Doç. Dr. Yaşar YİĞİT
Diyanet İşleri Başkanlığı
Din Hizmetleri Genel Müdürü
“Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en
yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle
ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de
olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır (Onları
sizden çok kayırır). Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer
(şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin
ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Nisa, 4/135)
Ayet, adalet ve adaletin sağlanmasında
uyulması gereken temel esaslara vurgu yapmaktadır.
İnsanlığın
ortak değeri olarak nitelendirebileceğimiz adalete, dinimizde de büyük değer
verilmiş, bu ayette olduğu gibi değişik vesilelerle adaletin ayakta tutulması
emredilmiştir.
Adalet,
kanun önünde herkesin eşitliği, kültür, bilgi ve statü farklılıklarından dolayı
insanlara başka başka davranılmaması demektir.
Öz bir ifadeyle adalet, insan niteliğine
haiz herkese aynı derecede akraba, aynı derecede de yabancıdır. Onun
merkezinde, sadece hak ve hakkaniyet vardır.
Yüce
dinimiz İslam’ın adalet anlayışı bu (4/135) ve benzeri ayetlere göre şekillenmiştir. Bu
anlamda İslam, istek ve heveslere yer vermemiş, sevgi ve nefretlere uymamış,
akrabalık ve yakınlık bağlarına göre ayarlanmamış, zengin-fakir ayırımı
gözetmemiş, kuvvetli ve zayıf ayırımı yapmamış, objektif kriterlere dayalı bir
adalet anlayışı getirmiştir.
Nitekim yukarıdaki ayette, bir taraftan
müminler adaletin tahakkukuna katkıya davet edilirken, diğer taraftan da
böylesi bir görevin ifasında göz önünde bulundurulması gereken kırmızı çizgilere
dikkat çekilmektedir.
Şöyle ki,
davacı ile davalının, mağdur ile haksızlık yapanın etnik kökeni, inancı, siyasal
düşüncesi, toplumsal statüsü, yakınlığı veya uzaklığı, adaletin
gerçekleşmesinde etkin ve belirleyici ölçütler değildir.
İslam’ın adalet anlayışında haksızlık yapan,
başkalarını mağdur eden, canımızdan çok sevdiğimiz evladımız, anne-babamız dahi
olsa, imanımızın gereği adaletin gerçekleşmesine katkı sağlarız. Bu katkı,
yakınlarımızın aleyhine olsa da aynı tavrı sergileriz. Söz konusu tutumun,
sıradan bir davranış ya da refleks olmayıp imanımızın bir gereği olduğuna
gönülden inanırız.
Sevgili Peygamberimiz, birçok hadisinde
adaletin ve adil davranmanın önemini dile getirmiştir.
Bir hadisinde;
“Verdiği
hükümlerde, ailesinin ve halkın yönetiminde adaletli davranan yöneticiler, kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın
yanında nurdan yüksek koltuklar üzerinde otururlar.” (Müslim,
“İmâre”, 18)
buyurarak, adil davranmanın Allah katındaki mükâfatını ifade
etmiştir.
Peygamberimiz (s.a.s) sadece sözde değil
uygulamada da çok güzel örnekler sergilemiştir.
Bu örneklerden biri şöyledir:
Mekke’nin fethi esnasında, soylu bir kadın hırsızlık yapmış ve cezaya mahkûm
olmuştu. Bukadının affedilmesi için yakınları, Peygamber (s.a.s)’in sevdiği bir
kişi olan Üsame b. Zeyd’i aracı kıldılar. Üsame, Hz. Peygamber ile konuştu ve
şu cevabı aldı:
“Üsame!
Seni
Allah’ın koymuş olduğu herhangi bir cezanın uygulanmaması için aracılık yapar
görmeyeyim.”
Resûlullah
(s.a.s), sonra bir konuşma yaparak şunları söyledi:
“ Şüphesiz sizden önceki milletlerin mahvolmasının başlıca
sebeplerinden birisi, içlerinden asil (soylu) bir kişi hırsızlık yaptığında onu
(cezadan) affetmeleri, zayıf birisi hırsızlık yaptığında ise, ona ceza
uygulamalarıdır. Allah’a yemin olsun ki, eğer hırsızlık yapan Muhammed’in kızı Fâtıma
dahi olsa, onu da cezalandırırdım.” (Buharî,
“Hudûd”, 11; Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 4)
Hz. Peygamberin bu tavrı, adaletin
temininde önemli bir etken olan hukuk / kanun önünde herkesin eşitliği ilkesini
göstermesi açısından önem arz etmektedir.
Sonuç olarak belirtmek gerekirse;
Kur’an-ı Kerim’e göre
adaletin ölçüsü hakkaniyettir.
(M. Kemal Adal: Bakınız:
KUR’AN’DAKİ “EŞİTLİK”, “ADALET”TİR.- MKA)
Bir hak
konusunda hüküm verilirken, hakkın kendi lehine hükmedilmesi hâlinde bundan
memnun olan, fakat aleyhine
hükmedilmesi durumunda bu hükmü tanımayan insanlar için “işte bunlar zalimlerdir” (Nur,
24/48-51) denilmiştir.
Bu itibarla kişisel menfaat temini,
akrabalık, düşmanlık gibi hissi durumlar, taraflardan birinin soylu veya alt
tabakadan olması, bedenî veya ruhî bakımdan kusurlu bulunması gibi ahlakî
ilkeleri ilgilendirmeyen sebepler bir hakkın ihlalini, örtbas edilmesini ve
sonuç olarak adalet ilkesinden sapmayı mazur gösteremez (Maide, 5/8; Nisa, 4/3; Âl-i İmran, 3/75).
Zira:
“Eğer hak onların keyfi arzularına uysaydı göklerin, yerin ve
bunlarda bulunanların düzeni bozulurdu.” (Mü’minun,
23/71)
buyrularak, adaletin objektif esaslara oturtulmaması durumunda karşı
karşıya kalınacak tehlikeye işaret edilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder