Sayın İhsan Eliaçık'ın Kuran'dan değişik bir
bakış açısıyla nasiplenme yolunu gösteren eski tarihli bir yorumunu,
okumamış olan değerli dostlarımın dikkat, bilgi ve değerlendirmelerine sunarım.
MKA.
28 HAZIRAN 2010
PAZARTESI
“Şiâr” kelimesi, “şiir” ile aynı kökten geliyor. “Sıklık, incelik, farkındalık”manalarını içeren bir kelime… Kısa, sık ve incelikli söz (şiir), inceliklerin farkında olan (şâir), inceliklerin farkında olma (şuur), ince ve sık biten/saç (şa’r), buğdaydan farklı olarak ucunda ince kılçık bulunan arpa (şa’îr), sıkça söylenen slogan, amblem (şiâr) kelimeleri bu kökten.
Demek ki birisine “Şuursuz” deyince “farkındalığı olmayan, farkı fark etmeyen, inceliği, derinliği olmayan” demiş oluyoruz. Keza “Şiirden anlamaz” demek de “incelik bilmez, farkındalığı zayıf” demek oluyor.
“Slogan” kelimesi de “slog” (sık) kökünden geliyor. “Sıkça söylenen kısa sözler” olarak Türkçe’de kullanılıyor. Arapça buna “şiâr” deniyor.
Bu durumda İslâm’ın iki büyük şiârı, “İslam’ın sıkça söylenen iki büyük kısa sözü” demek oluyor. Öyle ki bu sözler / şiarlar / sloganlar İslam’ın inceliklerini, farkını anlatır ve onu söyleyenlere “şuur” (bilinç) verir. Bundan habersiz olanlar şuursuz / bilinçsiz olmuş olurlar.
İslam’ın şiarlarına tapınak virdi haline getirilmiş bir halde ezanda, namazda, dualarda, niyazlarda vs. sıklıkla rastlarız. Ama bu makalede en çok tekrarlanan ve bilinen ikisi üzerinde duracağız:
ALLAHUEKBER
VE LAİLAHE İLLALLAH…
***
ALLAHU EKBER: Kur’an’da “Allahu ekber” lafzı ile geçmez. Fakat daha dördüncü surede “Rabbini tekbir et” (Müddesir; 3) diye emredilir. Müslümanlar da bu emri yerine getirmek için “Allahu ekber” derler. Böylece her Allahu ekber dendiğinde bu emir yerine getirilmiş olur.
Gelelim anlamına…
Malum “Allah en büyüktür” demek oluyor.
Allah’ın büyüklüğü zaten malum olduğuna göre bu söz kime karşı söyleniyor?
Çünkü artık mesele bu şiarların “kime karşı” söylendiğidir.
Cehennem tehditlerinin ve tabiat tasvirlerinin Mekke’nin ulularına yönelik olması gibi, bu söz de Mekke ve civarında (ve oradan tüm yeryüzünde) kendini “büyük, güçlü, karşı konulmaz” vs. zannedenlere yönelik olduğunu görüyoruz.
Yani
Allah’tan başka bir takım metafizik tanrılar var da, onlar büyüklük iddia
diyorlar da onlara karşı söyleniyor değildir. Zira Allah’tan başka zaten tanrı
yoktur.
Bu söz tamamen insanlardan kimilerinin servet ve iktidar (mülk) sahibi olmakla büyüklenmesine, kibirlenmesine, tanrılar gibi davranmasına karşı söylenmektedir.
Şiârda geçen “ekber” sözcügü “en büyük” demek olup “kibir” ile aynı köktendir.
Kibr, “şânın azametini izhar etmek / ortaya koymak” demek olup kişinin kendinde hak ettiğinden fazlalık görmesidir. Mal ve mevkîden dolayı kibirlenirse zehv, kibirden dolayı başını havaya kaldırırsa nahve, kibirden dolayı burnu havada olursa huzuvâne, kibrinden dolayı kendine hayran olursa ucb olur.
Aslen büyük olmadığı
halde kendini büyük sanana ise müstekbir denir.
Servet ve iktidar
sahibi olmaya ise kibriya denir.
Mutekebbir ise Allah için kullanılır ve
büyüklük, güç ve kudrete sahip olduğu halde zulmetmeyen demektir.
Zor kullanan kibirliye
ise ceberût denir.
(Ebu Hilal el-Askeri;el-Furuq
fi’l-Luğa,
s. 366, işaret, ist. 2009).
Kur’an’dan birkaç örnek…
Firavun, Musa ve Harun’a şöyle der: “Yeryüzünde kibriyâ (servet ve iktidar) sizin ikinizin olsun diye mi geldiniz?” (Yunus; 78)…
Ad kavminin ileri gelenleri: “Bizden daha kuvvetli kim var? diyerek büyüklük tasladılar.” (Fussilet; 15)…
Bunlar beş ayet önceki Allah’ın yeryüzünde insanlar “eşitçe” bölüşsün diye yarattığı kuvvetleri (egvât) kişisel mülkiyetine yığıp onunla üstünlük taslayanlardı. Ayette önce eşitliğin takdir edildiği belirtiliyor, beş ayet sonra da bunun nasıl bozulduğuna dair Ad kavminden örnek veriliyor (bkz. Fussilet; 10-15)…
İşte böyle servet ve iktidar temerküz ederek güç toplayıp büyüklük taslayanları, yığdıkları ve biriktirdiklerinin kurtaramayacağı söylenir: “Ne (güç ve servet) toplamış olmanız, ne büyüklük taslamanız (istikbarınız) size bir yarar sağlamadı.” (A’raf; 48)…
Çünkü onların “İçlerinde hiçbir zaman tatmin edemeyecekleri büyüklük hastalığı (kibr) vardır.” (Mu’min; 56)…
Dahası böyle yapmakla hem kendilerini hem de egemenlikleri altında tuttuklarını ateşe sürüklemişlerdir: “Rabbimiz, gerçekten biz, seyyitlerimize (sâdetenâ) ve büyüklerimize (kuberâenâ) itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular.” (Ahzab; 67)…
***
Görüldüğü gibi Allahuekber şiarı, içimizden birilerine karşı söylenmektedir. Servet ve iktidar sahiplerinin “kibrini” kırmak için olduğu apaçık ortada.
Demek ki Allahuekber, ekâbirin tevhid vasatını (birlik, eşitlik ve adalet ortamını) terk edip ayrı baş çekmesine, servet ve iktidar gibi biriktirip topladıkları ile toplumdan ayrılmasına, kumlara karışmayı kibrine yediremeyip kum tepelerinde yaşamasına panzehirdir.
Bunun anlamı, “En büyük Allah’tır; Allah’a (en-Nâsa, topluma, halka) gel, halka karış, kibri bırak” demektir. Gökten yere inince Allahuekber bu demek olur.
Bu nedenle “burnu havada olan” demek olan kibirlinin, her secdede burnu yere sürtülür.
Bu nedenle servet ve iktidar gücüyle toplumdan / halktan ayrılan kibirli, “Hacc-ı ekber” (Tövbe; 3) gününde halk deryasının içine karıştırılır.
İlginçtir, Kur’an “Hacc-ı ekber” tabirini kullanıyor. Allah yerine burada Hacc geçmiş.
İslam’da Hacc, büyük halk kitlelerinin, insan deryası oluşturarak
birlik ve eşitlik gösterisi yaptıkları toplanış, karışış, sarmaş-dolaş oluş
ve dönüş ritüelidir. Verdiği mesaj Allahuekber’in
yere indiğinde nasıl anlaşılması gerektiğinin tatbikatıdır:
Allah’tan (en-Nâs’tan
/ halktan / toplumdan) daha büyük değilsin! Ona dön!
***
LAİLAHE İLLALLLAH: “Allah’tan başka ‘ilah’ yok” anlamına geliyor. Kur’an’da geçen “ilah” kavramının kullanımına baktığımızda, “ekber” gibi, içimizden kimilerinin, servet ve iktidar kuvvetleri (egvât) yığarak eşitliği bozmalarına ve böylece toplumdan ayrılarak büyüklenmelerine itiraz olduğunu görüyoruz.
Kur’an’ın “ilah” dediği şey bu anlamda insanlardan başkası değildir.
Bu nedenle “Lailahe
illallah” servet
ve iktidar temerküzü neticesinde insanlar üzerinde otoriteleşenlere isyan
çağrısıdır.
Yoksa
insanlar sırf ineğe, taşa, tahtaya, buzağıya, soğana, put heykellerine
tapınıyor da, Allah da onlara tapınmayı kıskanıp “Bana tapının, onlara
değil” diyor değildir.
İnek, taş, tahta, soğan, buzağı, put, heykel vs. biz
insanların birbirimiz üzerine kurduğumuz servet, iktidar, otorite, hegemonya ve
sınıflaşma araçlarının sembolleridir.
Onları kaldırdığınızda
ortada insanoğlu insandan başkası yoktur. İlahlar (âlihe) insanlardır; inek, taş, tahta, soğan,
buzağı, put, heykel vs. onların sembolleri olup kendi başlarına adlarında
geçtiğinden başka bir anlamları bulunmamaktadır.
Bunun
böyle olduğunu “ilah” kavramının Kur’an’da 140
küsur yerde geçen kullanımından apaçık anlıyoruz.
Birkaç örnek…
“Firavun dedi ki: Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum.” (Kasas; 38).
Görüldüğü
gibi Firavun lafı evirip çevirmeden inek, boğa, buzağı (bakara) gibi heykel ve
tasvirlerle ifade edilen “imparatorluk sembollerinin” altında neyin yattığını
açık ediyor. “Asıl ilah benim,
onlar hegemonyamızın işaret ve sembolleri” demeye
getiriyor.
Kur’an’da adı anılan tüm putların durumu aynen böyledir.
Başka bir örnek…
“Ve dediler ki: Sakın ilahlarınızı bırakmayın; hele Ved’den, Suva’dan, Yeğus’tan, Ye’uk'tan ve Nesr’den asla vazgeçmeyin!” (Nuh; 23).
İbnu’l-Kelbi'nin açıklamasına göre Ved putu iri yarı gövdeli bir erkek şeklinde idi.Suva bir kadın şeklindeydi. Yeğus dişi bir aslan biçimindeydi. Yeûk at şeklindeydi.Nesr akbaba şeklindeydi. Diğer bölgelerdeki tapınakların kapılarının üzerinde bu akbaba resimleri vardı.
Bunlar aynı toplum içinde kabile (sınıf) totemleri / sembolleriydiler. Kabilenin kurucusu ve ileri gelen bir büyüğünün anısına dikilmişlerdi. Genel insanlık içinde ise bugünkü ulus sembollerine tekabül ettiği söylenebilir. Her ulusun bir devlet arması / bayrağı vardır ve onların üzerinde ulusu simgeleyen bir takım şekil, bitki, hayvan veya tabiat figürleri vardır. Haç işareti, gamalı haç, yıldız, orak-çekiç, hilal, güneş, arslan, kurt, kartal, yaprak vs. Bunlar o ulusun kendi toprakları üzerindeki egemenliğini (hegemonya) ve mutlak otoritesini temsil eder.
Bu anlamda örneğin “uluslararası sular” henüz kimsenin egemenliğine girmemiş,
etrafına çit (sınır / gümrük) çevrilmemiş yerler demektir. Cahiliye döneminde,
bu, kabile toprakları (mer’a) şeklinde oluyordu. Oraya girdiğinizde kabileye
toprak bastı / giriş parası (gümrük) ödüyordunuz. Kabilenin egemen olduğu yerler kabile toteminin arma ve sembolleriyle
donatılmıştı ve genellikle merkezi bir yerde de ana tapınak bulunmaktaydı.
Şu halde Arapların ilahlar (âlihe) dediği, bu türden arma ve sembollerle ifade edilen devrin kurumsal kabile otoriteleri oluyor. Bunlar insanlar üzerinde servet ve iktidar hegemonyaları oluşturmakta ve sınıflaşma meydana getirmekteydiler. Üsttekiler ve alttakiler arasında keskin bir sınır (kast) vardı ve geçişkenlik yoktu. Üsttekiler, alttakileri mutlak egemenlikleri altında yönetiyorlardı. Eleştiriye ve sorgulamaya kapalıydılar. Egemenlikleri mutlaktı.
İşte
bu mutlak ve ebedi zannettikleri hegemonya (egemenlik) totemlerine /
sembollerine “ilah” demekteydiler…
***
Kur’an “din adamlığı” (hocalık, şeyhlik, seyyitlik, velilik, babalık, dedelik, ağalık, beylik, sultanlık, şahkululuk) hegemonyasına da “rablik / ilahlık” der: “Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha ibadet etmeleri emrolundu. O’ndan başka ilah yoktur.” (Tövbe; 31).
Kur’an “heva/heves/arzu/şehvet” hegemonyasına da “ilahlık” der: “Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? (Furkan; 43)
Kur’an melekler (nuranî varlıklar, cinler, periler, ifritler) ve peygamberler (İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ailesi ve soyu) hegemonyasına da “rablik/ilahlık” der:“Size melekleri ve peygamberleri rabler/ilahlar edinin, diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra hiç size kafirliği emreder mi?” (Al-i İmran; 80)…
Kur’an’a göre peygamberin görevi “insanlara hükmetmek” (hegemonya) değildir.
Bilakis “insanlar arasında” adil kararlar vermektir (hakem). Kur’an peygambere (ve bize) hitaben
hep “onlara
hükmet” (fehkumhum) değil; “onlar arasında hüküm ver / hakem ol” (fehkum
beynehum) der. (bkz. Al-i İmran; 23, Nisa; 58,
Maide; 42, 48, 49, A’raf; 89, Sad; 22, 26) Bunun hiç değişmediğini görüyoruz. Bu
ikisi arasındaki farkı biraz düşünün…
Keza “Allah’a, resulüne ve sizden olan emir sahiplerine (ulu’l-emr) itaat edin” (Nisa; 59) ayeti gönüllü birliktelikten doğan yükümlülükleri ifade eder.
Ayette
geçen “Sizden olan emir sahipleri” (ulu’l-emri
minkum) ifadesi “içinizden gönüllü rızanızı olarak işlerinizin başına
getirdiğiniz kimseler” demektir. Bugün için “sizin kendi rızanızla
seçtiğiniz kimseler” manasına gelir. Yine
hegemonik ilişki yoktur.
***
“Lailahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) ne demek anlaşılıyor olmalı.
Yani:
Yeryüzünde mutlak egemenlik altına girilecek hegemonya, otorite yoktur. Totem,
put, heykel, kabile, sınıf, ulus, sınır, otorite, gelenek, tapınak, din
adamları, heva ve heves, servet ve iktidar güçleri tartışılamaz, sorgulanamaz
değildir.
“Allah” adına ortaya çıkmış otoriteler de buna
dahildir. Hatta öyle ki hiçbir “otorite” Lailahe illalah kılıcından kendini kurtarabilmiş
değildir.
İster Allah, ister din, ister kabile, ister sınıf,
ister ulus, ister vatan, ister gelenek, ister tapınak, ister proleterya, ister
burjuva vs. ne adına kurulmuş olursa olsun yeryüzündeki bütün otoriteler, sonuç
itibariyle gerçeğin ta kendisi (hakk) olan Allah’ın ayetleri (varlık ve oluş
kanunları, evrenin gidiş yasaları, gönüllü birliktelikten doğan yükümlülükler
ve bunları öğütleyen Kitap) karşısında ve
bunlara rağmen kurulmuşsa birer kurgu ve yalan (batıl) imparatorluğudurlar.
İcabında yıkılabilir, değiştirilebilir ve yok edilebilirler…
“Allah” dış dünyada görünür bir nesne olmadığı ve onu temsil eden ebedî bir kurumsallık olmadığı için de, sonuç itibariyle Lailahe illallah, insanoğlunu, boyunduruk altında tutan tüm bağlardan kurtulmaya ve serazat bir “yeryüzü özgürlüğüne” çağırır.
İnsanoğlu ancak ve sadece Allah’ın ayetlerine (varlık ve oluş kanunlarına, evrenin gidiş yasalarına, gönüllü birliktelikten doğan yükümlülüklere ve bunları öğütleyen Kitaba) uyarsa hegemonik ilişkilerden arınabilir.
Aksi halde servet ve iktidar ilişkilerinden aile ilişkilerine, iş dünyası ilişkilerinden uluslarası ilişkilere bütün ömrü efendi-köle ilişkisi içinde geçer.
Allah-insan
ilişkisi bile efendi-köle ilişkisi değil; “gönüllü birliktelik” ilişkisidir.
Kur’an
der ki: “Benim rabbim sırat-ı müstakim
üzerindedir” (Hud;
56). Yani Allah, insanlarla hegemonik ilişki
kurmuyor. Bizi zaten kendi uyduğu, üzerinde olduğu yola çağırıyor. Varlık ve
oluş (sosyal) kanunlarına (sevgi, merhamet, adalet, doğruluk, dürüstlük)
birlikte uyalım, ben de onlara uyuyorum diyor. “Kendime
rahmeti farz kıldım” (Enam; 54) bu
demek.
Hal böyleyken insan-insan; yöneten-yönetilen, işçi-işveren, karı-koca, devlet-millet vs. ilişkisi nasıl hegemonik / ceberût (sahiplik esasına, efendi-köle mantığına, zora dayanan, tek yanlı) ilişki olabilir?
Kur’an
peygamberine (ve tabi bize) şöyle der: “Sen bir zorba değilsin” (Ğaşiye; 22)
***
Buradan bakılınca “İslam’ın iki büyük şiarı” bir tapınak virdi değildir. Günde yüz kez, gece de bin kez zikrini çekmekle cennette huriler bizi bekliyor değildir. Hele bunları ölülerin arkasından okuyup üfürmek ise “İslam’ın şiarlarına” hakaret anlamına gelir.
Bunları
dirilere okuyun, dirilere!
Para, servet, iktidar, devlet, mahkeme, evlilik, aile, iş, fabrika, uluslarası ilişkiler vs. gibi hayatın ve dünyanın kalbinin attığı yerlerde Allahuekber ve Lailahe illallah’ı ete kemiğe büründürecek, kendimizle yürür hale getireceğiz.
Her türden hegemonik ilişkiden kendimiz arınacak ve çevremizi de arındıracağız.
Yok edeceğiz insanın insana kulluğunu.
Her şeyden önce kendimize yabancılaşmayacağız.
Hep insan, sadece insan, insanoğlu insan kalacağız.
İnsan olmanın ve özgürlüğün ne demek olduğunu ancak o zaman anlarız.
“İslam’ın iki büyük şiarı” bize bunları öğretmiyorsa, havanda su dövüyoruz demektir.
"Kim güzel bir işe aracı olursa ondan ona
bir pay vardır. Kim kötü bir şeye aracı olursa ondan da ona bir pay
vardır.Allah her şeye, herkese gıda ulaştırır, Mukît'tir." 4. sure (NİSA) 85. ayet
T.C. / M. Kemal Adal
3 Mayıs 2016 / İZMİR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder