkunç tahribata yol açtığına ise makul ve mantıklı bir cevap
verememektedirler.
Bu durumda
çok haklı olarak, böyle bir ‘Allah’
tasavvuruna ve O’nun insanlarla ilişkisini değişmez bir biçimde düzenleyen ‘kader’ teorisine sahip olan toplumumuzda nasıl
koruyucu hekimlik, trafik kazaları, çocuk ölümleri, çevre koruma ve benzeri,
insanın hayatını korumak ve kolaylaştırmak üzerine ciddi politikalar
geliştirilebilir? Kaderine inanan bir mü’min nasıl olur da toplumundaki
ekonomik ve sosyal fırsat eşitsizliklerini, sosyal ve ekonomik adaletsizlikleri, hattâ dinî sömürüyü ortadan kaldırmak için
mücadeleye girişebilir? tarzında onlarca hayatî sorular soruluyor, ama ilgililer
ve sorumlular nedense hiç işitmiyorlar.
***
Gerçekten
Allah’ın mutlak ve baş edilemez kudreti karşısında ezilen bir mü’minin,
Resûlullah ve ashabının yaptıkları ve bize örnek olarak bıraktıkları gibi,
tarihin akışını değiştirecek derecede ve güçte etkili ve dirayetli olabilmesi
mümkün değildir. Bu sonucu doğuran etkenlerin başında da, hiç şüphe yok ki, Sünnî/Eş’arî
öğretisinin ürünü olan din kültürü ve eğitiminin şekillendirdiği “edilgen insan tipi” yer almaktadır.
Bu eğitimde,
ahlâkın Allah’a izafe edilmesi hususunda ciddi kopukluk vardır.
Oysa ahlâk, uzmanların ittifakla belirttikleri
gibi, her şeyden önce bir “ilişki”dir.
Bir kişi ile bir kişi, kişi ile toplum, bir toplum veya bir insan ile Tanrı
arasında hür ve belirli bir niyete bağlı
(kasdî/amaçlı) bir ilişkidir. Bu ilişki bir davranış veya bir “tutum”a dayalı olan ve mutlaka bir sonuç ve
sorumluluk doğuran bir ilişkidir. Ahlâka konu olan eylem, ya medhi
(övgüyü/yüceltilmeyi) ve sevabı (ödülü); ya da zemmi (kınanmayı) ve ikabı
(cezalandırmayı) gerektirir.
Esasen Kur’ân açısından
bir eylemi ahlakî kılan şey, bu ahlakî ilişkiye katılan tarafların her
ikisine, yani fiili işleyen ile işlenene sağladığı mutluluk, sevinç, haz ve
fayda oluşudur.
İşte
bu noktada şu soruyu cevaplamakta zorlanıyoruz:
İslâm
düşüncesinde neden ahlâkın
objektifliğini savunarak onu büyük ölçüde “akıl”
ile temellendiren Mu’tezile ve Mâturidî okullarının öğretileri değil de,
subjektifliği savunarak “vahiy” ile izah eden Eş’arî okulunun görüşleri
resmîleştirilmiştir?
Acaba bunun
arkasında, kendilerine tâbi olanları Allah’ın mutlak kudret ve iradesi ile
O’nun değişmez takdîrini gerekçe göstererek itaata ve tereddütsüz bağlılığa
sevk etme becerisi gösteren yönetici ya da egemen sınıfın siyaseti mi
yatmaktadır?
Meselâ Mâturidî’ye
göre fiiller ve şey’ler, vahiyden önce de kendi doğalarında iyiliği/kötülüğü,
doğruluğu/yanlışlığı taşırlar. Aklen mümtenî, yani olması veya gerçekleşmesi
mümkün olmayanı vahiy de mümtenî görür. Aklen vacip/zorunlu/farz olanı vahiy de
vacip görür. Aslında vahiy, aklen mümkün olanı tasrih eder, açıklığa
kavuşturur. Zamanla insan, hevâ ve hevesine uyarak ahlakî normları
keyfîleştirdiğinden dolayı, Allah peygamber göndererek bunları düzeltir.[12]
Bu öğreti ise, çok açık ve
kesin bir biçimde, yapıp-etmelerinden dolayı doğrudan insanın sorumlu olduğunu;
çünkü onun işlediği fiillerini, aklı ve iradesi ile bizzat kendisinin tercih
edeceğini ve etmekte olduğunu göstermektedir.
♦ ♦ ♦
Şu ana kadar, İslâm mesajının aslî ve öz
yapısı içinde yeniden tanınması ve tanıtılması için, bu dinin esaslarının çok
iyi bilinmesi gerektiğine işaret etmeye çalıştık.
Bir de onun “evrensel”
ve “değişmez” olan yanı ile tarihî, mahallî
ve değişebilir olan yanlarının ya da “sabit din”
ile “dinamik şeriat”ın[13] Kur’ân’ın tarihî bütünlüğü içinde yeniden
okunup değerlendirilmesi ve bunu yaparken de tarih tenkitçiliği usullerine
hassasiyetle riayet edilmesi şarttır.
Şüphesiz bazı
istisnaları bulunmakla beraber sanki bir genel kuralmışçasına şu husus zikredilebilir:
Muamelât
yani dünya işi olarak mütalaa edilen yapıp-etmeler, hakkında nass bulunanlar da dâhil, tamamı ictihadî'dir. Bunlarla ilgili hususlarda, içinde bulunulan
şartlara göre gerekli düzenleme ve uygulamalarda bulunma yetki ve sorumluluğu Devlet'e aittir. Başka bir
deyişle, nass'larla yani Allah'ın ya
da Hz. Peygamber'in
emri ile bildirilen muamelât hükümleri, îman ve ibadetle ilgili olanları
hariç, örf ve âdetlerin değişmesi ile değişebilir.
Esasen Kur’ân-ı
Kerîm’de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “...
Sizden her biriniz için bir yol (şir‘aten) ve bir yöntem (minhâcen) belirledik...” [5. Maide, 48].
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, bu ayeti şöyle
yorumlar: Şir‘a,
zaman, mekân ve şartların değişmesiyle değişebilen fürû‘-i din;
minhâc
da değişmeyen, açık ve sonsuza dek kalıcı olan usûl-i dîn'dir.
Yani her milletin mensup olduğu peygambere indirilen ahkâm-ı
mahsûsa/özel hükümler (muamelât) birer şir‘a; Allah'a, peygambere,
ahirete îmân gibi dinlerin hepsinin ortak ve bir oldukları usûl de minhâc ' dır.
Buna göre ‘ed-din’in
evrenselliği/tarih-üstü oluşu Kur’ân-ı Kerîm’de çok açık bir biçimde ortaya
konmuştur:
“Allah,
Nuh’a emrettiği, sana da vahyettiğimiz, ayrıca İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya
emrettiğimiz dini, sizin için de din kıldı. O dini dosdoğru uygulayın, o konuda
asla ayrılığa düşmeyin. Senin davet ettiğin bu din/tevhid inancı müşriklere
ağır geldi. Oysa Allah dilediğini/ hidayet yolunu tercih edeni bu din için
seçer ve kendisine yönelenleri doğru yola ulaştırır.” [42. Şûrâ, 13].
Nitekim
meşhur tarihçi ve müfessir Taberî de bu ayetin açıklamasını yaparken Katade’den
naklen, Tevrat,
İncil ve Kur’ân’ın kendi
şeriatları bulunduğunu, ama ‘din’in, tevhîd ve Allah’ı birleme
anlamında, bütün peygamberler tarafından getirilmiş bir ve aynı din olduğunu
söyler.[14]
Esasen bu
ayetle Allah, her peygambere farklı biçimler içinde bildirilen kanun / kanun
yapma ve yol / yordam anlamında “ş e r e‘a / ş i r‘a” ile bütün
peygamberler için aynı ve tarih boyunca hiç değişmemiş olan Allah’ı birleme / tevhîd
anlamındaki “e
d – d î n” arasında kesin bir
ayırım yapmış olmaktadır. Buna göre “dîn” tek, “şerî‘at”lar
ise muhtelif ve çoktur. İmam Âzam Ebû Hanife, dinin
birliği ve şerî‘atların farklılığı konusunda, el-Âlim
ve’l-Müte‘allim adlı eserinde bu meseleleri çok güzel açıklığa
kavuşturur.[15]
Başka bir ifadeyle İslâm mesajının özünün ne olduğu meselesine
son derece titiz ve özenli bir biçimde ve yepyeni bir bakış açısı ile ve
cesaretle eğilinmesi ve yeniden keşfedilmesi; en önemlisi de bugüne kadar Kur’ân-ı Kerîm'in
müslümanlar tarafından hayata geçirilme yolu ve yöntemlerinin tenkitçi bir
gözle; cesaret ve açıklıkla ortaya konması ve gerektiğinde “tabu”ların yıkılması, ezberlerin bozulması, en
azından ciddî biçimde sarsılması gerekir.
Kur’ân-ı
Kerîm'in ilk inen ayetleri ve sureleri,
daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Mekke toplumunun hayatî meselelerinin
şirk (puta tapma), fakirlerin sömürülmesi, ticarî ve toplumsal ahlâksızlık ve
topluma karşı sorumsuz davranışlar olduğunu apaçık bir biçimde gösterir. O
kadar ki, İslâm'ın beş temel şartı bile sosyal adâlete ve insanların
eşitliğine, sorumluluk bilincine/takvâya, îmana, ahlâka ve bilgiye dayalı model
bir toplum kurmayı hedeflediğinin özetidir.[16]
Onun bu talebi, esas itibariyle, Hz. Peygamber’in önderliğinde ve
otoritesi altında yirmi üç yıl gibi kısa ve baş döndürücü bir hızla ve
toplumdaki ihtiyaç ve gelişmelere paralel olarak ortaya konmaya çalışılmış ve
birçok alanda da başarılı olunmuştur, denebilir.[17]
Hz. Peygamber'in Allah’ın Elçisi olarak görevini tamamladıktan sonra
toplumun yönetimini üstlenen ilk dört
halife, Kur'an’ın temel ilkeleri çerçevesinde ferdin ve toplumun ihtiyacı olan meselelere cevap bulmakta
kendilerini rahat hissetmişlerdir; çünkü onlar, Hz. Peygamber'in
sahip olduğu bütün vasıfları, en
azından peygamberliği şahıslarında toplayamayacaklarını biliyorlardı.
Hal böyle olmasına
rağmen maalesef çok erken dönemlerden itibaren ulema, yani İslâm bilginleri, ilk dört halifenin,
özellikle Hz. Ömer’in zihniyet ve uygulamalarını bir kenara koyarak, şerîat’ın da sabit ve evrensel olduğu, sadece
indirildiği 610–632 dönemini değil bütün zamanları kapsadığı yanlış kanaatına
ulaşmışlardır. Meselâ bu türlü düşünenlere göre, Kur’ân’daki
kavramlar, İslâm öncesi dönemde belli bir evrim sürecinden geçerek mevcut
halini almış ve vahiy içerisinde kullanıldıktan sonra bu gelişimini sürdürecek
kavramlar değil; Tanrı’nın indindeki mutlak hakikati temsil eden
kavramlardır. Bu yüzden de sonsuza kadar geçerli ve değişmezdir.[18]
Daha baştan itibaren İslâm’da îmân ve ibadet hükümleri dışındaki
muamelât ile ilgili şerîat hükümlerinin her zaman değişime açık ictihadî konular olduğu hususu, konunun akl-ı selîm sahibi uzmanları
tarafından sürekli yazılmış çizilmiştir. Buna rağmen, yöneticiler
tarafından, akılcı İmam Mâturidî ve Mu‘tezile mezhebinin anlayışı ve görüşü
yerine “statükocu” ve insanı “edilgen” kılan Eş‘arî öğretisinin Allah ve insan
görüşü egemen kılınınca, dinin yatay boyutunu oluşturan muamelât
hükümlerinden ibaret “şerîat” da,
maalesef, tıpkı “ed-dîn” gibi “değişmez”lik zırhına büründürülmüştür.
Bununla da yetinilmemiş, Hz. Peygamber’in
Sünneti ile sahabenin ve ilk devir ulemasının sözleri ve görüşleri de “dokunulmazlık”
sınırları içine alınarak tıpkı “şerîat” gibi “değişmez”lik imtiyazına
kavuşturulmuştur.
İslâm dünyasının bu fevkalâde yanlış ve hatalı anlayış ve uygulamanın
bedelini ne kadar ağır bir biçimde ödediği ortadadır. Yanlıştan dönülmediği
takdirde yine aynı bedeli, belki daha da ağır, acı ve acıklı bir biçimde
ödemeye devam edeceği de görülmektedir.
§
Hâsılı
özellikle miladî 8. yüzyıldan 11. yüzyıla
kadar, hukuk, felsefe, kelâm/teoloji, tarih, coğrafya ve edebiyat alanlarında
çok sayıda farklı ve önemli düşünce okulları doğmuş; asıl ve çok önemli olarak
da fen bilimleri, astronomi, tıp ve tabiat bilimleri alanında çok ciddî
çalışmalar yapılmış ve yeniliklere imza atılmıştır. Başka bir ifade ile
o asırlarda İslâm dünyası akıl egemen
bir düşüncenin aydınlığında yaşamış ve onurunu paylaşmıştır. Onun içindir ki, o
dönem, İslâm düşüncesinin Altın Çağı
olarak isimlendirilir.
İslâm düşüncesinin teşekkül
döneminden sonra, İslâm dünyasına, maalesef, yaşanan zamana, mekâna, toplumsal
yapı ve şartlara, hattâ o dine mensup toplumların etnik, antropolojik,
ekonomik, siyasî ve coğrafî şartlarına göre değişen, değişebilen ve değişmesi
son derece tabiî ve hattâ şart olan “şerîat”ın, sanki insanlığın müşterek
değerleri ve ahlâkî “normlar” bakımından
değişmez olan “ed-din” imişçesine çok katı ve kesin bir biçimde değişmez
ve sabit olduğunu ileri süren menfî bir zihniyet egemen olmuştur.
Siyasî ve idarî hayata egemen olan bu kötü
zihniyet, sadece Allah’ın bir Müslüman için îmanının ilk şartı olarak belirlediği
“aklı” değil, mantık dışı bir tutumla
“zamanı”,
yani “tarihi” de nerede ise bir soğutucuya
atıp orada donmaya terk etmiştir. Ayrıca bu zavallı “kafa”,
seleften bize intikal eden dinî metinlerin her türlü ihtiyaca cevap vereceğini
ve vermekte olduğunu iddia edebilecek derecede kalıplaşmış ve katılaşmış kör
bir taassuba ve cehalete demir atmıştır.
Aslında bu
zihniyet mensupları, yani “nass”ların ve tarihî mirasın kesinlikle
değişmezliğine ve sonsuza kadar “yeterliliğine”
inanmış olan “ulema” ve “siyasî yapı” ittifakı, sırtlarını, meşhur “mevrid-i nasda
ictihada mesâğ yoktur” hükmüne
dayayarak Allah’ın kutsallığını değil, kendi kutsallıklarını koruma altına
almak istemişler ve almışlardır da.
Acaba bugün, İslâm düşüncesinin Altın Çağı’nı ihyâ edebilmek adına, cesurca
bir adım atılarak ilk ve sonraki nesillerin zengin tarihî mirası da
değerlendirilerek Kur’ân’ın özüne giden anayola çıkılamaz
mı?
Bana göre yapılabilir, yapılmalıdır da..
Ama bunun için öncelikle ve önemle, Kur’ân’ın aslâ yer vermemesine rağmen, teşekkül
döneminden sonra insanı ve insanları da “mutlak
ve gerçek ilim otoritesi”[19] olarak kabul
eden ve tarihî mirasın değişmezliğini bir “din”
haline getirmiş olan mevcut ve maalesef yaygın zihniyete karşı amansız bir
savaş açılmalı; çetin ve sürekli bir fikrî mücadeleye, bilgi savaşına
girişilmelidir.
Oysa biliyoruz ki, İslâm
düşüncesinin temeli, bilimsel düşünce, araştırma, sorma ve sorgulamadır.
İşte atalarını körü körüne taklid eden, olayların ve olguların sebep-sonuç
ilişkilerine itibar etmeyen ve zanna göre hüküm veren, bilmediği şeyin ardına
düşen ve aklın reddedeceği benzeri olumsuz davranışları benimseyenler,
akıllarını kullanarak sormayı, sorgulamayı ve araştırmayı bırakıp yerine geleneğe
sarılmışlardır. Neticede de düşüncenin dondurulması, taklid, gözlem
yerine tasavvur, dar görüşlülük ve dinin yöneticiler eliyle siyasallaştırılması
doğal hale sokulmuştur.
Öncelikle bu Kur’ân dışı zihniyete
karşı çok kapsamlı ve dikkatli bir mücadeleye girişilmelidir.
Girişilecek
bu mücadelenin ilk adımı da, bütün
dinlerin merkezini oluşturan tanrı ile ona muhatap olan insanın İslâm’daki
yerlerinin akılcı bir yaklaşımla ve isabetli bir biçimde tespit edilmesi ve
tezahürlerinin çok iyi görülüp gösterilmesi ile atılmalıdır. Çünkü dinlerin iyi
okunup “doğru” anlaşılması ve
anlatılabilmesi, o dinin tanrı-insan-evren tasavvuru ile doğrudan ilgilidir.
Şu anda ülkemiz Müslümanları
dâhil dünya müslümanlarının çok büyük bir çoğunluğunun Allah tasavvuru, Eş’arî
kelâmının belirlediği ölçüler çerçevesinde Allah’ı “Mutlak
Güç ve Kudret” ile aynîleştiren ve dolayısıyla O’nu bu yolla tenzih
eden bir anlayıştır. Kendilerini “amelde Hanefî,
îtikadda Mâturidî” olarak kabul eden Türk insanının Selçuklu ve Osmanlı
dönemlerinden bu yana bu anlayışı bugün de ısrarla sürdürmeleri, doğrusu “İRONİK”
bir durumdur.[20]
Ontik olarak Allah’ın mutlak güç
ve kudret sahibi olması son derece doğrudur, mantıkîdir ve kesindir. Ancak
Eş’arî kelâmı ve onu kullanan siyaset, Allah ile insan arasındaki ilişkiyi
yeryüzü egemenliğinde insana atfedilen “halife”
metaforuna yükleyerek “ilâhî güç” ile “siyasî güç” arasında kopmaz bir ilişkinin
varlığını kullanma hatasına düşmüştür.
Nitekim
bunun ilk çirkin örneğini, Emevî
Devleti’nin ilk sultanı Muaviye b. Ebî Sufyan, önce Hz. Ali’ye hemen
sonra da Hâricîlere ve diğer müslümanlara karşı sergilediği adâletten uzak,
haksız ve zulüm dolu icraatını, fütursuzca “Allah’ın
kaderi” olarak O’na yüklemekle ortaya koymuştur. Artık o, “Allah’ın Halifesi” sıfatıyla giriştiği her keyfî
icraatını, “Allah’ın kaderi” olarak “hikmetinden sual edilemeyen Allah”a havale
etmekle, yani ilişkideki Allah’ın fiillerinin sınırını ortadan kaldırmakla,
kendine, yani insana ait olması gereken sorumluluk ve yükümlülükten
kurtulacağını sanmıştır.
Oysa biz
biliyoruz ki, Mu’tezile
ve Mâturidî kelâmına göre Allah ile insan arasında tamamen hür/özgür iradeye
dayanan, kuralları ve sınırları belli ahlâkî bir ilişki söz konusudur. Şüphesiz
Allah, varlıksal olarak / ontik anlamda, mutlak güç ve kudret, mutlak ilim
ve mutlak irade sahibidir; ama insanla ilişkisi kesinlikle sadece güç ve
kudrete değil, hikmet ve marifete, sevgi ve merhamete, adâlet ve ahlâka, yani sünnetullah’a,
yani son derece düzgün ve sağlam kurallar çerçevesinde işleyen Allah’ın koyduğu
değişmez kanun ve kurallara dayanır.
***
O halde daha önce sorduğumuz soruyu
burada yeniden sorabiliriz:
Acaba bugün, cesurca bir adım atarak Kur’ân’ı inzal edildiği dönemin
şartları çerçevesinde anlayamaz mıyız?
Ve yine Kur’ân yeniden keşfedilerek içinde bulunduğumuz
şartlara göre cesaretle ve serbestçe okunamaz ve yorumlanamaz mı?
Bana göre bunlar pekâlâ mümkün
olabilir ve mutlaka da “mümkün”
kılınmalıdır. Bildiğimiz gibi, İslâm tarihinin sayfaları, maalesef, Kur’ân’ın
engin, derin ve bir o kadar da parlak yüzünün önce Hâricîler, daha sonra
sırasıyla Sünnîler ve Şiîler tarafından, ağırlıklı olarak kendi siyasî ve zaman
zaman da îtikādî ihtirasları ya da dar kalıplara hasredilmiş kısır görüşleriyle
nasıl dondurulduğunun, karartıldığının, sığ, yetersiz, kaba, hoyrat ve itici
hale düşürüldüğünün sayısız örnekleri ile doludur.
Bu yetersizlik, sığlık ve kabalık, bugün, dinde
aşırılıkla zirveye ulaşmıştır. Artık
ibadette, günümüz teknolojisi ile yarışır, hattâ onu aşar bir şekilde “otomasyon” gerçek kılınmıştır. Şekle ve
görünürlüğe dayalı dindarlık, her alanda egemendir. O kadar ki, Ömer Lütfi
Mete’nin araştırmasının kapağına koyduğu “Aşksız,
Zevksiz… Allah’sız Müslümanlık” başlığı, günümüz Müslümanlığının
durumunu anlatmaya yeter.
Hemen hemen her vesile ile söylediklerimi, bir kere de burada tekrar etmek istiyorum.
Çağdaş bilimin çok büyük gelişme kaydettiği, ama bu bilimi
kullanan ya da satın alma durumunda olan kitlelerin de ahlâksızlık, insafsızlık
ve adaletsizliği akıl ve mantığın kabul edemeyeceği bir biçimde
yaygınlaştırdıkları bir dönemde, yani küreselleşme kıskacına takılmış İslâm
dünyasının içinde bulunduğu bu zavallı ve ezik durumdan kurtarılması; İslâm düşüncesinde bir yeniden doğuşun
gerçekleştirilebilmesi için bütün gücümüzle uğraşmak hayatî bir zarurettir; ama
aynı zamanda mutlak anlamda bir îman borcudur.
Gerçi ülkemizde yirminci yüzyılın son çeyreğinden bu yana, Kur’ân’ı
anlama ve anlatma, İslâm düşüncesini yeniden okuma, inşa etme ve benzeri
konularda, yaşlı-genç akademisyenler tarafından çok önemli ve ümit verici
çalışmalar yapılmış ve yapılmaktadır.
Ancak bu çalışmaların, ülkemizin resmî ya da gayr-i resmî
mercîlerinde gönül hoşluğu ile kabul gördüğünü söyleyebilmek maalesef mümkün
değildir.
Tam tersine bazı kesimler, Kur’ân’ın
yeniden okunması ve onun talep ettiği model bir ahlâk ve bilgi toplumu
esaslarının yeniden ortaya konması ve İslâm düşüncesinin küreselleşmenin
tasallutundan kurtarılması; genelde îtikādın özelde de “Allah”ın
“teslimiyetçi” kadercilikten tenzîh
edilmesi, aklanması; İslâm düşüncesine inanan herkesin “Allah’ın
ayetleri” olarak bildirilen evrenin sırlarını çözmek için her alanda
üretici ve yaratıcı olmaları gerektiğini savunan araştırıcılara, yapmakta
oldukları çalışmalarının ya da tekliflerinin eğer varsa yanlışlıklarını gündeme
getirip tartışacakları yerde, cehaletin ve “bedevî zihniyeti”nin tipik refleksi
ile, “zındık”, “kâfir” ve en hafif olarak da “müsteşrık bozması” yaftası yapıştırmakta ve
dolayısıyla bu genç insanların cesaretlerini kırmaya çalışmaktadırlar.
Meseleyi bu çerçevede gören ve bu sakîm zihniyeti sözde “din” adına baş tacı edenler, aslında Nadim
Macit’in[21], İslâm dünyası,
ekonomik, teknolojik ve politik alanda insani bir model geliştirememiş olmasına
rağmen, kendisinin manen, ahlaken ve toplumsal olarak sağlıklı olduğunu
tereddütsüz kabul etmekte ve bunu ısrarla savunmaktadır. Kendi kendini
aldatmanın somut verisi olan bu durum, çağın en büyük yalanıdır, sözleriyle
özetlenebilecek tespitine tıpatıp uygundurlar.
Maamafih bu hususlarda Müslümanların bir kesimini kendi “din”lerine bağlamış ve tartışmasız aşılmaz
îman ve ilim otoriteleri olarak kabul edilen “şeyh”ler,
“hoca”lar, “efendi”ler
ve “cemâat”ları şimdilik bir yana bırakalım;
asıl üzerinde durulması gereken kurum, bana
göre, ülkemizde din hizmetlerini resmen yürüten Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Bu kurumun merkez teşkilâtındaki birçok değerli
ismin, yukarıdan beri sıralamaya çalıştığımız görüşlerin önemli bir bölümünü
paylaştıklarını, yaptıkları çalışmalarından biliyoruz.
Eğer paylaşılan bu görüşler ve teklifler
doğru, uygun ve yerinde ise, onlara cesaretle sahip çıkılmalı, savunulmalı ve
ülke çapında resmîleştirilmelidir. Bu işe, başta icracı bir kurum olduğu için
Diyanet İşleri Başkanlığı ile ülkemiz İlâhiyat fakültelerindeki değişim ve
gelişime kafa yorabilen, aklını kullanabilen ve “din”i
ciddîye alabilme ferâset ve dirâyetine ulaşmış “aydın”
araştırmacıların sahip çıkmaları gerekir.
Bunun için de, İslâm düşüncesinin
yüzünü karartan, aklı ve bilgiye giden yolları kapatan zihniyetin terk edilerek
çağdaş araştırma yöntemleriyle düşüncenin ihya ve inşasına yönelinmesi; Kur’ân’ın kendi tarihî bütünlüğü
içinde okunması, anlaşılması ve anlatılması ile ilgili yaklaşım, özellikle
sesli ve görüntülü yayın organlarında hemen her vesile ile gündeme getirilmeli;
konular kısmen “vülgarize” edilerek ülkemizin her köşesindeki camilerde açıkça
vatandaşlara öğretilmeli ve özellikle İmam-Hatip Liseleri müfredatı ve ders
kitapları, İlâhiyat fakülteleri ve ilgili araştırma kurumlarının desteği ile en
kısa sürede bu anlayışa göre yenilenmelidir.
Bana göre, yapılan ve yaptığımız yanlışlardan
dönülebilmesi ve “doğru din”in ikame edilebilmesi için tutulacak en gerçekçi
yol ve yöntem, akl-ı selîm sahibi kimselerin üzerinde çok büyük ölçüde ittifak
ettikleri bu yaklaşım ve anlayışın mutlaka hayata geçirilmesidir, vesselâm!
*Dokuz Eylül Üniversitesi, Din
Bilimleri Enstitüsü “Bahar Yarıyılı Konferansları” 21 Nisan2011, İzmir-D.E.Ü.Sabancı
Kültür Merkezi
[1] Bu konularda, isabetli
tespit ve değerlendirmeler ihtiva eden ve yakın zamanda dilimize çevrilen şu eser
okunmaya değerdir: Georges Corm, 21. Yüzyılda Din Sorunu, çev. Şule
Sönmez, İstanbul: İletişim Yay. 2008.
[2] C.A.Ronan, Bilim
Tarihi, Tübitak, Akademik Dizi, Ankara 2003, s.223 vd.
[3] Krş. Fazlur Rahman, Ana
Konularıyla Kur’an, 57 vd.
[4] İmam Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, 172’den Sönmez Kutlu,
“Mâturîdî Akılcılığı ve Günümüz Sorunlarını Çözmeye Katkısı”, e-makâlât Mezhep Araştırmaları, II/1
(Bahar 2009), 11.
[5] T. Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, çev. Süleyman
Ateş, Ankara: A.Ü.İ.F.Yay. 1975, 61.
[6] Izutsu, aynı
eser, 126 vd.
[7] İzutsu, aynı eser, 64.
[8] Ahmed Emin, Fecru’l-İslâm, Kahire 1965, 41 vd.
[9] Yk. Bkz. not: 4.
[10] İ. Güler, Allah’ın Ahlâkîliği Sorunu, Ankara: Ankara Okulu 2002³, 18.
[11] İ. Güler, aynı eser, 23.
[12] Bkz.
Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd
Tercümesi, çev. Bekir Topaloğlu, İstanbul: İSAM Yay. 2003, 224 vd.,
229-230.
[13] İ. Güler, Sabit
Din Dinamik Şerîat, Ankara: Ankara
Okulu Yay. 2002², 9-37.
[14] Krş. N. Calder- M.B. Hooker, “Shariah”, EI², IX, 321(CD-ROM Edition).
[15] “Bilmiyor musun ki, Allah’ın resûlleri –Allah hepsine
salât ve selâm eylesin- muhtelif dinlere mensup değillerdi. Hiçbiri kendi
kavmine, kendisinden önce gelmiş olan resûlün dinini terk etmeyi emretmemiştir.
Çünkü peygamberlerin dini birdir. Buna mukabil her resûl kendi şeriatına davet
ediyor, kendinden önceki resûlün şeriatına uymaktan nehyediyordu; zira
resûllerin şeriatları çok muhteliftir. Bundan dolayı, Allah, Kur’an-ı Kerîm’de “Sizin her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah
dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı” (5.Maide,48) buyurmuştur. Allah, bütün
peygamberlere tevhid demek olan dinin ikamesini, dinlerini tek bir din kıldığı
için de ayrılmamalarını emretmiştir. “O,
size, dinden Nuh’a emrettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Mûsa’ya ve
İsa’ya emrettiğimizi; dini doğru tutun ve ondan ayrılığa düşmeyin diye, kanun
yaptı.” (42.Şûrâ,13). “Senden evvel hiçbir peygamber göndermedik
ki, ona, ‘Ben’den başka hiçbir ilâh yoktur, ancak Bana ibadet edin’, diye
vahyetmiş olmayalım” (21.Enbiya,15), “Allah’ın yarattığı
değiştirilmez, en doğru din budur” (30.Rum,30).
Yani Allah’ın dini değiştirilemez. Nitekim din, tebdil, tahvil ve tağyir
edilmemiştir. Şeriatler ise tebdil ve tağyir edilmiştir. Zira birtakım şeyler
bazı insanlar için helâl iken, Allah onları diğer insanlara haram kılmıştır.
Birçok emir vardır ki, Allah onların yapılmasını bir kısım insanlara emrettiği
halde diğer insanları, onları işlemekten nehyetmiştir. O halde, şeriatler çok
ve muhteliftir. Şeraitler, farz kılınan şeylerdir. Eğer Allah’ın bütün emrettiklerini
yapmak ve bütün nehyettiklerinden kaçınmak din olsa idi; bu durumda Allah’ın
emrettiklerinden herhangi birini terk eden yahut nehyettiklerinden herhangi bir
şeyi işleyen kimse, Allah’ın dinini terk etmiş ve kâfir olmuş olurdu. Bu
durumda kâfir olan kimsenin de müslümanlarla kendi arasında cereyan eden
nikâhlanma, miras, cenazesinin peşinden gitmek, kestiklerini yemek ve benzeri
hususlar ortadan kalkmış olurdu. Oysaki Allah, mü’minler arasında can ve
mallarının korunup haram kılınmasının sebebi olan îman dolayısıyla bu hususları
farz kılmıştır. Allah, mü’minlere farz olan şeyleri, onların dini kabul
etmelerinden sonra emretmiştir: “İman
eden kullarıma söyle, namazı dosdoğru kılsınlar.” (14.İbrahim,31) “Ey îman
edenler, size kısas farz kılındı…” (2.Bakara,178), “Ey îman
edenler, Allah’ı çok anın…” (33.Ahzab,41) âyetleri ve
benzerleri bu hususu belirtmektedir. Eğer farz kılınan şeyler bizatihi îman
olsaydı, Allah o amelleri işleyinceye kadar kullarını mü’min olarak
isimlendirmezdi. Oysa ki Allah, îman ve ameli ayırmıştır. “Îman eden ve salih ameller işleyenler…” (103.Asr,2vd.),
“Hayır, kim muhsin olarak îmanıyla bütün
varlığını Allah’a teslim ederse…” (2.Bakara,112), “Kim de mü’min olarak âhireti diler ve onun
için çalışırsa…” (17.İsrâ,19) âyetlerinde îmanın amel olmadığı
tesbit edilmiştir. O halde mü’minler, îmanlarından dolayı namaz kılar, oruç
tutar, zekât verir, hacceder ve Allah’ı zikrederler. Yoksa namaz, zekât, oruç
ve haccetmekten dolayı îman etmiş olmazlar. Bu onların îman ettikten sonra amel
işleme durumlarını ortaya koyar… Bkz. İmam
Âzam’ın Beş Eseri: El-Âlim ve’l-Müte‘allim, çev. Mustafa Öz, İstanbul 1992,
12–13.
[16] Krş. Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık (İslâm Eğitim Tarihinde Fikrî Bir Geleneğin
Değişimi), çev. Alpaslan Açıkgenç-M.Hayri Kırbaşoğlu, Ankara: Fecr Yayınevi
1990; Roger Garaudy, İslâm ve İnsanlığın
Geleceği, çev. Cemal Aydın, İstanbul: Pınar Yay.1990; aynı yazar, İslâm’ın Va’dettikleri, çev. S. Akdemir,
İstanbul: Pınar Yay.1984; aynı yazar, Entegrizm, çev. K.Bilgin Çileçöp, İstanbul
1995; E.R.Fığlalı, Din ve Laiklik Üstüne
Düşünceler, 2001; aynı yazar, Günümüz
İslâm Mezhepleri, İzmir: İzmir İ.F.V.Yay. 2008, 37 vd.
[17] Krş. M.A. Shaban, Islamic
History: A New Interpretation, I, Cambridge 1971, s.15. Ayr. krş. Hamid
Dabaşî, Peygamber’in Gelişinden Emevî İdaresine Kadar İslâm’da Otorite, çev. Süleyman E.
Gündüz, İstanbul: İnsan Yayınları 1995, 15 vd., 39 vd., 63 vd., 83 vd.
[18] Smith, “The Concept of
Shari’a Among Some Mutakallimun”, Arabic
and Islamic Studies in Honor of Hamilton A.R.Gibb, ed. George Makdisi,
Leiden 1965, 586, 590’dan İ. Güler, aynı
eser, 29–30.
[19] Bkz. Hüseyin Atay, Kur’an’a Göre Araştırmalar. IV, Ankara: Semih Ofset 1995, 84–104.
[20] Süleyman Uludağ, “Osmanlı
ulemasının eserlerini, şerhlerini ve haşiyelerini medreselerde çağlar boyu
okutmuş olduğu müelliflerden hiç biri Maturidî mezhebinden değildir… Osmanlı
uleması ismen Maturidîdir, ama aslında ve hakikatte Eş’arîdir…” dedikten
sonra Osmanlının Eş’arî oluşunu da şöyle açıklar: “İlk defa medreseleri kurmuş
olan Nizamulmülk’ün Eş’arî olması, yaptığı ve açtığı “Nizamiye Medreseleri’nde
Eş’arî âlimlerini görevlendirmesi [Rektörlüğüne Gazzali atanmıştı. İ.G.] bu
geleneğin Büyük Selçuklu Devleti’nden sonra Anadolu Selçuklu medreselerinde de
aynen devam etmesi, Osmanlı medreselerinin ve ulemasının bu ilim ve eğitim
geleneğinin dışına çıkamamasında etkili olmuştur.” Kelam İlmi ve İslam Akaidi, İst.1980, 23, 34’ten İ. Güler, aynı eser, 26, 27.
[21] Nadim Macit, Dünya
Kurmak: Eylem ve Değişim –İslâm Dünyasının Geleceği-, Ankara: Berikan
Yayınevi 2009², 521. Bu konuda ayrıca krş.: N.Macit, Küresel Güç
Politikaları: Türkiye ve İslâm, Ankara: Sarkaç Yayınları 2011 (4.Bs.).
*****
Yazar Sayın Ethem Ruhi FIĞLALI'ya ve yazıyı paylaşan Sayın Sadık K. TURAL'a (Allah, onlardan razı olsun. İnşallah) aleni teşekkür ederim.
DEĞERLENDİRİLMESİ VE HERKESE AÇIK VE YAYGIN OLARAK PAYLAŞILMASI UMUT VE DİLEĞİ İLE "DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI" YETKİLİ VE SORUMLULARININ DİKKAT VE İLGİSİNE...
M. Kemal Adal
11. Kasım. 2016 / İZMİR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder