İŞTE ATATÜRK

İŞTE ATATÜRK
Allah Kuran’da: “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır.” (17/İSRA/36) buyurmuştur. Atatürk de: “Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın” (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi 1-5, 1977 /A. Gürtaş, s. 41) demektedir.- "İŞTE ATATÜRK" PORTALINA GİRMEK İSTEDİĞİNİZDE YUKARIDAKİ RESMİ TIKLAYINIZ.

19 Ocak 2017 Perşembe

HER ZAMAN GÜNCEL VE GÜNCELLİĞİNİ YİTİRMEYEN CEVAPLAR

ANAYURT GAZETESİ YAZARLARINDAN 

SAYIN MEHMET ARİF DEMİRER'İN 
NASİPSE YAKINDA YAYIMLANACAK OLAN 
" ATATÜRK -  Din ve Said Nursi – Fethullah Gülen "  
BAŞLIKLI KİTABININ HAZIRLIK AŞAMASINDA YAPTIĞI ANKET SORULARINA ,

SAYIN SADIK KEMAL TURAL'IN 
HER ZAMAN GÜNCEL VE GÜNCELLİĞİNİ YİTİRMEYEN CEVAPLARINI PAYLAŞMAKLA MUTLUYUM

M. Kemal ADAL.



SADIK KEMAL TURAL YAZISIDIR

BKOGDAKİ SADIK K. TURAL YAZILARI

SAYIN DEMİRER

Toplumdaki bazı tutumlardan yola çıkarak ATATÜRK merkezli sorular  aracılığıyla, görüş bildirmesini düşündüğünüz kişilerden biri olmam konusundaki düşünceniz  için  teşekkür ederim. Kitaplaşacağını belirttiğiniz bu sorulara kısacık cevaplar vermek yerine , özlü fakat uzunca olmaktan kurtulamayan cümlelerle karşılık vermeye çalıştım. Saygılarımla…

12 Şubat 2012               Sadık   Kemal    Tural


 1.Günümüzde Kemalizm ve Atatürkçülük sözcüklerinin anlam yükü sık sık tartışılmaktadır.   Sizce  Kemalizm veya Atatürkçülük nedir  ?

Bir toplumdaki, adalet, düşünce, inanç ve ticaret alanlarına ait düzeni ve işleyişi sağlayan kararları veren güç odaklarının, ya büsbütün kaldırılmasına  veya bütünüyle değiştirilmesine inkılâp/devrim denilir. İnkılâp, bir toplumdaki değer, davranış ve kurumlardan, bir kısmının ya çok ıslah edilip değiştirilmesi, ya tamamen yok edilmesi, yenilerinin yerleştirilmesi sonucunda oluşan büyük değişim ve dönüşümlerin adı ve niteliğidir. Dünyadaki bazı inkılâplar, siyasî, hukukî, ve kültürel alanlardaki dönüşüm  ve değişimlerle -başka toplumlarca da benimsenen-  bir düşünce ışığı niteliği kazanır. Bazı inkılaplar ise, üretim , tüketim ve teknolojik yapılar ile  ilişkilerdeki  büyük değişim ve dönüşümlerdir. 

Bütün Nebi ve resuller birer inkılâpçıdır.

Firavun kelimesi bir unvan ve yönetim erki olma yanında , insanların inanç ve emeklerini sömüren bir feodal yapının adıdır. Hz. Musa o çirkin yapının inkılapçısıdır. Hz. Muhammed’in inkılâbını doğru anlamak için MS. 550–650 yılları arasındaki Arabistan Yarımadası toplumları ile Ön Asya ve Mısır tarihi iyi bilinmelidir. Bu  halkları sömüren hâkimiyet, adalet, ticaret, fikir ve inanç feodalitesi yeterince öğrenilmeden, gerçekleşme sürecine giren büyük değişimler anlaşılamaz. Fransız İhtilali, yalnız Fransa’da değil, bütün Avrupa’daki kralların ve onlarla doğrudan ilişkili çok küçük bir beslemeler grubunun dışında kalan insanların zaferidir; çünkü, geniş kitleler, inançlarını, emeklerini ve bedenlerini—hem de  kilisenin desteğinde --sömüren güçler karşısında, bir değişim zaferi kazanmışlardır. Çarlık Rusyası ile Mao’dan önceki Çin toplumunu, kısacası iki büyük kanserli toplum yapısını ve halktan kopuk bencil yönetimi yeterince bilmeden, Lenin’in ve Mao Chetung ‘un büyük inkılâplarını anlamak mümkün değildir.

Osmanlı yöneticileri, ticaretinin bir kısmını ‘kapitülasyon’ olarak, diğer kısmını ise, yetersizliğinden dolayı,’ tedarikçi’ sayarak Avrupalı devletlere verdiği hak ve yetkilerle halkın sömürülmesine yol açmışlardı. Osmanlı toplumunda, Batılı büyük tüccarların biçimlendirdiği üretim, tüketim ve pazarlama (ithal, ihraç) işlerinden arta kalan ticari faaliyet, büyük ölçüde gayrimüslimlerin elinde idi. Askerlik, çiftçilik ve hayvancılığın Türklere kaldığı bu düzende  mutlu olan, sadece saray ve çevresidir. Osmanlı toplumunda, papazların, keşişlerin, hahamların  aracılığıyla uhrevi olduğu kadar dünyevi meseleleri ve millî davaları—kendi dil ve millî duyarlılıklarıyla-- konuşmayı benimsemiş kilise ve havraların cemaatleri, millî varlıklarını sürdürdüler.

 Osmanlı toplumundaki Müslümanlara ait ibadethane ve dinî nitelikli kurumlaşmaların, dar anlamda (mezhep, tarikat vb) cemaatleşmeyi başardığı halde, cemiyetleştirmek, bütünleştirerek kalkındırarak, milletleşmeyi sağlamak konusunda ilgisiz ve etkisiz kaldığı herkesin bildiği bir gerçektir. Cuma hutbeleri Arapça idi, halk bir şey anlamazdı. Osmanlı toplumunda dinî hayat ve dinî bilgiler, iman, ibadet konularına ilişkin fıkıh hükümlerinin arapça kavram bilgisi olarak  tekrarına ve ezberlemeye dayanıyordu. Niçin diyebilmek  için anlamak ve bilinç gerekir: Dinî eğitim, öğretim, Türkçenin neredeyse yer almadığı, millî duyarlılığın ve  bilinçlenmenin neredeyse yok edildiği bir inanç alanı. Fetvaların ise, verenin şahsiyetinin damgasını taşıdığını herkes bilir; söylenen kadar söyleyenin önem kazandığı fetvaların değerlendirmesi ise, ayrı bir uzmanlık konusudur. Din, ölüme hazırlanma ve ölümden sonrası için ayrılmış bir yaptırımlar sistemi olarak algılanmaya yatkın hale getirildiğinden, orta yaşlıların ve özellikle yaşlıların dünyasına aitmiş gibi bir görünürlük kazanmıştır. Vecd’e dayalı çok özel küçük grupların toplumdaki  konumu ve işlevi ise, hem dar, hem  etkisiz idi. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın tanımladığı Müslüman profili yerine, Hz. Peygamberin örnek ahlâkı yerine, âyet ve hadisleri tefsir ettiği söylenenlerin belirlediği yasaklar, kurallar. Menkıbe, kıssa, ,mesnevi nitelikli hikâyelere  bağlı ,hurafe ve/veya arap milliyetçiliğiyle biçimlenmiş hükümler,  Kur’ân ve hadislerin tebliğ ettiği h i k m e t l e rden daha çok vitrinde. Bu tekrarcı ve/veya “şeyhim buyurdu ki” nitelikli  hükümlerin yahut eski kitaplardaki bilgilerin Arapçaya yakın bir ifadeyle  tekrarlanarak yaşatılması, dinî hayatı, genç entellektüeller gözünde ilgilenilmez bir alana dönüştürmüş idi.     Cehâletin varlığını sürdürmesi, inanç, emek ve toprak sömürerek yaşayan bazı ailelerin işine geliyordu. Yönetim erki ise, altı yüz yıldır bir sülalenin tasallutu (saltanat kelimesinin kökü) altında bulunuyordu. Toplumun büyük çoğunluğu, hem cahil, hem yoksul,  hem de çaresiz idi.   Böyle bir yapıda, bilimin , ortak aklın, bulandırılmamış vahyin  mürşit olması beklenemez.

Bu durumu tespit eden Avrupa emperyalizmi, Osmanlı Devletini yıkmak ve Türk milletini çökertmek  için   planlar yapmaya başladı. Yüz yıllık planlamalar ve çalışmalar, 19. Yüzyılın ilk çeyreğinden  itibaren uygulamaya konuldu. Emperyalizmin ‘hasta adam’ teşhisini koyduğu ve son bir darbe ile yok etme kararı aldığı Osmanlı Devleti, 1912–18 yıllarında, siyasî, askerî, iktisadî, malî alanlardaki savaşları kaybetti; ülke işgal edildi,”halife-sultan”ın benimsediği teslim anlaşmaları, Mondros Mütarekesi  ve  Sevr Metni imzalandı.

       Bu acı gerçekleri bilmeden Millî Mücadele’yi de, Mustafa Kemal Atatürk’ü de, Büyük Türk İnkılâbını da anlamak mümkün değildir. Millî Mücadele, büyük inkılâbın emperyalizme karşı büyük derleniş ve karşı koyuş aşaması… Mustafa Kemal Paşa, bu aşamada da, onun  önsözü  sayılan  Çanakkale’de de, tarihe damgasını vuran askerî ve siyasî lider. Zaferden sonra ise, Atatürk damgalı büyük değişim ve dönüşümler ile ikinci ve üçüncü aşamadaki inkılâplar. Osmanlı toplumundaki çözülmüşlük, çaresizlik  ve  esir olmak / manda kabul etmek psikolojisinin yok edilip, ayrışmışlığı giderici, bütünleştirici, cumhurlaştırıcı, bilincini Türk tarihine ve çağdaşlaşmaya dayandıran  bir büyük inkılâp.

        Sosyoloji, sosyal psikoloji ve siyaset bilimine ait bilgisi olanlar ve insanlığın siyaset, devlet ve teknoloji  kavramları etrafında geçirdiği büyük değişim, dönüşüm ve gelişimleri anlamaya yatkın bulunanlar kavrayabilirler ki, Türk İnkılâbı mutlak bir ihtiyaçtan doğmuştur. Türk İnkılâbı, kendine özgü bir yürüyüşle, boynu bükük, çaresiz, yoksul, büyük ölçüde köylü/çiftçi bir toplumun çeşitli kesimlerini, siyasî, idarî, iktisadî ve hukukî değer, davranış ve kurumlaştırmalarla, benzeştirip, yeni bir dirilişin üyesi yapmıştır. Vatandaşlara sunulan yeni hayat şudur: 

1.Cumhur olma; yönetime ortak olup sahip çıkma hakkı .

2.Beşeri idrak ve akıl yürütmelerin doğurduğu ihtiyaçlara dayalı laik hukuk ve adaletle yargılanma.

3.Camideki hutbenin iletişim diline dönüştürülmesinin, Kur’ân’ın mealen Türkçeye kazandırılmasının, sahih hadis külliyatının  Türkçe’ye çevirilmesinin sağlanması, ihtiyaç duyulan  kurumlaştırmaların oluşturulması ile, d i n i n, bilgiye dayalı samimi  bir imana ve ibadete dönüştürülmesi 

4. İlk beş yılı zorunlu olmak üzere milli eğitimin tevhid-i tedrisat  yasasına uygun şekilde yaygınlaştırılması. 

5. Gerek kentleşme, gerekse eğitimden aldığı pay açısından çağdaşlaşarak, h a l k ı n  yeni bilgi, bilim ve teknolojilerle buluşturulması.

6. Milletin üretime ve tüketime katkıda bulunmaya özendirilmesi; tarımda ve ara mallarda, üretimin küçük sanayi ile desteklenmesi için, devletin, özendirici, öncü ve örnekliğinde yeni bir kalkınma ve refahtan pay alma anlayışının benimsetilmesi

7.Gerek yaygın eğitim, gerekse yaygınlaştırılmış örgün eğitim kurumları aracılığıyla, hem okur-yazarlığın, hem de, vatandaşlaşma bilgi ve bilincinin  artırılması.

8. Bağımsızlık, cumhuriyet, çağdaşlaşmanın bekçisi olan TBMM’nin, adalet, bilim ve eğitim kurumlarının korkusuzca işlemesinin,  yürütmenin verimlice çalışmasının bekçisi ve teminatı olmak üzere, millî ordu’nun, siyaset, ticaret ve inanç odaklarınca teslim alınmasının önlenerek- daima- güçlü tutulması.

        En eski kaynaklara ulaşılarak, Türk tarihini ve dilini, milletleşmenin, çağdaşlaşmanın ve kalkınmanın  temeli yaparak, kültürün zenginleştirilmesinin, millî bütünleşmenin ve millî demokrasinin kökleşmesinin sağlanması, Atatürkçülüğün benimsediği değer ve ilkelerdir.





Mustafa Kemal Atatürk’ün 1920-1938 yılları arasında  bir kahraman-lider olarak  söyledikleri, yaptıkları ile yaptırdıklarının arkasındaki devlet ve millet anlayışının getirdiği değer, ilke,amaç, hedef ve ışıkların biçimlendirdiği inkılâbın adı Kemalizm”, “Atatürk Yolu”, “Atatürkçü Düşünce”, “Atatürkçülük” tür. Atatürkçülük, gelişim, ve  çağdaşlaşma  özgürlüğünü yok sayan  anlayışlara, bunlara dayanan inanç,emek ve toprak   feodalizmine  karşı açılmış mücadele sürecinin adıdır. Atatürkçülük, bağımsızlığa dayalı, cumhuriyet rejimli, kalkınmış, bilim ve teknolojinin imkânlarıyla aydınlanmış ve refahı yakalamış onurlu bir millet; milli ordusuna dayanan, milli meclisiyle yönetimi biçimlendiren, yasama, yürütme, yargı olma yönündeki değişim ve dönüşümlere sahip çıkarak, bunları yaşatıcı düşünceler ve eylemlerdir... Atatürk ile varlık kazanmış millî benlik, millî kimlik ve kişilik kazandırıcı düşünceler ve benimseyişler ile kurumlaştırmalar için, isim olarak, Kemalizm kavramı da, kullanılmaktadır.

Siyaset, hukuk, eğitim ve iktisat kavram ve kurumlarını, Türklüğe, çağdaşlığa ve bilime dayandırarak, büyük değişim ve dönüşümlerle yapılandırıp, antiemperyalist yeni bir dirilişe çağıran fikrî ve siyasî düşünce ve uygulamalar bütününün adı Kemalizm, Atatürkçülüktür. Yirminci yüzyılın büyük sosyologlarından Maurice Duverger, 1961 yılında, uzun bir makalesinde şu cümleleri, bütün dünya ile paylaşmıştır:

 “1945’den beri Asya’yı ve Doğu Avrupa’yı çok fazla sarsan komünizmin karşısına da Kemalizmi çıkarmak gerekir. Kemalizm, 1945’den bu yana, dünya görüşü olarak bir örnek değeri kazandı; Türkiye tarihinin bir sayfası olmaktan çıkıp bir politik sisteme örneklik etmeye başladı. Henüz iyice tanımlanmadığı için, bu sistemin komünistlik veya batı demokrasisi kadar kesin bir şemasını vermek mümkün değil. Bununla beraber, bu sistemin, önemli bir sistem olduğu kesin; çünkü, yeryüzünde, Moskova veya Pekin emrine yahut etki alanına henüz girmemiş olan üçüncü tür devletlere ve halklara yol göstermektedir. Bu sistem az gelişmiş uluslar için Marksizmin karşısında dikilen ikinci bir seçenektir.”




2.Demokrat parti iktidarının TBMM’ye önerdiği uzun tartışmalardan ve Ord. Prof. Dr. Ernst Hirsch’in de ekli görüşü alındıktan sonra 25 Temmuz 1951 tarihinde oturuma katılan tüm milletvekillerinin ittifak oyları ile kabul edilen 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’a ilişkin düşünceleriniz nedir?

Hak kavramına bağlı değer, davranış ve ilişkileri düzenleyen yazılı hükümler, hem adaletin ,hem güven ve esenliğin temelidir. İnsan toplulukları bağımsız  devlet kurabildiği  ölçüde güvendedir. Devlet ise, vatandaşlarının arasındaki  ilişkilerin adalet ve güvenle işletilmesi, düzenin sağlanması, benzeşme, bütünleşme ve düzene zarar verenlerin durdurulup suçlu sayılanların yargılanması amacıyla yasalar/kanunlar, tüzükler, yönetmelikler çıkarır, genelgeler yayımlarlar. Bunların tamamı millî mevzuat’ı oluşturur. Korunması gereken haklardır: Hakların bir kısmı kişilere, bir kısmı tüzel kişiliklere, bir kısmı da aramızdan ayrılmış manevî kişiliklere aittir. Bu haklara sözlü, yazılı veya fiili saldırılarda bulunulduğunda, kişilerin, tüzel kişilerin yargıya gitme hakları vardır. Aramızdan ayrılmış olan insanların hakları gasp edildiğinde, saldırıya uğradığında kimler, neye dayanarak, ne yapacaklardır? Her toplum ve her kültür, bu soruların cevabını kendine göre vermektedir. Suç sayma anlayışı da, cezalandırma sistemi de, her toplumun kendi kültür, değer ve davranışlarıyla ilişkilidir. Atatürk’ün değil, O’nun manevî şahsiyetinin ve eserlerinin bir kanunla korunması, bunlara saldıranların suçlu sayılması, Türkiye Cumhuriyeti Devleti adlı bağımsız yapıya sahip çıkmayı benimseyenler için, tabiî sayılmalıdır. Türk Ceza Kanunu’nda ‘kişinin hatırasına hakaret’, ‘kişinin bıraktığı eserine zarar verme’, ‘kişinin mezarına saldırma/zarar verme’ maddeleri de  bulunduğunu  ileri sürerek , Atatürk ile ilgili bu kanuna ihtiyaç olmadığını söyleyenler bulunmaktadır.

İnansın veya inanmasın, aklı olan hiç bir insan, resul, nebi, peygamber adını, sıfatını unvanını taşıyan bir şahsiyet için ayıp, çirkin sayılacak bir söz, bir ifade kullanmaz, kullanmamalıdır. Bir Müslümanın, bir gerçek müminin, hiç bir dinin peygamberine, tebliğ edicisine karşı, bir terbiyesizlik, akılsızlık, haddini bilmezlik ettiği görülmemiştir. Buna karşılık 1400 yıldır, İslam’ın peygamberine, ateistler veya herhangi bir dinin/inancın yobazları tarafından, akıl ve ahlâk ölçülerine aykırı ifadelerle saldırıldığı bilinmektedir. “Ben de Muhammed kadar ünlü olmalıyım” iddiasıyla, zemzemi kirletip şöhret kazanmış olan kişi ünlüdür, ama, o mel’un “bevvâl-i zemzemi” unvanıyla anılıyor. Dünyanın her ülkesinde, nebi, resul, peyamber ünvanlı şahsiyetler, bilgi ve vicdan sahiplerinin bilinçli ve anlamlı tepkileri ile korunmalıdır. Allâh’ın seçtiği, nebi, resul peygamber unvanıyla tanınan şahsiyetlerin tebliğ ettikleri inanç, ahlâk ve ibadet sistemleri üzerinde konuşanların ise, öfkeden, peşin hükümden, çılgın militanlıktan kurtulmuş uzmanlar ve bilgeler olması gerekir. 
  
 Yaklaşık yüzyıl  önce, Osmanlı devletinin bağımsızlığına , vatanının bütünlüğüne ve milletinin haysiyetine, saldırılmış idi. O yıllarda, ortaya atılmış insanlar, liderleşen şahsiyetler vardır. Bunlardan biri Mustafa Kemal Atatürk’tür. Millî Mücadelenin başkomutanı, GAZİ PAŞA. Türklüğün bağımsız devlet olmasını kabullenemeyen kişiler, gruplar, örgütler ve hatta devletler, Mustafa Kemal Atatürk’e tam doksan yıldır örtülü ve açık düşmanlık ettiler, ediyorlar. Millî önderimiz, emperyalist düşünce ve niyetli odakların düşmanlığı ile savaştı. O’na niçin düşmanlık ediyorlar? Çanakkale savaşlarından başlayan, Türk istiklâl savaşıyla genişleyen askerî zaferi, millî benlikli, çağdaş, bütünleşmiş bir toplum olmanın ilkeleriyle genişletmesinden, siyasî ve kültürel zaferle tamamlamanın temellerini atmış olmasından dolayı. Emperyalist mantık, bu değişim ve dönüşümleri (inkılap, devrim) dün de, bugün de hazmetmedi. Atatürk’e, Türklük düşmanı devlet ve milletlerin saldırması ayrıdır,içimizdeki ideoloji veya inanç feodalizmine dayalı militanların, peşin hükümlülerin düşmanlıkları ayrıdır. Başta –anılarında ruhî hastalığı anlaşılıyor - Rıza Nur olmak üzere, Gazi Paşa’yı kıskanmaktan çıldıranlar da, daha ayrı bir grup. Son 60 yıl içinde emperyalist odaklar, O’na düşmanlığı imanlaştıran ve  kendileriyle işbirliği yapan yerli münafıkları buldular, kullandılar.

Eleştirme hakkını kullanmak ile sövmenin, saldırmanın, söz-yazı magandalığı yapmanın, yok etme imanıyla aynı şey olduğunu zannedenler bir grup, bunlarla ağızdaşlık yapıp destek verenler bir ayrı grup.Balfour deklarasyonu”,Sykes-picot antlaşması” “1920 Paris konferansı” ve “Sevr Andlaşması” metinlerini okumadan yapılan, yorum çılgınlıkları, ciddiye alınmamalıdır. Atatürk’e saldıranların neredeyse tamamı, 1910-1940 yılları arasında dünyada neler olmuş; Türklere neler yapılmış; hangi tür planlar/tuzaklar ne kadar önlenebilmiş; hangi şahsiyetler liderleşmiş, hangi büyük değişim ve dönüşümler yaşanmış sorularıyla ilgili olarak 40 yerli, 30 yabancı kitap okumadan konuşup yazabilenlerdir. Kendi dar pencerelerinden görebildiklerini “gerçeğin tamamı” zannedenlerin, “tarihî gerçekliği” bütün yönleriyle göremeyenlerin çirkin saldırıları, yalnız zihin kirlenmelerine değil, öfkeli ayrışmalara, düşmanlıklara yol açmıştır, açıyor.

      Yasa(kanun), tüzük, yönetmelik ve genelge kavramları toplumlardaki değerler ve ilişkiler düzeni oluşturup korumaya çalışan metinlere verilen isimler. Bunların tamamına mevzuat da denilir. Her toplumda, özellikle millî değerlerin yaşatılmasını benimsetici; hukukî, ahlâkî değer ve davranışların yaygınlaştırılmasını sağlayıcı; huzur ve güven oluşturucu yazılı düzenlemeler (yasa, tüzük, yönetmelik, genelge) vardır. Her toplumda bu yazılı düzenlemelere karşı çıkan ahlâk, hukuk ve düzen tanımazlar bulunabilir. Her toplum m i l l î varlığını korumak için önleyici, caydırıcı hükümlerden oluşan mevzuat çıkarılmasını, uygulanmasını sağlar. Bu türden olumsuzlukları önlemek adına, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin millî vicdanı esas alan korumacı hükümleri yürürlüğe koyması gerektiğine inananlardanım. TBBM’nin ,millî ve insanî ölçütlere dayalı bir duyarlılıkla  ve ittifakla çıkardığı 25 Temmuz 1951 tarihli  5816 sayılı bu kanun, alkışlanması gereken  bir yasamadır. 


5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun ile ilgili görsel sonucu

       3.Türkiye’de bu kanunun kaldırılması isteyenler olduğu gibi AB’nin 2011 Türkiye ilerleme raporlarında da Avrupa Birliği’nin bu kanundan rahatsız olduğu anlaşılıyor. Sizce bu kanun kaldırılmalı mı, devam etmeli mi, Milletimizin bu konuda görüşüne başvuran bir referandum gerekli mi?

  Başka devletlerin ve kuruluşların Atatürk’e, Türk bağımsızlığına, Türk ordusuna  ve Türk milletine  bakışlarındaki peşin hükümlülüğü ve olumsuzluğu bilmeyen yoktur, onları geçiniz.

Türk toplumu henüz bilimin, teknolojinin imkânlarından yeterince yaralanamadığı gibi, sekiz yıllık zorunlu eğitimden de geçirilememiştir. Son kırk yıldır, her hükümet, ,hatta her bakan değişikliğinde millî eğitim ve öğretimde değiştirme çabaları ortaya çıkıyor. Bu çabaların arkasında ise, çağdaşlığı da, Türklüğün bütünleşmesini de hazmetmeyip düşmanlık eden  toprak ve inanç feodalizminin öfkeli fakat sinsi çalışmaları vardır. Bu türden kişi ve gruplar, Türk inkılâbını temellendiren  Mustafa Kemal Atatürk’e  de  düşmanlık taşıyorlar. Bu tür saygısız ve sevgisiz tavırlar, düşmanca söylemler ise, halkın, bilim ve teknolojiden yararlanması; inanç, toprak ve emek sömürgenlerinden kurtulması arttıkça yok olacaktır.

Bu kanun, Atatürk’ün ölümünün 100. yılına kadarörgün ve yaygın eğitimdeki kirlenmeler durdurulmak şartıyla -- yürürlükte kalmalıdır. Gelecek kuşaklar, çağdaşlaştığı,  bilim ışığıyla dünyadaki saygın yerini aldığı, demokrat bir mantıkla, Türklük bilincine ulaşabildiği ölçüde, Atatürkçülüğün lafzî ve ruhî anlamına sahip çıkılmış olunur. 2040 yılının gençliğinin  Türkiye Cumhuriyeti devletine ve Atatürk’e sahip çıkacağına inananlardanım. 
                                                                              12.02. 2012


DİP NOT:
SAYGIDEĞER SADIK KEMAL TURAL HOCA'MIZIN BU İBRETLİK CEVAP YAZISININ SONUNDAKİ: " Bu kanun Atatürk’ün ölümünün 100. yılına kadar – örgün ve yaygın eğitimdeki kirlenmeler durdurulmak şartıyla -- yürürlükte kalmalıdır." CÜMLESİNE DİKKATLERİ ÇEKMEK İSTERİM. BENİM ANLADIĞIM DEYİŞLE BU,  örgün ve yaygın eğitimdeki kirlenmeler durdurulmadığı müddetçe - bu kanun yürürlükte kalmalıdır" DEMEKTİR. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder