Sadık K. Tural
15-17 ARALIK 2000
Değerli Dinleyiciler,
İnsan, sorularının yücelttiği ya da ciddiye
alınmaz kıldığı bir varlıktır. Merakların oluşturduğu sorular, hem bilgi ve
birikim seviyesini, hem de idrak, edep ve duyarlılık seviyesini gösterir. Ben,
bugün sorularımı ve isteklerimi sizinle paylaşacağım.
Problematik, problemler yumağı demek…
Problematikimiz şudur?
Sadece okul ve kitap değil, basılı, görüntülü
ve bilgisayar teknolojilerinin bilgi bombardımanı altındaki 21. yüzyıl insanı,
ruhundaki boşlukları gidermek üzere, ‘en doğru’, ‘en güzel’, ‘en huzur verici’
olan bilgiler ile zevklere
ve bunların yapılandırdığı yaşantılara nasıl
erişebilir?
Bu problematikin içindeki problemleri de
sıralayabiliriz:
İlkokuldan yüksekokul sonuna kadar eğitim ve
öğretim görmüş insana verilen bilgi, onu, ne kadar tatmin etmekte,
yaşantısındaki çıkmazları ne ölçüde çözmektedir?1
Yetkili ve yetkin kişilerin kaleminden çıkıp,
az tartışmalı görüş, yorum, bilgi demeti olarak sunulan kitaplardan ne kadarı, düşüncenin
olduğu kadar, duygunun sorularına kalıcı cevap verebiliyor?2
Gerek perde, gerek televizyon aracılığı ile
sunulan filmler, en çok iki defa seyredilebilir. Mutlak ‘geçici’ olan sinema ve
TV ile sorumsuzları, sorumluluk fikrine yaslananlardan daha çok olan bilgisayar
programları arasına sıkışan insanı, ‘tüketim aracı’ olma anlayışından
kurtaracak; onun içindeki açlığa, derinlerindeki susuzluğa ve bilincinin sessiz
çığlık hâlindeki sorularına cevap olacak cümleler hangi kaynaktan nasıl
gelecek?
Bedenin yöneldiği duyular ve duyumların
tatmin edilmesinden sonra da, üstün bir idrak olma ihtimali taşıyan ruh, kendi
tatmini için soru sormaya ve cevaplar aramaya devam etmez mi?
Son elli yılda gerçekleşen, çok hızlı
teknolojik değişmelerin ve yenilenmelerin sunduğu nimetler karşısında, maddî
gücü olanların yararlandığı ve benimsediği ‘ihtiyaç’ ve ‘imkân’ sahipliğine
bağlı anlayışa karşı çıkan insanlardaki yetersizliğin ve yoksulluğun doğurduğu
öfkeli sorular karşısında, tatmin edici cevaplar nasıl oluşacak?3
Aklın beşerî ölçekteki bilgilerine ait
birikim, çok hızla değiştiğine göre, içlerindeki ‘değişmez
doğru’, ‘değişmez güzel’ nedir, ‘gerçek mutluluk‘ nasıldır sorularına, cevap
oluşturacak ‘bilgi’ ve ‘zevk’i arayanlar
hangi yoldan yürümeliler?
Allah’ın emirlerinin benzersiz yüce Kitap’a
dayalı, vahiy sonucu olan din denilen özel emirler ve yönlendirmeler alanı ile
her türlü inanç ve uygulamayı da içine alıp geleneğin doğurduğu inanmalar alanı
birbiriyle kavgasızlık ölçüleriyle uzlaştırılabilir mi?
Din bilginleri ile din bezirgânları
arasındaki farkın belirginleşmesi için ne yapılabilir?
Bu sorulara verilecek cevaplar, en büyük
soruyla karşı karşıya kalmamıza yol açıyor; Zihnin çözmesi gereken en kapsamlı
soruyu soralım:
İnsan, niçin var olmuştur?
İnsan, kendi kendine var olmadığına
göre, Yaratan tarafından niçin ‘var’ edilmiştir?
İnsan, ‘Ben niçin yaratıldım?’
sorusuna cevap bulmayı sağlayıcı bilgi, sezgi ve ilhama ulaşmayı başarır ise,
varlığının Yaratıcı‘yla ve diğer varlıklarla ilişkisi hangi konuma geçer?
Yaradılışının ve Yaratıcısının
sırrını -bilgisini ve zevkini de diyebilirim- öğrenme derdine düşecek insanın
yapacakları / yapabilecekleri nelerdir?
Bu soru, dört ayrı biçimde ifade edilmekle
beraber, cevabı aynı kapıya çıkar: Hâlik4 ve Samed,5 EI-Evvel ve EI-Âhir,6 Hayy ve Kayyum,7
Kadir,8 Musavvir, Rahman ve Rahîm9; ‘Lem yelid velem yuled’10 olan Allah’a…
Bu soruları, bu haliyle ifade etmek de, böyle
soruları sorabilecek bilinçle donanmış olmak da kolay değil! Bu kapıya,
Tevrat’ın, İncil’in, Kur’ân’ın, şerh ve tefsirlerle anlaşılabilir ve
kavranabilir hâle getirildiği söylenen hükümlerinden mi; her kişiye göre
değişen idrâk ve gayret sonucunda mı varılabilir? İşte bu zor alanda, Kitab-ı
Mübîn olan Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan Yaratıcı (Hâlik) ve yaratış sebebini bizim kavrayışımıza taşıyacak
insanlara ihtiyaç var. Nebî, resûl, peygamber, profet adı verdiklerimiz, o
hükümleri kavrayabileceğimiz hâle getirmeye çalıştılar. Ondan sonrakiler ise,
iki ayrı yoldan yürüdüler:
1) Mutlak züht, mutlak kural ve şekle,
sımsıkı bağlı din anlayışı;
2) Kuralı ve şekli mutlak ortaklık değil, bir
kişiye veya gruba ait özel durum sayan, hak ediş tipinden takvalı kabulleniş;
tarîk…
Her iki yolun birleştiği üç kavram, ‘teslimiyet’, ‘edep’, ‘huşu’…
Bir din bilgini olmadığım için, güvenilir
veya temel sayılan dinî kitaplarda sunulanları tekrar etmeyip, yukarıdaki
soruların tatminkâr cevaplarını, gerçek din bilginlerine bırakıp, kendi
yorumlarımı ve tabiî bu arada sorularımı sunmakla yetineceğim.
Birinci doğru (veya varsayım) şu: Âdem’den
beri, 10.000 yıl geçtiği söylenir. 10.000 yılın insanının tamamının birleştiği tek gerçek, her varlık
(insan, hayvan, bitki, eşya) ölümlüdür; ikincisi ise, birincinin de üstünde bir
gerçeklik: Ölmeyen, ezelî ve ebedî diri olan ALLAH’ın varlığı… Yanlış
anlaşılmasın! Beş duyunun idrâkiyle varılan tek
değişmez gerçek, ölüm veya ölümlülük’tür. Ölümlülere hiç benzemeyen Allah’ın varlığına ait hakikate,
beş duyunun ötesinde bir bilme isteği ve bilinciyle varılır.
İkinci varsayım (hipotez) şu: Allah, bütün
kâinatın yaratıcısı olan ve insan idrâkini çok aşan bir özel kudret olduğu
hâlde, insan, O‘na ulaşabilir. Ölçülmez bir büyüklük ve enerjinin, insan
idrâkini aşan bir irâdenin, bilinenin dışında bir en
özel varlık’ın bilinmesi, ancak, kendisi izin
verdiği ölçüde mümkün olabilir. Her bilme / biliş, gözlemi, beş duyuyu
aşan her hüküm, bir sırra ulaşma, bir özel bilgiye varmadır; ancak, bunu
sağlayıcı yöntemleri ve verilen izin engellerini kabullenmek şartı ile…
Bilim ve sanat, insan için henüz bilinmez,
yani sır olanları çözme çabası içinde… Her
çözülen düğüm, başka bir düğümün habercisi... His, hayal, vesvese, vehim,
korku, ümit, akıl arasında gidip gelmeler ise, bilime veya sanata ait bir
minnacık sırrın çözülüşü… Sır ve ikrar
kavramlarının Anadolu inanç tabakalarında farklı anlam ve etki taşıyacak
biçimde kullandıklarına işaretle yetineyim.
Sır,11 batı dillerinde mistery… Mistik
denilen insan, beş duyu aşan, aklı yaya bırakan sırrın peşine düşmüş olan...
Hıristiyan veya Yahudî yahut başka inanışların mistikleri, sır arayıcıları ile İslâm’ın sır arayıcıları farklı…12 Sır
kavramına yükledikleri anlam çok farklı… O yüzden felsefenin kapısını
çalıyorlar Batı’da...
İslâm’daki mistikler de birbirinin aynı
değil…13 Velâyet
de, o unvanı veya makamı kazananlar da mâhiyetleri ve hedefleri aynı olduğu
halde uyguladıkları eğitim yolları, az çok farklı. Talibe, dervişe uygulanan
yollar bakımından fark, ilk ayrılık... İkincisi ise, şekil-perestler ile
şekilciliğe karşı çıkanlar arasındaki uçurum türünden fark... Üçüncüsü, küfre
varma ihtimali yüksek bir bâtınperestliğe kapılanların ayrışmaları,
farklılıkları…
Kur’ân, bildirdiği mecazlı hükümlerin idrak
edilip mutlaka benimsenmesini emrediyor; Peygamber birçok hükmün açıklanması
olan hadislerinin düşünülüp yaşanmasını öğütlüyor. Din, insan ile Yaratan
arasındaki sözleşme hükümleridir.
Kitap’ta ve Hadis’te yer alan bu sözleşme ve
hükümleri, akıl, ilham, sezgi, bilgi ve birikimleri farklı olan insanlara nasıl
anlatılıp benimsetilecek? Asıl hedef, muhabbet, merhamet ve samimiyetin hayatın
her anına ve ibadete yerleştirilerek vecd ile buluşturulmasıdır. Tekfir
edilmekten, iftiraya hedef olmaktan korkmadan, şirkten ve riyâdan sakınarak,
çok muhabbetli, çok merhametli, çok samimiyetli bir vecd ile Yaratan’a ve
yaratılmışlara yaklaşmak, ilişki kurmayı benimsemek… İman da, ibadet de, insan
ve diğer varlıklarla ilişkiler de, şirksiz, riyasız bir sevgi ve saygı ile
temellenmiş olacak… Aşk, hesapçılığa, pazarlıkçılığa ısrarlı beklentilere izin
vermeyen özel bir tutkudur. Aşk, seven‘in, sevme‘nin mutluluğuyla yetinmekten
doğan beklentisizliktir.
Bir papaz, haham veya budist rahip yahut
ateist de Kur’ân’ı baştan sona kadar –arapçasını veyahut kendi diline
tercümesini—okuyabilir, hattâ inceleyebilir; hattâ bu insanlar bazı ayet ve
sûreler karşısında şaşırıp ilgi ve saygı da duyabilirler. Kerîm ve mübîn olan Kur’ân’ın
hikmet dolu fakat îcaz ile bezeli münakkah ifadelerini kuru bir akılla idrak
mümkün değildir. Vahiy yoluyla bilgilenmenin ihlaslı niyet ve emek yanında heyecanın,
edebin ve huşûnun yıkadığı, sezgi, ilhâm ve basiretin zenginleştirdiği bilinçle
mümkün olacağını kavramışlık. Bu kavramayı O’ndan gayrisine aklını ve gönlünü
kapayan bir aşka dönüştürmüşlük ise, tasavvuf.
Artık söyleyebiliriz:
Başta Peygamberimiz Hz. Muhammed(s.a.v)’in,
Hz. İsa’nın, Hz. Musa’nın, Hz. İbrahim’in, Hz. Süleyman'ın, Hz. Yusuf'un, Hz.
Yunus’un, Hz. Nuh’un veya Hz. Yakup’un, sonra, velî, aziz adlı özel insanların
zâhirde görünen yaşantılarının, sözlerinin arkasındaki sırrı öğrenmeye kalkmak,
İslâm mistisizminin temeli... Hikmet’in, hikmetli bilgilendirilme ve idrak
ettirilmenin doğrudan muhatapları öncelikle peyâm-berler (peyam; değerli
haber/ber; getiren) nebi ve resuller… Bu peygamberlerin, hikmet bilgisinin
peşine düşerek varlık alanındaki zâhirlerini aşıp, bâtınlarını öğrenme
iştiyakının beslediği, Kur’ân’dan ayrılmadan yürüyen bir kavrayışla, yaradılış
sebebine ulaşma heyecanı ve arzusu... Hikmetin, vazgeçilmezlik ölçüsünde peşine
düşüş, yani aşk...
Öncelikle havâs’ı, sonra da halkı sarsmak
üzere, gönüle dokunan Mevlânâ “Aşk acısı tadmanış, taşıyıp yanmamış yürek, ya deliye
aittir, ya ölüye.” diyor.
Yaygın anlamıyla, aşk, insanın, vazgeçilmez
olanın; ulaşmaya, erişmeye çalışılanın dışındakilere ilgisini azaltarak, bir
varlığı, düşünce, duygu, hayal ve davranışların merkezine koyması... “Anamız aşk, babamız aşk, aşktan doğduk biz; aşklar
arındıkça, ilahî aşka çıkar.” diyen Celâleddin Rumî’nin söylediğini
kavramayı denemeli... Ne diyor:
a.
Mensupluk
veya taraftarlık çaba ve öfkesinin en aza indirilmesi,
b.
Şekle ait
tercih veya sembollerin gerçek hükmün ayrılmaz parçası sayılmaktan
arındırılması,
c.
Siyasetin
veya diplomasinin yahut ticaretin söyleyişlerinin ve yöntemlerinin değil, başta
sevgi, merhamet ve adalet olmak üzere insanlaştıran hikmeti
sezdirme, idrak ettirme niyetli dilin hâkim kılınması…
Tasavvuf, Odgurmuş Ata’nın, Hoca Ahmet Yesevi’nin,
Hünkâr Bektaş Velî’nin, Yunus Emre’nin, Mevlana Celâleddin’in, Hacı Bayram
Velî‘nin, Niyazi Mısrî’nin örneklendirdiği, vecidli çabalarının, nazma taşınan
çığlıklarının adıdır. Sufilik, irfânı ve ilhâmı, aşkla yıkamaktır. Bahâüddin
oğlu Mevlânâ’nın Kur’ândan aldıklarını, hikmetli nazma taşıyışındaki ilham
gücünü, bâtın nitelikli bir hükmü, o yola girenlere -yedi yüzyıldır- iletme
başarısıdır.
Tasavvuf, bir kültürün hangi tabakasından olursa olsun, her
insanın-- ruhunun enerji yüklenmeye yatkınlığı ölçüsünde –yaratılış sebebini
arama çabasıdır. Fıtrat denilen yaratılışa / öze ait / uygun özelliklerin
insana hâkim kılınması, niyeti, isteği, çabasıdır. Bu çabalar ruhun gerçek
enerjisine ulaşması yolundaki bir özel eğitimdir…
Tasavvuf, tam inançlı insanın, acelecilik ve öfke patlaması ile
kin tutması denilen hastalıklardan kurtulmak için gösterdiği ısrarlı ve kararlı
yaşayıştır. Kur’ân-ı kerim’de , “aceleciliği”, “bencilliği”
vurgulanmış bu ve benzeri hastalıkların, insanın, aklına, merhametine,
serinkanlılığına zarar verdiği gibi bedenini de hastalandırdığı
düşündürülmüştür.
Tasavvuf, insanın “sabır” göstermesi,
”tahammül” etmesi, öfke (tehevvür)sini yenip,
kinden kurtularak, hem kendisine, hem başka varlıklara haksızlık ve zalimlik
etmeden yaşaması yönündeki beklentiler ve öğütler bütünüdür.
Tasavvuf,
Yaratıcısı ile yaradılmış arasındaki ilişkiyi kavramak veya bilmek üzere bir
yola girmek, o yolda olmaktır.
Tasavvuf, geçici, oyalayıcı, çelişki ve vesvese
vericiden, gölgeden ve hattâ bedenden kurtularak, asıl vücut ile ilişki ve
bağını keşfetmek ve tasavvuf denilen kavramı, vahy ile cinnet arasında
koşuşturan insanoğlunun nefsine15 savaş
ilân edip, bu savaşı kazanmasıdır.
Yukarıdan beri yaptığım tanım nitelikli cümlelerle,
tasavvufu hükme bağlamış olmayı isterdim.
Yeni yüzyılın insanına, şekilde, dış yüzde
kalan türden iman ve ibadete davet edici tekrarları değil, mutluluk ve vecdin
tadını arayanlara sunulacak olan bilgiyi göstermek isterdim.
Siyasetin, ticaretin teslim almadığı bir iman
ve ibadet talep edenlerle konuşmuş olmak isterdim.16 Ölçütlerin temsilcisi olmak adına yola çıkıldığı halde,
denetimsiz -örtülü, açık- kurumlaşmalar yüzünden ‘biz’ ve ‘ötekiler’
anlayışının çıkmazına düşen din, iman, ibâdet, tarîkat anlayışlarının kimseye
‘hayır’ getirmeyeceğini söylemek isterdim.
Hızlı sanayileşmenin, vahşi kapitalizmin
kıskacında bunalan, çaresizliğinden isyanın veya inkârın yahut ateizmin oyununa
gelmemek isteyenler ile konuşmak isterdim.17 İki yüzyıldır, inanmayanın da, inananın
da, aklının ve duygusunun bulanıklığını kim inkâr edebilir.
Mevlânâ Celâleddin’in çağdan çağa yakılanan
şu çığlığına kulak verse çağımız insanı, bunalmışlığı için bir çare bulmuş olmaz
mı? “Allah
dilemiş, kısmet etmişse sana, el getirir, yel getirir, sel getirir. Dilemez,
kısmet etmezse Mevlâ, el götürür, yel götürür, sel götürür. ” Sabırsız, benmerkezci, tatminsiz,
merhametsiz, sevgiyi dış yüzde yaşayan ve hakikî
sahibi unutan insanlık için bir uyarıcı çağrı…
Nefsinin bunalttığı derin çelişkilerden
kurtulmak için, her insanın, kendi dilince ve kendi dinince söylediği ‘beni en doğru yola ulaştır’ (İhdina’s-sırâte’l-mustakim)
talebinde samimi olanların kazandığı ilham ve hâller, tasavvuftur; ben dinlerin
ve dillerin üstünde, bu talebinde samimi olanlarla konuşmak isterdim.18
Bencilleşen, yalnızlaşan ve ruhî
dertleri, çaresizliği, kimsesizliği artan yirmi birinci yüzyıl insanının, çok
ferdî bir alan olan tasavvufta, tatmin olacağını düşündüğümü söylemek ve bu
yöndeki arayışların artacağına işaret etmek isterim.
Sadece Türkler değil,
başka milletlerin gençleri de arayış içinde... Tasavvuf, şekilperestlik, grupçuluk
hâline dönüşmeye imkân verilmeden, insanın iç yolculuğunu sağlayabilir; yirmi
birinci yüzyılın insanının buna ihtiyacı olduğu söylenebilir…
Türkistanlı Hoca Ahmet Yesevî’nin, Mevlâna
Celâleddin’in ilâhî hikmeti kavrayışı ve aldığı mesajı paylaşma ihtiyacına
bağlı çığlığı, bütün insanlığadır. Tasavvuf, ‘niçin
yaradılış amacımdan sapayım?’ veya ‘ey
Yaratan sana ulaştırıcı yolda olmak istiyorum, elimden tut!’ çığlığıdır.
Tasavvufun anahtar kelimesi ‘vecd’ ile ‘aşk’, zâhidlik’in
anahtarları ‘takva’ ve ‘huşû’… Kendileri de
Türk soylu olan Buharî, Tırmızî, Zemahşeri, Mâturîdî isimli İslâm
bilge-bilginleri, Türklerde, Allah’a imanın uyandırmaya ve artırmaya
çalıştılar, Ahmet Yesevi, Abdülhalik Gücdüvânî, Yusuf Hemedanî, Süleyman
Bakırganî, Balasagunlu Yusuf, Hacı Bektaş Velî, Hacı Bayram Velî, Aziz Mahmut
Hüdâî de… Aynı zirveye ulaşan, çilesi ve tadı ayrı iki yol…
Bir inanç sistemi, bir din, insanı öncelikle ahlâklı yapıp Allâh’ın kendisini
sevip yaratanı ile bütünleşmesini sağlama işlevini taşır. Allâhı çok sevip,
Mevla’nın sevgisini kazanıp O’nunla bütünleşme ise, nebî, resul, peyam-ber
unvanlı kişilerin önderliğiyle, yol göstericiliğiyle olabilir. Allah ile bütünleşme köprüsü, Kitap’ın zahiri ve bâtınî hikmetlerini anlayabilme
ışığı Hz. Muhammed Mustafa’dır. O’nun dünyamızdan ayrılmasından sonra, bu yol göstericilik
Allâh’ın velîleri (evliyâullâh) ile güvenli ölçülerle gerçekleştiği
söylenebilir.
Tasavvuf, evliyâullahın yönlendiriciliğinde,
ruhun arındırılıp, bedenin yola girerek Allah’ın sevgisini hak edip Mevlâ ile
bütünleşme eğitimidir.
Karmaşık bir tasavvufî terim dünyasında
boğulmadan söylemeye çalıştım: Şia öğretisini yakından tanımış Tebrizli Türk
Şems’in, ehl-i sünnete bağlı Bahaüddin oğlu Mevlânâ ile buluştukları noktayı,
düşünmenizi isterdim. Ondan ötesini ben bilmiyorum, bilenlerden dinlemeniz daha
doğru olmaz mı?
İslâm’ın gerçek bilim adamlarıyla anlatılması
için, hurafe ve bid’attan kurtarılması için, huşû ve edebin süslediği bir iman
hâlinde biçimlenip davranışa dönüştürülmesi için, Müslümanların yanlışlarını
düzeltmeliyiz. İslâm’ın yanlışı yoktur, İslâmiyet’i anlatanın yaşadığını
söyleyenin yanlışı olabilir. Kur’ân’ın ‘asrın idrâki’ ile yeniden yorumlanması
(tefsir, şerh) ve yeniden Türkçe anlamlı (meal) metinler bastırılması Devlet’in
vazgeçilmez görevi olmalıdır. İslâm’ın ruhban sınıf, aracı kadro
bulundurmadığını tekrar hatırlatalım. Bir de, insan ile Yaratan arasındaki
yüksek haberleşmemenin aracısız bir şekilde gerçekleşebileceğini; bunun ise, bu
yöndeki çileye razı olanlara ait, bizim bilgimizi aşan bir konu olduğu açıktır.
Yirminci
yüzyıl biterken, ileri teknolojiye bağımlılığın getirdiği, insanın ruhunu
tatmin etme yerine, başta beş duyusu olmak üzere, bedence tatminin ön plana
çıkıp yerleşmesi, insan ruhunda açlık ve tatminsizliklere yol açmıştır. Beden
hastalıklarının da, psikolojik sıkıntıların da, sürdürülemeyen aile içi bağ ve
dayanışma azlığının da, derin bir yalnızlığı körüklediği söylenebilir.
Yalnızlık
nedir? Sevme ve sevilme ihtiyacının karşılanamadığı durumlarda, beden ve ruh
hastalıklarıyla boğuşmamıza yol açan yalnızlık… İç aynasına yansıyan,
dayanılmaz bir gerçekliği bunaltan y a l n ı z l ı k, derinlerdeki büyük boşluk
ve kimsesizlik yüzünden, çöküntüye uğrayan insan… Kalabalıklar arasında
yaşarken, kimsesizliğin ve güvenliksizliğin verdiği yalnızlığın korkuları,
korkuların yalnızlığı… Sağlıklı, güvenli, destekleyici, bağışlayıcı
nitelikli sevginin bulunmayışının doğurduğu yalnızlık acısından kurtulmak
için, yol arayan insan… Olumsuzlukların dipsizleştirdiği iç boşluğunu,
insanların kirlettiği iç aynasını Yaratan bilgisiyle doldurarak,
yalnızlığını giderme ilhâmını ve idrâkini yakalama niyetli insan, kurtulmuştur.
Yaratan’a teslim olmayla başlayan, sınırsız rahmetin, avf ile mağfiretin kazandıracaklarından
ve yalnızlıktan arınma işlemlerinden uzaklaşan planlamaların, tatillerin
oyaladığı, her aşamada yeniden hicran ve hüsranlar ile karşılaşmayı ilân eden
saatlerin hapishanesinde ömür tüketmenin yıllarında, yollarında…
Sabrın,
samimiyetin çok azaldığı; çocuklarına veya torunlarına oyuncak almayı veya
oyuncak olmayı değil, değer ve davranış aşılamayı, örneklendirmeyi
benimseyenlerin kaybolmaya başladığı bir yüzyılın başında…
Hergün
değişen teknolojik ve teknik vitrinin, tüketimi teşvik ve tahrik ederken
maddî yetersizliğin veya yoksulluğun, işsizliğin, gelir dağılımındaki
olumsuzlukların sosyal patlamalara gebe yılları düşündürdüğü bir yüz yılın
eşiğinde…
Parçalanmış
ailelerin, temeli çürük birlikteliklerin, aşksız ve ruhî sadakatsiz ilişkilerin
yaygınlaştığı, alkol ve uyuşturucuya başlama yaşının 12’ye indiği yüzyılın kapı
ağzında…
Suyun
hızla kirletilip, toprağın, hızla çoraklaşıp, ürünlerin özyapı hücreleriyle
oynanıp, hem tabiatın, hem diğer canlıların ve insanın yaratılma sebebine,
fıtrat ayarlarına aykırılaştırılmasının makul ve meşru sayıldığı bir asrın
ayakucunda…
Beslenmesi
yetersiz veya az çeşitli; barınması basit veya köhne; gerek işyeri, gerek
barınılan yer, gerekse ulaşım açılarından güvenliksiz veya korku üretici; her
yaşta ve her yerde bezdirici ve ezici bir yarışın teslim aldığı, vahşi
kapitalizmin oyuncağı olduğunu kabul ettirdiği bir ömrün öznesi olmaya
mahkûmluğun zihinlere kazıdığı bencillikler çağının ilk on yılının ajandasında…
Ve,
inanç adına, ibadet adına konuşan kişi ve kurumların ayrışmacılık veya
ötekileştiricilik gibi günahları işlemek
yüzünden derûnî olanı itibarsızlaştırıp şekil yüzünden canavarlaşmayı tabiî
saydığı ve saydırdığı bir yüzyılın; inanç sömürgenlerinin bir kısmının
büyücülük, falcılık türünden istismarları bir sektör haline getirip her türden
ahlâksızlığı, irâdesizliği, hurâfeyi, bid’ati ve şirki dinin önüne, hattâ
yerine geçirdiği sevimsiz vakitlerin, sisli sabahında…**
İnsan, hem kendi bunalmışlığını, hem
başkalarının çaresizliğini yok etmeyi başarmak istiyorsa ne yapmalı? Bu
olumsuzluklar karşısında ısrarla, iç dengesi / huzuru adına inanmak, doğru
davranışlarda bulunup, hakkı savunup sabredip bunları öğütlemekten başka bir
şey yapabilir mi? İslâm mistisizminin, Türk sûfilerinin, tasavvufun
söylemlerini, o yolun bilgelerinin yazdıklarını ve yaşadıklarını öğrenmek
-entellektüel işleyişli zihinler için- kişi ve toplum ruh sağlığı projesinin
temeli yapılamaz mı?
Türkiye‘de, bu konudaki ilk bilimlik ve
bilinçli yayın Fuad Köprülü'nün19 idi. Onun
inanmanın çilesini, sûfî yöntemlerle çekme yöntemi ve Türk Müslümanlığı
konularında Asya coğrafyasına uzanan dikkatini, diğer araştırıcılar, Anadolu
ölçeğinde sürdürdüler. Bu konuda yazdıklarını okuduğum insanların bir kısmını,
şükranla anmak isterim…
Türk tasavvuf dünyasının değerleri ile ışıklı
şahsiyetleri konusunda kitap yazmış olup aramızdan ayrılmış bulunanların
hepsini, kitaplarını okududuğumuz Fuad Köprülü’yü, Ömer Rıza Doğrul’u,
Abdülbaki Gölpınarlı’yı, Mahir İz’i, Samiha Ayverdi’yi, Necip Fazıl Kısakürek
ve Erol Güngör’ü20 --rahmet dileyerek-- minnetle selamlıyorum. Bu
konudaki araştırmalarını paylaşanlardan Nezihe Araz’a, Süleyman Uludağ’a, Ahmet
Hulusi’ye, Yaşar Nuri Öztürk’e, Selçuk Eraydın’a, Mustafa Kara’ya21 şükranlarımla birlikte, sağlıklı ömürler diliyorum.
Vicdanî ve ahlâkî olanın yerine teklif edilen
değer ve davranışlar yüzünden, mâlî yetersizliğin sonucu olmak üzere ya
hekimlerin (psikolog, psikiyatr ve diğerleri), ya da hâkimlerin kapısına itilen
insana -şarlatanlara yakalanmamak şartıyla- tasavvufun*** verecekleri bulunduğunu söylemek
isterdim.
Ve,
Beni bende demen bende değilim,
Bir ben vardır bende benden
içeru.
diyen Türkmen kocasına, bu hikmeti Farsça
söyleyen Mevlânâ’ya, çektikleri çilenin örtülenen anlamını, bâtınını kavramaya
çalışarak yaklaşmak üzere, beraber****
yola çıkmak isterdim.
Saygılarımla…
S A D I K
K. T U R A L
Uluslararası Mevlâna Bilgi Şöleni, (Bildiriler). Kültür Bak.,
Yay., Ank., 2000, s. 29-39.
* Bu toplantıyı düzenleyen T.C.
Kültür Bakanlığı’nı, özel gayret ve katkıları için Sayın Feyzi Halıcı ile Sayın
Ahmet Özhan’ı şükranlarımla alkışlıyorum.
1
Ev (aile), okul, sokak (dış dünya) üçgeninde değerler, amaçlar ve kabuller
arasında mutlak birlik ve mutlak benzeşirlik bulunup bulunmaması önemli bir
problemdir. Örgün eğitim ve öğretim, insanı kendi toplumuyla ve devletiyle
bütünleşmiş, yaşanan çağ ile ilgili olarak da gereğince bilgilenmiş yapmak
zorundadır. İnsanı kültürleyen ‘örgün eğitim ve öğretim kurumları’, hangi
değer, davranış ve bilgileri, mutlak “ihtiyaç” ve “gerekli” saymaktadır? Bu
konuda karar verenlerin birikim ve kimliği kamuoyuna her yıl açıklanırsa,
aileler yavruları hakkında karar verenlerin kimliği ve ölçütleri konusunda
bilgi sahibi olurlar. Hükümetler değil, bakanlar değiştikçe bile eğitim ve
öğretimde yapılan değişmeler konusunda, hukuk davalarının açılmasına ihtiyaç
vardır. Şu sorular gündemde olmalıdır: Hem sekiz yıllık zorunlu, hem lise ve
dengi okullar, hem de yüksekokul ve fakültelerde verilen örgün eğitim ve
öğretime ait bilgi ve eğitimi denetleyen
kurum ve kuruluşlar var mı? Bunlar MEB dışında oluşabilir mi? MEB düzenli,
ısrarlı bir denetimi ‘müfettişler’ aracılığıyla yaptırabiliyor ise, bu
‘müfettişler’ hangi değerlendirme ölçütlerini benimsiyorlar?
2 Toplam
gazete tirajının günlük üç milyona yakın, toplam yıllık kitap / çeşit basımının
8000-9000 arasında olduğu, okuyanın çok olmadığı
ülkemizde, bazı merkezlerin ödül, reklâm ve medyatik desteklerle piyasaya
sürdüğü kitaplar ile millî düşüncenin ve zevkin oluşturulması mümkün mü?
Benzeşmeyi, bütünleşmeyi, sağlıklı sevgiyi ve vatanseverlik ile çağdaşlığı esas
alan bir ortak kimlik oluşumunu hedefleyen,
basılı ve görüntülü yayınlara olan ihtiyaç devam ediyor.
3 Şehirlileşmenin
sağlıklı bir zeminde gerçekleşmesi mümkün olmamaktadır. Son elli yılda tarımdan
kopup şehirlere göçen Türkiye Türkleri, bir tüketim toplumuna dönüştü. İlân,
reklâm ve kredili satışlar yanında, haksız veya vergilendirilmemiş kazançlar,
gelir dağılımını bozmaktadır; bu bozulmalardan doğan sosyal ve kültürel
çözülmeler karşısında yer alacak önlem ve uygulamalar çok yetersizdir.
4 El
Hâlik: Yoktan var
eden; varlıkların, varediliş gerekçesini, kaderini ve ömrünü belirleyip, ona
göre meydana getirme gücünün sahibi, Yaratan…
5 Samed: Varlığı, oluşum ve devamı
bakımından hiçbir varlığa, bağlı, bağımlı, ihtiyacı bulunmayan.
6 Allah’ın doksan dokuz adı var; bu
adlara Esmaü’l Hüsnâ (güzel adlar) denilir ve Allah’ın sıfatlarına dayanan
adlandırmalardır. EI-Evvel: Bütün
varlıkların en öncesi... Var edicisi… El-Âhir:
Sonu olmayan, dâimâ kalıcı, en sonunda tek başına kalan (Bâki, Vâris esmaları da) anlamında…
7 Allah’ın El-Hayy ismi, bitmeyen dirilik, sınırsız hayat sahibi ile hayat
veren anlamlarını taşıyor. El-Kayyum:
Bütün âlemlerdeki her varlığın işleyişini öz yönetim gücüyle yürüten, işlevli
kılan.
8 El-Kâdir: Varlıklara istediği biçim, konum
ve işlevi verme yönünde, sonsuz kudret sahibi anlamında… (Muktedir ve Musavvir
isimleri de)
9 Rahman
ve Rahîm:
Yarattıklarını affeden, yardım edip ödüllendiren; bütün yarattıklarının
devamlılığı konusunda şefkat ve merhamet sahibi (Latîf ismi de).
10 Lem yelid velem yûled: İhlâs (kurtuluş, arınış) sûresi
adını taşıyan ve her seviyedeki insanın Allah’ın özelliklerini kavramasına
imkân veren özel ifade birliğindeki mesajlardan biri olup “O,
doğurmamıştır, doğurulmamıştır.” anlamı taşımaktadır.
11 Sır: Saklanması gereken, saklanan;
gizli olan; bir kişiye, gruba, millete ait olan gizli bilgi, durum... Bu tanımı
aşarak ferdî, mahallî, millî, siyasî, askerî, ticarî, dinî, ilahî sırların
bulunması, bilgi sınırı ve açıklanma yasağı düşüncesini doğuruyor. Bir bilgi,
söylenmemesi, ulaşmaması gereken kişi ve gruplara gitmediği sürece,
bilinmezliğini koruduğu müddetçe ‘sır’ sayılır. Kişinin kendisi için ve sadece
kendisine ait olan özel bir bilgiyi, kendi içinde taşıması ve kimseyle
paylaşmaması durumu da, sır’dır.
Asıl sır, “kenz-i mahfî (gizli hazine)” ise, Allah’ın kendisidir. O’nun
sırlarını, biz O’nun izni olmadıkça bilemeyiz. ‘Kenz-i mahfî’ye ulaşma
niyetiyle yola giren, bilgilenme basamaklarına ait sırları, özenle, dikkatle
yaşayan ve çilesine râzı olan bir derviş ile bir insana âşık olup, bu bilgiyi
paylaşmaksızın, bir sır olarak içinde yaşatan arasında fark yoktur. Bu
farksızlık, sırlarının mahiyetinden değil, iç kalesini koruyan bir razı
olmayla, duygu, düşünce dünyalarındaki ızdıraba sabır ve tahammül açısındandır.
Ulaşmak, bütünleşmek (visal, vuslat) yolundaki olgunlaşmalar: Şüpheler,
yorgunluklar ve ümitler...
12 Mistisizm: “(Hıristiyan) Gizemcilik. Yunanca, sır’la ilgili anlamına gelen mystikhos
deyiminden türetilmiştir. Tanrının sezgi yoluyla kavranacağını ileri süren Batı
gizemciliğini dile getirir. Genellikle her türlü gizemcilik bu deyimle
nitelenirse de, Hıristiyanlığa özgü anlamlar içerir. Hıristiyan’ın kiliseden
umut kesmesiyle, kendi içine kapanması ve Tanrı’yı kendi içinde aramasından
doğmuştur. Kişinin her türlü aracıyı ortadan kaldırarak Tanrı’sıyla baş başa
kalması ve onu kendine özgü bir anlayışla kavrayarak, ona kendine özgü bir
tapımla tapmasıdır. Bu kişinin bireysel ve kişisel mister(giz, sır)’idir.
Kişiye, derin ve tanrısal bir hayranlık, bir coşku verir. Çaresizlikten doğan
umutsuzluğunu giderir, yaşama bağlar...” Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü, İst., 1979.
13 Tarîk/Tarikat: Yol; dinî terim olarak, Allah’a
ulaşmak üzere, bir mürşidin, rehberin, yönlendirmeleriyle uygulanan, bilgilenme
ile vird, zikr, ibâdet, riyâzet ve semâ gibi beden ve ruh eğitimini benimseyen
kullanan dinî gruplaşma.
“Tarikat: “Yol. Hakk’a ermek için tutulan, birtakım kuralları ve ayinleri
bulunan yol. Mutasavvıflara göre tüm insanlar, hattâ bütün yaratıkların alıp
verdiği nefesler sayısınca Allah’a yol gider. İlk sûfîler, kendilerinden
tecrübeli ve yaşlı üstadlardan geniş ölçüde faydalanmakla beraber, belli bir
tarikat kurmamışlar, her biri kendine göre yol tutmuştu. Bunlar, görüşlerini ve
manevî tecrübelerini sohbet yoluyla çevrelerinde toplananlara aktarıyordu.
Kendilerine şeyh-i sohbet, şeyh ve üstad; sohbetinde bulunanlara da sâhib
deniliyordu. Tayfûriye, sehliye, muhâsibiye gibi, bugünkü anlamda tarikat
sayılmayan tasavvufî hareketleri bir yana bırakacak olursak, gerçek anlamda
tarîkatlar, VI/XII. asırda ortaya çıkmaya başladı ve müesseseleşti.” Süleyman
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü,
İst., 1991.
15 Yunus
Emre’yi merkeze koyarak nefis kavramının
sofîlerdeki yeri ve anlamına ilişkin bir yorumlama denemesi için bkz. S. Tural,
Edebiyat
Bilimine Katkılar, Ank., 1993, s. 123-134.
16 Dinin istismar edilmesi, zor gibi görünüyorsa da mümkündür. Bir kişinin dinini, mezhebini yahut mensup
olduğu dinî grubu (tarîk) kullanarak, ticaret ve siyaset yapması, sadece
Müslümanlıkta değil, bütün dinlerin mensuplarında görülen olumsuz bir durumdur.
1950 sonrası Türkiye’sinde ise,
siyasetin tezlerinden ve mesajlarından en önde geleninin, dinî hakları
için Mecli’in düzenlemeler yapmasında ısrarcı oldular. Son 60 yıl içinde, bilgi
ve eğitim seviyesi düşük ve ekonomik gücü yetersiz insanlar, din adına tahrik
edilmektedir. Yan yana gelemeyecek üç kelime varsa, o da militanlık, tahrik ve din kelimeleridir.
17 Sanayileşme
ve kapitalizm olguları, ekonomik gücü yetersiz insanların üzerinde olumsuz
etkiler yaptı. Sanayileşme, seri, standart ve kitle hâlinde üretimin esas
olduğu yeni bir kültür yarattı. Bunun getirdiği üç önemli gösterge, kalite ve
kalite-kontrol anlayışı; reklâmlarla beslenmiş tüketim ihtiyacı; hızlı
değişimin getirdiği bunalımdır. Sanayileşmenin getirdiği yeni dünyanın ve yeni
insanın sıkıntıları, başta inançsızlığa açılan psikolojisi ile emperyal tuzaklar
olmak üzere, çeşitli sosyo-psikolojik ve sosyo-ekonomik dertleri üzerinde, 1940
sonrasında, gerek Türkiye’de, gerekse Batı’da fikir üreten büyük düşünürler
ortaya çıkardı. Bunlardan birkaçını anmak isterim: Blondel, T. S. Eliot,
Heideger, Oswald Spengler, Alexis Carrel, John Neff, Raymond Aron, Karl
Mannheim ve Erich Fromm, Alvin Tofler; Mustafa Şekip Tunç, Ömer Rıza Doğrul,
İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Şemseddin Günaltay, Osman Turan, Samiha
Ayverdi, Peyami Safa, Hilmi Ziya Ülken, Hasan Ali Yücel, Burhan Ümit Toprak,
Remzi Oğuz Arık, Nurettin Topçu, Mümtaz Turhan, Ali Fuat Başgil, Cemil Meriç,
Sabri Ülgener, Mehmet Kaplan, İbrahim Kafesoğlu, Dündar Taşer, Doğan Avcıoğlu,
Muharrem Ergin, Sulhi Dönmezer, Attila İlhan, Haluk Nurbâki, Ahmet Arvasî, Erol
Manisalı, Galip Erdem, Erol Güngör, Emin Işık, Yümni Sezen, Sezai Karakoç, Uğur
Mumcu, Mehmet Bayrakdar, Ahmet Tekin, İskender Öksüz.
18 Aslında bir
tek din vardır; o din, bir Allah’a bağlı emirler, yasaklar, müjdeler dizisi
hâlinde, farklı zamanlarda, farklı dillerle çağrıya dönüşmüştür. Seçilmiş
insanlar (nebî, resul, hâdi), zaman, mekân ve dilleri farklı kitleleri, doğruya
davet etmişlerdir. Din kavramı, yol, kural, yargı, sorulara cevap, güvenli
yürüyüş gibi anlamlarıyla, Semitik birer
dil olan İbraniceye, Aramiceye, Arapçaya dayanarak, bütün insanlığı muhatap
edinen bir sözleşme çağrısı. İnsan, Allah’ın sözleşme metni olan kitap
hükümlerine uymadığında, Ona ait sırlara ulaşma hakkını kaybediyor. İnsanın,
yanılmaması, kaybetmemesi, Yaratan ile bütünleşmesi için yapılan yönlendirme
sisteminin adı İslâm. Bu yönlendirmenin kişiyi doğrudan muhatap saydığı ve
kişinin hem dışını hem içini arındırma yolculuğunda, uygulanacak yöntemlere
ilişkin çok özel vaat ve davete tasavvuf
deniliyor: Tasavvuf, ayrıştırmacılığın, cemaatleşmeciliğin kuklası olmadan, dünyalık artırmak için değil, hikmet’e ulaşmak için gönlüyle bu yola girip bilge-sûfîleri izleme
çabası.
** Bu bildiri elinizdeki kitabın 2006 baskısındaki halinden, yeni
baskıya alınırken ana metne sekiz paragraflık bu italik kısım
ile birkaç cümle eklendiği gibi, dipnotlar gözden geçirildi. İki yildiz, üç yıldız ve dört yildiz
taşıyan açiklamalar 2014 yılı içinde oluşturulup eklendi.
19 Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar,
Diyanet Yay., 8. Bs., Ank.,1993.
20 Köprülü
Mehmed Fuad, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, İst., 1918; Ömer Rıza
Doğrul, İslamiyet’in Geliştirdiği Tasavvuf, İst., 1948; Abdulbaki
Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, Türkiyat Yay., İst., 1931; Menakıb-ı
Hacı Bektaş Velî, Velâyetnâme,
İst., 1952; Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, İst., 1953; 100
Soruda Tasavvuf, İst., 1960; Yunus Emre ve Tasavvuf, İst.,
1961; 100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, İst., 1969; Samiha
Ayverdi, Kenan Rifâî ve 20. Asrın Işığında Müslümanlık, İst., 1951;
Onüçüncü Asrın Anadolu’sunda Tasavvuf ve Hz. Mevlâna, Konya, 1950;
Mahir İz, Tasavvuf, İst., 1969; Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü
ve İslâm Tasavvufu, İst, 1982; Erol Güngör, İslâm’ın Bugünkü
Meseleleri, İst., 1981; İslam Tasavvufunun Meseleleri, İst.,
1982.
21 Nezihe Araz, Anadolu Evliyaları, İst., 1969; Süleyman Uludağ,
İslâm Açısından Musiki ve Sema, İst., 1976; Tasavvuf Terimleri
Sözlüğü, İst., 1991; Yaşar Nuri Öztürk, Kutsal Gönüllü Velî: Kuşadalı
İbrahim Halvetî: Hayatı, Tasavvufî Düşünceleri, Mektupları, İst., 1982;
Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi, İst., 1985; Selçuk
Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, İst., 1996; Ahmet Hulusi,
Kendini Tanı, 2. bs., İst., 1994; İnsan ve Sırları, 13.
bs.,İst., 1995; Bilincin Arınışı, 11. bs, İst., 1995; Dinî
Kavramlar Sözlüğü, (Diyanet Yay.), Ank., 2006.
*** Yaşlıların çaresiz yalnızlığının, boşanmaların, aldatmaların,
intiharların, cinsel sapıklıkların, çılgınlık seviyesindeki takıntılı
davranışların, rüşvetçiliğin, süslenme ve bakım çılgınlığının ve obezitenin
yanında, kanser, grip, koah, alzheimer ve şeker gibi hastalıkların, bireyleri
ve toplumları sarsmaya devam ettiği 21. yüzyılın başında tasavvuf, yeni
bir işlev üstlenebilir: İnsanın
yetinmezliği ve çaresizliği, kendi bedenini, ruhununu ve tabiî çevreyi
kirletirken duyarsızlığı, özgürlük ve mutluluk adına bencilleşip sevimsiz bir yalnıza dönüşmesine yol açtı.
Siyaset ve ticaret kavramlarına bağlı kurum ve kişilerin önde görünenleri,derdi
görmezlerse, vahşi kapitalizm, insanı hastalandırmayı sürdürecek. İnsanın,
kendisini, varlıkları ve beş duyusuyla öğrenemediği dünyayı, “niçin“ lerle
başlayıp değişmez hakikati kavramaya çalışmadıkça bu hastalıklar devam
edecektir.Bu hastaları istismar edenler ise çoğalacaktır.
**** Kime ait olursa olsun, söze dönüşmüş olanın, hattâ her ünlemin,
bir görünen (zâhiri), bir de
örtülenmiş, (bâtınî, mecazî) anlamı
vardır. Hâkimlerin, suç’un ve suçlunun eksiksiz ve yanlışsız bilmeleri için; hekimlerin, hastalık’ın ve tedavinin
eksiksiz ve yanlışsız belirlemeleri için, kendilerine söylenmiş olanları,
belgeleri dikkatle dinleyip okumaları, doğru yorumlayıp doğru hüküm
vermeleri gerekir. Hâkimler toplumun sosyal sağlığını, hekimler beden sağlığını
korumak için, sözün / yazının her yanını ve yönünü anlamak zorunda olan
insanlardır. Allah’tan gelen vahiy nitelikli hükümlerin bir zâhirî, bir de
batınî yanları vardır; resuller, nebiler her iki anlama ait bilgiyi ehline
ulaştırmışlardır. Kur’ân’daki hükümler öncelikle Hz. Muhammed’in hadis-i
kutsileriyle ve hadis-i nebevileriyle halkın bilgisine / idrakine sunulmuştur.
Kur’ân’daki hükümlerin, zâhirî ve şer‘i (iman / itikat, ibadet ve muamelât
alanlarına ilişkin değerler ve kurallar) olanlarını sistemleştirenlerin önde
gelenlerine mezhep imamı adı verilir;
sonrakiler ise, fakıhlar, müftîlerdir. Bu türden mürşitlere, şeriat erbabı, zâhir ulemâsı, rüsûm allâmesi
denilir. Kur’ân’ın, yalnızca zâhirî anlamını değil, bâtınî
anlamlarını da, öğrenmeye, anlamaya, uygulamaya çalışanlara ise, velî, sûfî, hakîm denilir. Velî, sûfi,
hakîm nitelikliler ise, murakabe, riyâzât
(çile), mücahade, manevî hal (keşf,
ilham) ve makam adını taşıyan eğitim ve öğretim yöntemleriyle, insanın
ruhunu Allah‘a yakınlaştıran insanlardır. Velî, hakîm, sufi nitelikli
insanların mürşitliği ise, bâtın ehli,
hakikat erbâbı, marifet mürşidi olarak nitelenmiştir.