İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi
Kur’an Araştırmaları Merkezi’nde çalışmalarını sürdüren Prof. Dr. Ali
Bardakoğlu, Türkiye’deki ‘din eksenli’ kutuplaşmayı ele aldı.
KONUK YAZAR
PROF. DR. ALİ BARDAKOĞLU
İslâm dünyasında teoride
kısmen, pratikte daha belirgin şekilde ortaya çıkan ve her biri de dinin doğru
anlamını, hatta hakikatini keşfettiği / temsil ettiğini ileri süren katı
gelenekçilik, Şia, siyasal İslâm, Selefilik, modernizm, laiklik gibi
birbirinden hayli farklı söylemlere sahip akımlar gittikçe güçleniyor.
Öte
yandan İslâm toplumlarında her biri hem İslâm akâidi hem de toplumsal huzur ve
uyum açısından bir dizi problem içerebilen tarikat örgütlenmeleri ve dinî
cemaatleşmeler, dinî hayatın neredeyse gereği ve dindarlığın ayrılmaz parçası
gibi görülmeye başlandı. Her bir İslâm ülkesinde şahit olduğumuz bu
farklılaşma, zenginlik haline gelmek şöyle dursun; tam bir çekişme, kavga ve
birbirini yok etme gerekçesi olarak işleniyor veya kullanılıyor.
İslâm’ı yaşanmış ve yeryüzüne
inmiş bir din olarak tanıyabilmemiz için üç tane boyut var: Kur’ân-ı Kerîm,
Sünnet ve dinî gelenek.
Bu nedenle İslâm’ı anlamada gelenek önemlidir. Ama
bunu, geleneği putlaştırarak ya da yok sayarak değil, geleneği anlayarak, onu
yorumlayıp ondan anlamlar çıkararak yapabiliriz. Geçmiş kuşakların geleneğini
aynen bugüne taşıyarak hiç değil.
Ne var ki katı gelenekçilik tarihin ve hayatın akışkanlığını fark etmedi geleneği dondurup kutsalla iç içe kılarak dokunulmaz kıldı ve günümüz insanını âdeta geleneği yok saymaya mecbur bıraktı.
Diğer bir anlatımla katı gelenekçilik, yaşadığımız gerçeklikleri ve aradan
geçen bunca zamanı yok sayarak Müslümanların zihniyetini geçmiş asırlarda
yaşamaya mahkûm etti ve Müslümanları din adına dar sokaklara sürükledi. Bunun
karşısında modernizm ve Selefilik, bu hâliyle işe yaramayacağını düşündüğü
geleneği toptan inkâr etme yolunu seçti, hatta geleneği yok sayarak kendi
başına ve kendince yürümek istediği bir yol açtı ve esen rüzgârların etkisine
son derece açık hâle geldi. Şiilik ise tarihte kalması ve sadece ders alınması
için bilinmesi gereken acı olaylar sonucu haklı sebeplerle ortaya çıkmış bir
öfkenin din adına bugüne kadar haksız bir biçimde sürdürülmesi şeklinde
gelişti.
Birbirimizin
görüşlerine müsamahayı kaybettik. Bunları kaybedince de sadece terör ve şiddet
yanlıları değil her türlü çıkar grupları ve örgütler kendilerine özgü dinî
bilgi ve dinî bağlılıklar üretme imkânı buldu.
‘TEK HAKİKAT’ AYRIŞTIRDI
Bugün elli küsur İslâm ülkesi
var ve bunların arasında parmağımızla gösterebileceğimiz, insanların huzur,
güven, adalet ve özgürlük içinde olduğu ve dünyaya bunu vadeden bir örnek İslâm
toplumu bulmakta zorlanıyoruz.
İslâm dünyasında dini farklı anlama ve yorumlama
biçimleri artık çok seslilik ve din içi çoğulculuğun sınırlarını aşmış ve bir
kargaşaya / kaosa dönüşmüş durumda.
Din ile örgüt savaşları, din ile şiddet,
hatta terör iç içe geçirilmekte, dinî kavram ve değerler çeşitli grup ve
oluşumlarca, hatta uluslararası nitelikte karanlık örgütlerce hoyratça istismar
edilmekte.
İslâm esaslarına aykırı biçimde üretilen kutsallıklar ve dindar
kesimlerin zihinlerini çelen dinî değer istismarları sadece Kur’an ve Sünnet’in
önüne perde olmakla ve İslâm akidesine zarar vermekle kalmıyor; aynı zamanda
yeni nesilleri din konusunda yol ayırımına sürüklüyor, dış dünyadaki İslâm
algısını belirliyor, huzur ve güvenliğimizi de tahrip ediyor.
İslâm ülkeleri
veya toplumlarının her birinde bu olumsuzluğun farklı örnekleri hiç eksik
olmuyor. Yukarıda özetlediğimiz hususları olup biteni tanımlama adına bir
tespit olarak söylemek durumundayız, yoksa günümüz İslâm coğrafyasındaki bu
dinî akımların tezlerini dinî düşünce açısından tartışmaya açmak ve tutarlılık
testine tabi tutmak için değil. Bu zaten çok anlamlı da değildir. Çünkü her
birinin modern dönemde yeni bir rol ve anlayışa evrilmesi, derinlemesine teorik
tartışmalar sonrası yapılmış bir tercih değil, haricî olayların sevk ettiği
yeni durumlardır. Fakat bütün bunlar olup biterken hatırı sayılır ölçekte bir
kayıt dışı dinî bilgi ve eğitimle karşı karşıya kaldığımızı da görmek
zorundayız.
Gerçekten de günümüz İslâm dünyası bütün bu kutuplaşma ve
ayrışmanın acı sonuçlarını yaşarken bir yandan da ekonomiden ödünç alınan bir
adlandırma ile -kulakları çınlasın- Cemil Çiçek Bey tarafından dile getirilen
“kayıt dışı din” sayılabilecek bir savrulmayı yaşamakta.
Bugün bu kayıt dışılığın üç,
hatta dört veçhesinden söz edebiliriz:
Günümüzde din hakkında yapılan
yorum ve ileri sürülen görüşlerde ‘tek hakikatçı’ ve ideolojik tutumlar söz
sahibi olmaya başladı ve bu anlayış İslâm dünyasında din eğitiminin de temel
politikası oldu.
Birey, kültür, çevre, sivil inisiyatifler dinî algımızda
önemsizleşti, mütevazi konuşma dilini kaybettik ve her konuşan İslâm adına
konuşmaya başladı. Din adına ideolojik tahakküm aynı safta birlikte namaz kılan
insanları birbirine düşürdü, din adına ayrıştırıcı oldu. İslâm’ın tek bir
hakiki / doğru yorumunun olduğu düşüncesi hâliyle o yorumun hayata geçmesini dinî
bir ödev olarak görmeyi de gerektirdi, din dili sivil ve hoşgörülü karakterini
kaybetti.
İslâm dünyasına dikkatle bakıldığında bu süreç ve dönüşüm net olarak
görülmektedir. Mesela günümüz Selefiliğinin öne çıkan tezi “Kur’an ve Sünnet’e
dönmek” ise de bu söylem slogandan öte gitmemekte, onların din adına “tek
hakikatçı ve tahammülsüz” tutumu sıradan bir görüş farklılığından öte din adına
teröre kadar uzanan bir dizi soruna yol açmaktadır.
Sadece Şia değil Sünnî
kesim de dinî gelenekte bilginin bu sivil ortamla sıkı ilişki içindeki beşerî
ve mütevazı karakterini göz ardı ederek dinî hiyerarşi içinde bir din söylemi
geliştirdi. Böyle olunca da din ulemâsı, din adına konuşan, âdeta “Tanrı adına
konuşan ruhban sınıfı gibi” Allah katından bilgiler getiren kimseler olarak
tanıtıldı ve algılandı.
Sonuçta merdiven altında üretilen bilgiler, dinin temel
ahkâmına değil de eski dönemlerin kitaplarından rasgele seçilmiş veya
bağlamından koparılmış iki satır ibareye veya falanca kişinin görüşüne
dayandırılan fetvâlar, kapalı kapılar ardında öne çıkan duygular din adına
kutsal bilgi olarak topluma servis edilmeye başladı. Aykırı bulunan görüşlerin
reform, sünnet veya hadis inkârcılığı, sapkınlık / dalalet gibi etiketlerle saf
dışı hatta tekfir edilmesi, Müslümanlar arasında öfke ve nefret tohumlarını
yeşertmekten öte bir işe yaramadı.
Halbuki İslâm bilgi
geleneğinin en bâriz vasfı onun hesap verebilir, açık ve şeffaf niteliğiydi,
bir metot ve sisteme bağlı olarak üretilmesiydi; onu kaybettik. Birbirimizin
görüşlerine müsamahayı kaybettik. Bunları kaybedince de sadece terör ve şiddet
yanlıları değil her türlü çıkar grupları ve örgütler kendilerine özgü dinî
bilgi ve dinî bağlılıklar üretme imkânı buldu. Kayıt dışı dinin ideolojik ve
radikal bir söylemle ortaya çıkışı esasen ilmî geleneği, yani dinî bilgi
üretmeye dair kadîm usulümüzü yitirmemizle başladı. Bu, konunun birinci
veçhesidir.
ÇARE ÇOK SESLİLİK
Gelenekteki metotlu ve
sistematik bilgi üretme usulünü yitirince ikinci bir savrulma daha oldu. O da
serbest pazar anlayışıyla müşteri talebine göre seri ve alternatifli dinî bilgi
üretimidir. Yani din hakkında bilgi edinmek isteyen ve bir arayış içinde olan
iyi niyetli kimselere kırkambar kapısı açıp beğendiği dinî bilgiyi / fetvayı
seçmesi için bol seçenekler sunan bir tutum öne çıktı. Devlet, makam, nimet
erbabının gözünün içine bakarak, itibar ve şöhret kazanmayı umarak / hedefleyerek
konuşanlarımız arttı ve karşılığını da almaya başladılar. Müşteri memnuniyeti
mantığıyla muhatap kitlelere dinin anlatıldığı, medyanın magazin üslubunun da
devrede olduğu bu cazip pazar da kayıt dışı dinin bir başka veçhesini, ikinci
veçhesini teşkil etmeye başladı.
Kayıt dışı
dini önlemenin çaresi, din adına tek sesliliği devlet eliyle pekiştirmekten,
belli bir mezhebi ve görüşü devlet dini kılmaktan değil, yasakçılıktan hiç
değil; çok seslilikten, açık, şeffaf ve hesabı verilebilir dinî bilginin
egemenliğini sağlamaktan geçer.
Bu durumu sistematik fıkhî
düşünce ve ilmihal aidiyetinin gerçekte zayıflaması ve işlevselliğinin çok
sınırlı bir alana hapsolması ile modern dönemde Müslümanların aşırılıklar,
aşırı dinî akım ve birbirini nakzeden yollar arasında sıkışmış olması
arasındaki sıkı ilişki ile de açıklamak mümkündür.
Öte yandan biz, İslâm’ın açık
ve anlaşılabilir bir din oluşunu da yeterince önemsemedik ve dini gizemler
dünyasına hapsettik. Din gizemli, ancak belli kişilerin ulaşabilip
anlayabileceği esrarlı bilgiler yumağı olarak tanıtıldığı sürece kişi ile Yüce
Yaratan arasında aracılığa soyunan veya böyle bir algıya göz yumarak bunu
sektöre çeviren kurum ve kişiler din pazarında hiç eksik olmaz. Hem tarihte hem
de günümüzde dinin bilinemezliğine, korkuya ve ahirette insanları bekleyen
akıbete sürekli vurgu yapılması, dinini daha iyi anlama ve yaşama gayretindeki
iyi niyetli geniş halk kesimlerini somut sığınaklar ve çıkış yolları aramaya
sevk etti, neticede karşı durulması zor olan cezbedici bir piyasa ortaya çıktı.
Halbuki Resul-i Ekrem Efendimiz’den sonra din tamamlanmış, kimseye Allah adına,
kutsal adına söz söyleme hakkı ve aracılık yetkisi verilmemiştir. Kayıt dışı
dinin belki de üçüncü veçhesini günümüzdeki dinî cemaatlerin ve tarikat
örgütlenmelerinin kahir ekseriyetini teslim almış olan işte bu nev-zuhur
kutsallıklar ve gizemli din dili teşkil etmeye başladı.
Öyle anlaşılıyor ki kayıt dışı
dini önlemenin çaresi, din adına tek sesliliği devlet eliyle pekiştirmekten,
belli bir mezhebi ve görüşü devlet dini kılmaktan değil, yasakçılıktan hiç
değil; çok seslilikten, açık, şeffaf ve hesabı verilebilir dinî bilginin
egemenliğini sağlamaktan geçer. Bu konuda asıl görev ilâhiyat alanının
uzmanlarına ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilgili birimlerine, yani ulemâ-i
İslâm’a düşmektedir.
Bugün Diyanet İşleri Başkanlığının yüz elli bine yaklaşan
personeli, sayıları yüzü aşan ilâhiyat fakültelerimizin binlerce akademisyeni
var. Yüce dinimizin ve milletimizin onlardan görev beklemesi en tabi hakkı. Bu
camiaya ve din ulemasına rağmen medya ve bütün mahallemiz kayıt dışı dinin
ölçüsüz ve asılsız bilgileri ile neredeyse kuşatılmış ise ve üstelik bu durum
gelecek nesillerimizi din konusunda kaçınılmaz olarak bir tereddüde sürükleyecekse
mevcut gidişatın vebâlini ilk hissetmesi gerekenler onlar, yani bizleriz. Bir
de -çeşitli mülahazalarla- kayıt dışı dinin nüfuz alanının genişlemesine destek
veren devlet ricali ve yetkilileri bu vebâli derinden hissetmelidir.
Din
uleması kendilerini çevreleyen akıntılara, beklentilere ve din pazarının
cezbedici tuzaklarına kapılmadan İslâm ve ilâhiyât alanında sağlıklı ve doğru
bilgi üretmek, dinî bilgi ve davranış alanında olup biten yanlışlara karşı
suskun ve kayıtsız kalmamak zorundadır. Bu onların öncelikli dinî vecibesidir.
Elbette bunun için üniversite ortamın güçlendirilmesi, düşünce ve bilim
özgürlüğünün desteklenmesi gerekir. Bunun olmadığı yerde gündemden ve
yüzleşmeden kaçarak tarihin derinliklerinde izini kaybettiren ya da bilim kisvesiyle
ticaret ve dünya nimeti devşirebilme hesabı yapan yeni bir din pazarı daha
açılmış olur. Bu yoldan yürüyenler çoğaldığında da kayıt dışı dinin dördüncü ve
yeni bir veçhesiyle karşılaşmamız sürpriz olmaz.
Her şeyin doğrusunu ve eşyanın
hakikatini bilen Yüce Mevlâ’dır.
GÖNDEREN:
| ||||
Prof. Dr. Ali Bardakoğlu hocamızın Karar Gazetesi'nde yayımlanan 20 Şubat tarihli yazısına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
Selam...
T.C. / M. Kemal Adal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder