ANAYURT GAZETESİ YAZARLARINDAN
SAYIN MEHMET ARİF DEMİRER'İN
NASİPSE YAKINDA YAYIMLANACAK OLAN
" ATATÜRK - Din ve Said Nursi – Fethullah Gülen "
BAŞLIKLI KİTABININ HAZIRLIK AŞAMASINDA YAPTIĞI ANKET SORULARINA ,
SAYIN SADIK KEMAL TURAL'IN
HER ZAMAN GÜNCEL VE GÜNCELLİĞİNİ YİTİRMEYEN CEVAPLARINI PAYLAŞMAKLA MUTLUYUM
M. Kemal ADAL.
SADIK KEMAL TURAL YAZISIDIR
SAYIN DEMİRER
Toplumdaki bazı tutumlardan yola
çıkarak ATATÜRK merkezli sorular
aracılığıyla, görüş bildirmesini düşündüğünüz kişilerden biri olmam
konusundaki düşünceniz için teşekkür ederim. Kitaplaşacağını
belirttiğiniz bu sorulara kısacık cevaplar vermek yerine , özlü fakat uzunca
olmaktan kurtulamayan cümlelerle karşılık vermeye çalıştım. Saygılarımla…
12 Şubat 2012 Sadık Kemal
Tural
1.Günümüzde Kemalizm ve Atatürkçülük
sözcüklerinin anlam yükü sık sık tartışılmaktadır. Sizce Kemalizm veya Atatürkçülük nedir ?
Bir toplumdaki, adalet, düşünce, inanç ve ticaret alanlarına ait düzeni
ve işleyişi sağlayan kararları veren güç odaklarının, ya büsbütün kaldırılmasına
veya bütünüyle değiştirilmesine inkılâp/devrim
denilir. İnkılâp, bir toplumdaki değer,
davranış ve kurumlardan, bir kısmının ya çok ıslah edilip değiştirilmesi,
ya tamamen yok edilmesi, yenilerinin yerleştirilmesi sonucunda oluşan büyük
değişim ve dönüşümlerin adı ve niteliğidir. Dünyadaki bazı inkılâplar, siyasî, hukukî, ve kültürel alanlardaki dönüşüm ve değişimlerle -başka toplumlarca da benimsenen-
bir düşünce ışığı niteliği kazanır. Bazı
inkılaplar ise, üretim , tüketim ve teknolojik yapılar ile ilişkilerdeki
büyük değişim ve dönüşümlerdir.
Bütün Nebi ve resuller birer inkılâpçıdır.
Firavun kelimesi bir unvan ve yönetim erki olma yanında , insanların inanç
ve emeklerini sömüren bir feodal yapının adıdır. Hz. Musa o çirkin yapının
inkılapçısıdır. Hz. Muhammed’in inkılâbını doğru anlamak için MS. 550–650
yılları arasındaki Arabistan Yarımadası toplumları ile Ön Asya ve Mısır tarihi
iyi bilinmelidir. Bu halkları sömüren hâkimiyet,
adalet, ticaret, fikir ve inanç feodalitesi yeterince öğrenilmeden, gerçekleşme
sürecine giren büyük değişimler anlaşılamaz. Fransız İhtilali, yalnız Fransa’da
değil, bütün Avrupa’daki kralların ve onlarla
doğrudan ilişkili çok küçük bir beslemeler grubunun dışında kalan insanların zaferidir; çünkü, geniş
kitleler, inançlarını, emeklerini ve bedenlerini—hem de kilisenin desteğinde --sömüren güçler karşısında, bir değişim zaferi kazanmışlardır.
Çarlık Rusya’sı
ile Mao’dan önceki Çin toplumunu, kısacası iki büyük kanserli toplum yapısını ve
halktan kopuk bencil yönetimi yeterince bilmeden, Lenin’in ve Mao Chetung ‘un
büyük inkılâplarını anlamak mümkün değildir.
Osmanlı yöneticileri, ticaretinin bir kısmını ‘kapitülasyon’ olarak,
diğer kısmını ise, yetersizliğinden dolayı,’ tedarikçi’ sayarak Avrupalı
devletlere verdiği hak ve yetkilerle halkın sömürülmesine yol açmışlardı. Osmanlı
toplumunda, Batılı büyük tüccarların biçimlendirdiği üretim, tüketim ve pazarlama (ithal, ihraç) işlerinden arta kalan
ticari faaliyet, büyük ölçüde gayrimüslimlerin elinde idi. Askerlik, çiftçilik
ve hayvancılığın Türklere kaldığı bu düzende
mutlu olan, sadece saray ve çevresidir. Osmanlı toplumunda, papazların,
keşişlerin, hahamların aracılığıyla
uhrevi olduğu kadar dünyevi meseleleri ve millî davaları—kendi dil ve millî
duyarlılıklarıyla-- konuşmayı benimsemiş kilise ve havraların cemaatleri, millî
varlıklarını sürdürdüler.
Osmanlı toplumundaki Müslümanlara
ait ibadethane ve dinî nitelikli kurumlaşmaların, dar anlamda (mezhep, tarikat
vb) cemaatleşmeyi başardığı halde, cemiyetleştirmek, bütünleştirerek
kalkındırarak, milletleşmeyi sağlamak konusunda ilgisiz ve etkisiz kaldığı herkesin bildiği
bir gerçektir. Cuma hutbeleri Arapça idi, halk bir şey anlamazdı. Osmanlı
toplumunda dinî hayat ve dinî bilgiler, iman, ibadet konularına ilişkin fıkıh
hükümlerinin arapça kavram bilgisi olarak tekrarına ve ezberlemeye dayanıyordu. Niçin
diyebilmek için anlamak ve bilinç
gerekir: Dinî eğitim, öğretim, Türkçenin neredeyse yer almadığı, millî
duyarlılığın ve bilinçlenmenin neredeyse
yok edildiği bir inanç alanı. Fetvaların ise, verenin şahsiyetinin damgasını
taşıdığını herkes bilir; söylenen kadar söyleyenin önem kazandığı fetvaların
değerlendirmesi ise, ayrı bir uzmanlık konusudur. Din, ölüme hazırlanma ve
ölümden sonrası için ayrılmış bir yaptırımlar sistemi olarak algılanmaya yatkın
hale getirildiğinden, orta yaşlıların ve özellikle yaşlıların dünyasına aitmiş
gibi bir görünürlük kazanmıştır. Vecd’e dayalı çok özel küçük grupların
toplumdaki konumu ve işlevi ise, hem dar,
hem etkisiz idi. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın
tanımladığı Müslüman profili yerine, Hz. Peygamberin örnek ahlâkı yerine, âyet
ve hadisleri tefsir ettiği söylenenlerin belirlediği yasaklar, kurallar. Menkıbe,
kıssa, ,mesnevi nitelikli hikâyelere bağlı ,hurafe ve/veya arap milliyetçiliğiyle
biçimlenmiş hükümler, Kur’ân ve
hadislerin tebliğ ettiği h i k m e t l e rden daha çok vitrinde. Bu tekrarcı ve/veya
“şeyhim buyurdu ki” nitelikli hükümlerin
yahut eski kitaplardaki bilgilerin Arapçaya yakın bir ifadeyle tekrarlanarak yaşatılması, dinî hayatı, genç
entellektüeller gözünde ilgilenilmez bir alana dönüştürmüş idi. Cehâletin varlığını sürdürmesi, inanç, emek ve toprak sömürerek yaşayan bazı
ailelerin işine geliyordu. Yönetim erki ise, altı yüz yıldır bir sülalenin
tasallutu (saltanat kelimesinin kökü) altında bulunuyordu. Toplumun büyük
çoğunluğu, hem cahil, hem yoksul, hem de
çaresiz idi. Böyle bir yapıda, bilimin , ortak aklın,
bulandırılmamış vahyin mürşit
olması beklenemez.
Bu durumu tespit eden Avrupa emperyalizmi, Osmanlı Devletini yıkmak ve
Türk milletini çökertmek için planlar yapmaya
başladı. Yüz yıllık planlamalar ve
çalışmalar, 19. Yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren uygulamaya konuldu. Emperyalizmin
‘hasta adam’ teşhisini koyduğu ve son bir darbe ile yok etme kararı aldığı
Osmanlı Devleti, 1912–18 yıllarında, siyasî, askerî, iktisadî, malî alanlardaki
savaşları kaybetti; ülke işgal edildi,”halife-sultan”ın benimsediği teslim
anlaşmaları, Mondros Mütarekesi ve Sevr Metni imzalandı.
Bu
acı gerçekleri bilmeden Millî Mücadele’yi de, Mustafa Kemal Atatürk’ü
de, Büyük Türk İnkılâbını da anlamak mümkün değildir. Millî Mücadele,
büyük inkılâbın emperyalizme karşı büyük derleniş ve karşı koyuş aşaması…
Mustafa Kemal Paşa, bu aşamada da, onun
önsözü sayılan Çanakkale’de de, tarihe damgasını vuran askerî
ve siyasî lider. Zaferden sonra ise, Atatürk damgalı büyük değişim ve
dönüşümler ile ikinci ve üçüncü aşamadaki inkılâplar. Osmanlı toplumundaki çözülmüşlük,
çaresizlik ve esir olmak / manda kabul etmek psikolojisinin
yok edilip, ayrışmışlığı giderici, bütünleştirici, cumhurlaştırıcı, bilincini Türk
tarihine ve çağdaşlaşmaya dayandıran bir
büyük inkılâp.
Sosyoloji, sosyal psikoloji ve siyaset
bilimine ait bilgisi olanlar ve insanlığın siyaset,
devlet ve teknoloji kavramları etrafında
geçirdiği büyük değişim, dönüşüm ve gelişimleri anlamaya yatkın bulunanlar
kavrayabilirler ki, Türk İnkılâbı mutlak bir ihtiyaçtan doğmuştur. Türk
İnkılâbı, kendine özgü bir yürüyüşle, boynu bükük, çaresiz, yoksul, büyük
ölçüde köylü/çiftçi bir toplumun çeşitli kesimlerini, siyasî, idarî, iktisadî
ve hukukî değer, davranış ve kurumlaştırmalarla, benzeştirip, yeni bir
dirilişin üyesi yapmıştır. Vatandaşlara sunulan yeni hayat şudur:
1.Cumhur olma;
yönetime ortak olup sahip çıkma hakkı .
2.Beşeri idrak ve akıl yürütmelerin
doğurduğu ihtiyaçlara dayalı laik hukuk ve adaletle yargılanma.
3.Camideki
hutbenin iletişim diline dönüştürülmesinin, Kur’ân’ın mealen Türkçeye
kazandırılmasının, sahih hadis külliyatının
Türkçe’ye çevirilmesinin sağlanması, ihtiyaç duyulan kurumlaştırmaların oluşturulması ile, d i n i
n, bilgiye dayalı samimi bir imana ve
ibadete dönüştürülmesi
4. İlk beş yılı zorunlu olmak üzere milli eğitimin tevhid-i tedrisat yasasına uygun şekilde yaygınlaştırılması.
5.
Gerek kentleşme, gerekse eğitimden aldığı pay açısından çağdaşlaşarak, h a l
k ı n yeni bilgi, bilim ve
teknolojilerle buluşturulması.
6. Milletin üretime ve tüketime katkıda bulunmaya
özendirilmesi; tarımda ve ara mallarda, üretimin küçük sanayi ile desteklenmesi
için, devletin, özendirici, öncü ve örnekliğinde yeni bir kalkınma ve refahtan
pay alma anlayışının benimsetilmesi
7.Gerek yaygın
eğitim, gerekse yaygınlaştırılmış örgün
eğitim kurumları aracılığıyla, hem okur-yazarlığın, hem de, vatandaşlaşma
bilgi ve bilincinin artırılması.
8. Bağımsızlık,
cumhuriyet, çağdaşlaşmanın bekçisi olan TBMM’nin, adalet, bilim ve eğitim kurumlarının korkusuzca işlemesinin, yürütmenin
verimlice çalışmasının bekçisi ve teminatı olmak üzere, millî ordu’nun, siyaset, ticaret ve inanç odaklarınca teslim
alınmasının önlenerek- daima- güçlü tutulması.
En eski kaynaklara ulaşılarak, Türk tarihini ve dilini,
milletleşmenin, çağdaşlaşmanın ve kalkınmanın
temeli yaparak, kültürün zenginleştirilmesinin, millî bütünleşmenin ve millî
demokrasinin kökleşmesinin sağlanması, Atatürkçülüğün benimsediği değer ve ilkelerdir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün 1920-1938 yılları arasında bir kahraman-lider olarak söyledikleri, yaptıkları ile yaptırdıklarının
arkasındaki devlet ve millet anlayışının getirdiği değer, ilke,amaç, hedef
ve ışıkların biçimlendirdiği inkılâbın adı “Kemalizm”, “Atatürk
Yolu”, “Atatürkçü Düşünce”, “Atatürkçülük” tür. Atatürkçülük, gelişim, ve çağdaşlaşma
özgürlüğünü yok sayan anlayışlara,
bunlara dayanan inanç,emek ve toprak feodalizmine karşı açılmış mücadele sürecinin adıdır. Atatürkçülük,
bağımsızlığa dayalı, cumhuriyet rejimli, kalkınmış, bilim ve
teknolojinin imkânlarıyla aydınlanmış ve refahı yakalamış onurlu bir
millet; milli ordusuna dayanan, milli meclisiyle yönetimi biçimlendiren, yasama,
yürütme, yargı olma yönündeki değişim ve dönüşümlere sahip çıkarak, bunları
yaşatıcı düşünceler ve eylemlerdir... Atatürk ile varlık kazanmış millî benlik,
millî kimlik ve kişilik kazandırıcı düşünceler ve benimseyişler ile
kurumlaştırmalar için, isim olarak, Kemalizm kavramı da,
kullanılmaktadır.
Siyaset, hukuk, eğitim ve iktisat kavram ve kurumlarını, Türklüğe, çağdaşlığa
ve bilime dayandırarak, büyük değişim ve dönüşümlerle yapılandırıp, antiemperyalist
yeni bir dirilişe çağıran fikrî ve siyasî düşünce ve uygulamalar bütününün adı
Kemalizm, Atatürkçülüktür. Yirminci yüzyılın büyük sosyologlarından Maurice
Duverger, 1961 yılında, uzun bir makalesinde şu cümleleri, bütün dünya ile
paylaşmıştır:
“1945’den beri Asya’yı ve Doğu Avrupa’yı çok fazla sarsan
komünizmin karşısına da Kemalizmi çıkarmak gerekir. Kemalizm, 1945’den bu yana,
dünya görüşü olarak bir örnek değeri kazandı; Türkiye tarihinin bir sayfası
olmaktan çıkıp bir politik sisteme örneklik etmeye başladı. Henüz iyice
tanımlanmadığı için, bu sistemin komünistlik veya batı demokrasisi kadar kesin
bir şemasını vermek mümkün değil. Bununla beraber, bu sistemin, önemli bir
sistem olduğu kesin; çünkü, yeryüzünde, Moskova veya Pekin emrine yahut etki
alanına henüz girmemiş olan üçüncü tür devletlere ve halklara yol göstermektedir.
Bu sistem az gelişmiş uluslar için Marksizmin karşısında dikilen ikinci bir
seçenektir.”
2.Demokrat parti iktidarının
TBMM’ye önerdiği uzun tartışmalardan ve Ord. Prof. Dr. Ernst Hirsch’in de ekli
görüşü alındıktan sonra 25 Temmuz 1951 tarihinde oturuma katılan tüm
milletvekillerinin ittifak oyları ile kabul edilen 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’a ilişkin düşünceleriniz nedir?
Hak kavramına bağlı değer, davranış
ve ilişkileri düzenleyen yazılı hükümler, hem adaletin ,hem güven ve esenliğin
temelidir. İnsan toplulukları bağımsız
devlet kurabildiği ölçüde
güvendedir. Devlet ise, vatandaşlarının arasındaki ilişkilerin adalet ve güvenle işletilmesi,
düzenin sağlanması, benzeşme, bütünleşme ve düzene zarar verenlerin durdurulup suçlu
sayılanların yargılanması amacıyla yasalar/kanunlar, tüzükler, yönetmelikler
çıkarır, genelgeler yayımlarlar. Bunların tamamı millî mevzuat’ı oluşturur. Korunması gereken haklardır: Hakların bir
kısmı kişilere, bir kısmı tüzel kişiliklere, bir kısmı da aramızdan ayrılmış
manevî kişiliklere aittir. Bu haklara sözlü, yazılı veya fiili saldırılarda
bulunulduğunda, kişilerin, tüzel kişilerin yargıya gitme hakları vardır.
Aramızdan ayrılmış olan insanların hakları gasp edildiğinde, saldırıya uğradığında
kimler, neye dayanarak, ne yapacaklardır? Her toplum ve her kültür, bu soruların
cevabını kendine göre vermektedir. Suç sayma anlayışı da, cezalandırma sistemi
de, her toplumun kendi kültür, değer ve davranışlarıyla ilişkilidir. Atatürk’ün
değil, O’nun manevî şahsiyetinin ve eserlerinin bir kanunla korunması, bunlara saldıranların
suçlu sayılması, Türkiye Cumhuriyeti Devleti adlı bağımsız yapıya sahip çıkmayı
benimseyenler için, tabiî sayılmalıdır. Türk Ceza Kanunu’nda ‘kişinin
hatırasına hakaret’, ‘kişinin bıraktığı eserine zarar verme’, ‘kişinin mezarına
saldırma/zarar verme’ maddeleri de bulunduğunu
ileri sürerek , Atatürk ile ilgili bu kanuna ihtiyaç olmadığını
söyleyenler bulunmaktadır.
İnansın veya inanmasın, aklı olan hiç bir insan, resul, nebi, peygamber adını, sıfatını unvanını taşıyan bir şahsiyet için ayıp, çirkin sayılacak
bir söz, bir ifade kullanmaz, kullanmamalıdır. Bir Müslüman’ın, bir gerçek müminin, hiç bir dinin peygamberine, tebliğ
edicisine karşı, bir terbiyesizlik, akılsızlık, haddini bilmezlik ettiği
görülmemiştir. Buna karşılık 1400 yıldır, İslam’ın peygamberine, ateistler veya
herhangi bir dinin/inancın yobazları tarafından, akıl ve ahlâk ölçülerine
aykırı ifadelerle saldırıldığı bilinmektedir. “Ben de Muhammed kadar ünlü
olmalıyım” iddiasıyla, zemzemi kirletip şöhret kazanmış olan kişi ünlüdür, ama,
o mel’un “bevvâl-i zemzemi” unvanıyla anılıyor. Dünyanın her ülkesinde, nebi, resul, peyamber ünvanlı
şahsiyetler, bilgi ve vicdan sahiplerinin bilinçli ve anlamlı tepkileri ile korunmalıdır.
Allâh’ın seçtiği, nebi, resul peygamber
unvanıyla tanınan şahsiyetlerin tebliğ
ettikleri inanç, ahlâk ve ibadet sistemleri üzerinde konuşanların ise,
öfkeden, peşin hükümden, çılgın militanlıktan kurtulmuş uzmanlar ve bilgeler
olması gerekir.
Yaklaşık yüzyıl önce, Osmanlı devletinin bağımsızlığına , vatanının
bütünlüğüne ve milletinin haysiyetine, saldırılmış idi. O yıllarda, ortaya
atılmış insanlar, liderleşen şahsiyetler vardır. Bunlardan biri Mustafa Kemal
Atatürk’tür. Millî Mücadelenin başkomutanı, GAZİ PAŞA. Türklüğün bağımsız devlet
olmasını kabullenemeyen kişiler, gruplar, örgütler ve hatta devletler, Mustafa
Kemal Atatürk’e tam doksan yıldır örtülü ve açık düşmanlık ettiler, ediyorlar.
Millî önderimiz, emperyalist düşünce ve niyetli odakların düşmanlığı ile
savaştı. O’na niçin düşmanlık
ediyorlar? Çanakkale savaşlarından başlayan, Türk istiklâl savaşıyla genişleyen
askerî zaferi, millî benlikli, çağdaş, bütünleşmiş bir toplum olmanın ilkeleriyle
genişletmesinden, siyasî ve kültürel zaferle tamamlamanın temellerini atmış
olmasından dolayı. Emperyalist mantık, bu değişim ve dönüşümleri (inkılap, devrim)
dün de, bugün de hazmetmedi. Atatürk’e, Türklük düşmanı devlet ve milletlerin
saldırması ayrıdır,içimizdeki ideoloji veya inanç feodalizmine dayalı
militanların, peşin hükümlülerin düşmanlıkları ayrıdır. Başta –anılarında ruhî hastalığı anlaşılıyor - Rıza
Nur olmak üzere, Gazi Paşa’yı kıskanmaktan çıldıranlar da, daha ayrı bir grup.
Son 60 yıl içinde emperyalist odaklar, O’na düşmanlığı imanlaştıran ve kendileriyle işbirliği yapan yerli münafıkları
buldular, kullandılar.
Eleştirme hakkını kullanmak ile
sövmenin, saldırmanın, söz-yazı magandalığı yapmanın, yok etme imanıyla aynı
şey olduğunu zannedenler bir grup, bunlarla ağızdaşlık yapıp destek verenler
bir ayrı grup.”Balfour deklarasyonu”,
“Sykes-picot antlaşması” “1920 Paris konferansı” ve “Sevr Andlaşması” metinlerini okumadan
yapılan, yorum çılgınlıkları, ciddiye alınmamalıdır. Atatürk’e saldıranların
neredeyse tamamı, 1910-1940 yılları
arasında dünyada neler olmuş; Türklere neler yapılmış; hangi tür
planlar/tuzaklar ne kadar önlenebilmiş; hangi şahsiyetler liderleşmiş, hangi büyük
değişim ve dönüşümler yaşanmış sorularıyla ilgili olarak 40 yerli, 30
yabancı kitap okumadan konuşup yazabilenlerdir. Kendi dar pencerelerinden
görebildiklerini “gerçeğin tamamı”
zannedenlerin, “tarihî gerçekliği” bütün yönleriyle göremeyenlerin çirkin saldırıları,
yalnız zihin kirlenmelerine değil, öfkeli ayrışmalara, düşmanlıklara yol
açmıştır, açıyor.
Yasa(kanun),
tüzük, yönetmelik ve genelge kavramları toplumlardaki
değerler ve ilişkiler düzeni oluşturup korumaya çalışan metinlere verilen
isimler. Bunların tamamına mevzuat da
denilir. Her toplumda, özellikle millî değerlerin yaşatılmasını benimsetici; hukukî,
ahlâkî değer ve davranışların yaygınlaştırılmasını sağlayıcı; huzur ve güven
oluşturucu yazılı düzenlemeler (yasa, tüzük, yönetmelik, genelge) vardır. Her
toplumda bu yazılı düzenlemelere karşı çıkan ahlâk, hukuk ve düzen tanımazlar
bulunabilir. Her toplum m i l l î
varlığını korumak için önleyici, caydırıcı hükümlerden oluşan mevzuat
çıkarılmasını, uygulanmasını sağlar. Bu türden olumsuzlukları önlemek adına, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin millî vicdanı esas alan korumacı hükümleri
yürürlüğe koyması gerektiğine inananlardanım. TBBM’nin ,millî ve insanî
ölçütlere dayalı bir duyarlılıkla ve ittifakla çıkardığı 25 Temmuz 1951
tarihli 5816 sayılı bu kanun, alkışlanması
gereken bir yasamadır.
3.Türkiye’de
bu kanunun kaldırılması isteyenler olduğu gibi AB’nin 2011 Türkiye ilerleme
raporlarında da Avrupa Birliği’nin bu kanundan rahatsız olduğu anlaşılıyor. Sizce bu kanun kaldırılmalı mı, devam etmeli
mi, Milletimizin bu konuda görüşüne başvuran bir referandum gerekli mi?
Başka devletlerin ve kuruluşların Atatürk’e, Türk
bağımsızlığına, Türk ordusuna ve Türk
milletine bakışlarındaki peşin
hükümlülüğü ve olumsuzluğu bilmeyen yoktur, onları geçiniz.
Türk toplumu henüz bilimin, teknolojinin imkânlarından yeterince
yaralanamadığı gibi, sekiz yıllık zorunlu eğitimden de geçirilememiştir. Son
kırk yıldır, her hükümet, ,hatta her bakan değişikliğinde millî eğitim ve
öğretimde değiştirme çabaları ortaya çıkıyor. Bu çabaların arkasında ise,
çağdaşlığı da, Türklüğün bütünleşmesini de
hazmetmeyip düşmanlık eden toprak ve
inanç feodalizminin öfkeli fakat sinsi çalışmaları vardır. Bu türden kişi ve
gruplar, Türk inkılâbını temellendiren Mustafa Kemal Atatürk’e de düşmanlık
taşıyorlar. Bu tür saygısız ve sevgisiz tavırlar, düşmanca söylemler ise, halkın, bilim ve teknolojiden
yararlanması; inanç, toprak ve emek sömürgenlerinden kurtulması arttıkça yok olacaktır.
Bu kanun, Atatürk’ün ölümünün 100. yılına kadar –
örgün ve yaygın eğitimdeki kirlenmeler
durdurulmak şartıyla -- yürürlükte kalmalıdır. Gelecek kuşaklar, çağdaşlaştığı,
bilim ışığıyla dünyadaki saygın yerini
aldığı, demokrat bir mantıkla, Türklük bilincine ulaşabildiği ölçüde,
Atatürkçülüğün lafzî ve ruhî anlamına sahip çıkılmış olunur. 2040 yılının
gençliğinin Türkiye Cumhuriyeti
devletine ve Atatürk’e sahip çıkacağına inananlardanım.
12.02. 2012
DİP NOT:
SAYGIDEĞER SADIK KEMAL TURAL HOCA'MIZIN BU İBRETLİK CEVAP YAZISININ SONUNDAKİ: " Bu kanun Atatürk’ün ölümünün 100. yılına kadar – örgün ve yaygın eğitimdeki kirlenmeler durdurulmak şartıyla -- yürürlükte kalmalıdır." CÜMLESİNE DİKKATLERİ ÇEKMEK İSTERİM. BENİM ANLADIĞIM DEYİŞLE BU, – örgün ve yaygın eğitimdeki kirlenmeler durdurulmadığı müddetçe - bu kanun yürürlükte kalmalıdır" DEMEKTİR.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder