A.
İNANÇ;
TARTIŞILABİLİRLİK ANLAYIŞI VE SINIRI NEDİR?
Bakın Türk Dil Kurumu
“İnanç” kavramını nasıl açıklamış:
İNANÇ: 1. Bir düşünceye gönülden bağlı bulunma: “Bilhassa
kadınlar arasında hurafeye inanç fazla buralarda.” -F. Otyam. 2. Birine duyulan
güven, inanma duygusu. 3. İnanılan şey, görüş, öğreti: “Kendi
getirdikleri inançtan başka her şeye kapalıdır zevkleri.” -N. Ataç.
4. din b. Tanrı'ya, bir dine inanma, akide, iman, itikat: “Herkes,
vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.” -Anayasa.
Güncel Türkçe
Sözlük
Tanımından
anlaşılabileceği gibi, İnanç kişilere özgüdür. Bu
sebeple, inançların din kültürü (teoloji) olarak değil; kişisel bazda
tartışabilirlik sınırlarını doğru olarak belirlemek gerekir. Karşılıklı
iletişimde “doğru anlaşılmak” adına, eski bir yazımdan alıntıyla konuya giriş
yapmak istiyorum.
Öncelikle ve özellikle belirtmek isterim ki kimsenin
inancını yargılamak veya inancımı, itikadımı başkalarına belletmek gibi bir
niyet ve maksadım yoktur, olamaz. Çünkü bu inancımla uyuşmaz.
Her zaman, her
ortamda, açık ve net olarak ifade ettiğim, tutum ve davranışlarımla da
göstermeye çalıştığım şey, özümsediğimce,
“Atatürkçü Düşünce” sahibi bir Türk (iftihar ediyorum) ve “Kuran”a sarılmış bir
Müslüman (Hamd ediyorum) olarak benimsediğim
değerleri isteyenlerle paylaşmaktır.
Dini içerikli yazılarımdaki muhataplarım, ancak inananlar
ve bir müminin Kuran’ dan edindiği İslam itikadını bilmek isteyenlerdir.
“İnsan, Kâinat ve
vahiy Kitapları”ndan görüp bildiğimce Hakkı / gerçeği, görüp bilmek
isteyenlerin görüş sahasına koymaktır.
Ne Atatürkçü Düşünce Sistemi ve
ne de İslami İtikat, kimsenin tekelinde değildir. Bu bağlamda muhataplarımın,
amacım doğrultusunda muhatabı olabilmek için uğraşıyı ibadet bilmekteyim.
İman, Allah ve kul arasındadır, kimde olduğunu da Allah
bilir. Kimsenin dini inancı kimseyi ilgilendirmez; beni de ilgilendirmez ama
hiçbir “Kitap” bilgisine dayanmaksızın, “Kuran Değerleri”ni, bilgisizce cehaletten veya daha kötüsü bilip
de nefsi çıkarı için, kişisel arzusu için kullananlar, aslından saptıranlar ve
her ne maksatla olursa olsun insanları Allah ile
aldatanlar, Kuran’a iftira atanlar, topluma zarar verenler karşısında sessiz
kalamam.
BUNLARIN İNANÇLARIYLA DEĞİL,
BUNLARIN İNANCIMLA İLGİLİ YANLIŞLARINI, HAKSIZLIKLARINI GÖSTEREBİLMEYİ DE
“CİHAD” OLARAK BİLİRİM.
Çok sık “Dini
içerikli” yazmamın sebebi ve yazılarımın çerçevesi budur. Bu yazı da Kuran
ayetlerinin derlenmesiyle oluşturulmuş, oldukça uzun bir inceleme ve tefekkür
yazısıdır. Artık dileyen yazıyı okur, düşünür; dileyen vazgeçer / vazgeçmez,
bildiğine bakar.
B.
İNANCI BELİRLEYİP
OLUŞTURAN NEDİR?
İster inanlardan olun
ister inanmayanlardan, İnancınız ne olursa olsun hiç fark etmez, bir kere olsun
aklınıza
gelip düşündünüz mü ki:
“ İki kardeş, aynı
babadan olma ve aynı anadan doğma, genleri müşterek, aynı aile ve çevrede
yetişmiş, aynı toplumun ve ortamın iki ayrı / farklı kişisi. Konu din olmuş
olmamış farketmez, biri inananlardan olmuş
biri inanmayanlardan…Acaba neden?...”
Soruyla ilgili
düşüncemi bildiğimce, Din konusunda ve Kur’an referansları ile açıklayayım, siz
bu açıklamayı isterseniz, istediğiniz konuda istediğiniz referanslarla göre
değerlendirin, bakalım fark var mı?
1.
Müşterek (ortak)
dilin ve anlamanın etkisi
İnancın belirlenmesinde okunanı ve
işitileni anlamak için ortak bir dilin olması gerekir. Ortak dil, anlamanın
olmazsa olmazlarından birisidir. Ama lisan, tek başına sadece bir iletişim vasıtasıdır, aracılık görevi
yapan bir araçtır. Kişiler için de bir toplum için de, maksada göre en kolay ve
en iyi kullanılan lisan da elbette ana dilleridir. Buna rağmen “ana dil”
de olsa, lisan tek başına inancın veya inançsızlığın sebebi değildir. Çünkü:
“Eğer
biz onu yabancı dilde bir Kur'an yapsaydık, elbette şöyle diyeceklerdi:
"Ayetleri ayrıntılı kılınmalı değil miydi? / Arap'a yabancı dil mi? /
ister yabancı dilde, ister Arapça!" De ki: "O, iman edenler için
bir kılavuz, bir şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir
ağırlık vardır. Ve Kur'an, onlar için bir körlüktür. Böylelerine, çok uzak bir
mekândan seslenilmektedir” (41 / Fıssulet / 44)
“Biz onu Arapça
konuşmayanlardan birine indirseydik de, O onu onlara okusaydı, yine de ona
inanmayacaklardı.” (26 /
Şuara / 198 – 199)
Ortak dilin (Araplar
için Arapça; Türkler için Türkçe, ortak ana dildir) kullanılmasıyla, bir konuyu
“anlamak,” o konuda bir inancın oluşmasında, olmazsa olmaz bir temel teşkil
ederse de, bir şeyi “anlamak” da tek başına inancın veya inançsızlığın sebebi
değildir.
Çünkü: Anlamak tek başına
inanmak için yeterli olsaydı Arapça sözü anlama sıkıntısı olmayan Ana dili
Arapça olan tüm Arapların da toptan inananlardan olması icap ederdi. Yalın
haliyle anlamak, “hak vermek” ve “kabul etmek” demek değildir.
“Bedeviler:
"İman ettik." dediler. De ki: "Siz iman etmediniz. Ancak
'Müslüman' olduk deyin. İman sizin kalplerinize girmemiştir. Eğer Allah'a
ve resulüne itaat ederseniz Allah, yapıp ettiklerinizden hiçbir şey eksiltmez.
Çünkü Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir” (49
/ Hucurat / 14)
Dil müşterek
de olsa, söylem aracı olan lisandaki, kavram, terim, tanım ve isimler,
insanların algılama, anlama ve anlaşmalarını sağlayan, kolaylaştıran unsurlar
olmasına rağmen, bu kavram, terim ve tanımlamalarda anlama ve algılama
farklılıkları, aynı toplumun insanları arasındaki yanlış anlaşılmaların ve anlaşamazlıkların
ana sebeplerinden biridir.
Herhangi bir konudaki kavram, terim ve
tanımların kapsam ve içeriğini farklı anlayıp algılayan birçok insan, bunun
farkına varamadığı süreçte, aynı lisanla konuştuğu fakat yakından tanımadığı
kişileri ve söylemlerini, muhatabının ifade maksadının dışında kendi
değerlerine göre algılar ve öyle yorumlar.
Mevlana’nın
söylediği, "Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar
anlaşabilirler." İfadesi, insan fıtratına ait bir gerçektir. Bu
yaratılış gerçeği, İnsan Kitabındaki Sünnetullah’ tır. Bu, “Anlaşabilmek
için aynı dili konuşmak gerekmez” demek değildir; “Aynı dili konuşanlar, aynı
şeylere inanıyorsa ve aynı şeyleri hissediyorsa kolayca ve doğru anlaşırlar”
demektir.
Ortak dil, Tek başına “doğru
anlamak” için yeterli olmasa da, “doğru anlamak” için olmazsa olmazlardan
birisidir
a)
Bu sebepledir ki:
Allah, mesajlarını seçtiği
peygamberlerine / elçilerine, toplumun anlaması için o toplumun diliyle
göndermiştir.
Allah’ın elçisi / resulü olan son peygamber de (Hz. Muhammed), tüm insanlar için kendisine Arapça olarak
indirilen / vahyedilen Allah sözünü (Kuran) , ana dili Arapça olmayan
toplumlara, anlamaları için, o toplumların diliyle
konuşan kendi elçileriyle göndermiş ve tebliğ etmiştir.
Doğru
algılayıp anlayıp anlamanın en kestirme yolu,
ana dilde konuşup yazmaktır.
Gönüllerdeki inanç ve duygu beraberliği, insanların
birbirlerini doğru anlamanın ötesinde birbirleriyle anlaşmalarında ve dillerindeki lisan beraberliğiyle birlikte, bir
coğrafyadaki toprağı “vatan”, orada yaşayan
halkı da “millet” yapan unsurların başında
gelir.
b)
Şüphesiz,
Sünnetullah’ ın gerçekleri değişmez. Farklı ve değişken, değişir ve
değiştirilebilir olan, insanların doğrularıdır. Değişen o insanların onları
anlayış ve kavrayış şeklidir. İnsanların
hür iradeleri ile yaptıkları seçim ve tercihleridir.
Örneğin:
“Allah Gani’dir, dileyene
dilediğini dilediğince verir.”ifadesiyle bir Kur’an
gerçeği ifade edildiğinde:
Bazıları: ”Dileyen ne dilerse, Allah onu verir.” diye anlar ve öyle inanır, ona göre
bir yol tutar kendine;
Bazıları: ”Dileyenin dileğini, Allah’ın kendisi dilediği gibi verir” diye anlayıp
öyle inanır ve bir başka yola girerler.
Sünnetullah’
tan bilgi sahipleri ise : “Her
ikisi de olur” diye anlar ve öyle inanırlar.
c)
Dildeki lisan ile
gönüllerdeki inanç ve duygu ile ilgili aşamalar ve gerçek odur ki:
“Söyledim! Duydu anlamına gelmez.
Duydu! Doğru anladı anlamına gelmez.
Anladı! Hak verdi anlamına gelmez.
Hak verdi! İnandı anlamına gelmez.
İnandı! Uyguladı anlamına gelmez.
Uyguladı! Sürdürecek anlamına gelmez”
Duydu! Doğru anladı anlamına gelmez.
Anladı! Hak verdi anlamına gelmez.
Hak verdi! İnandı anlamına gelmez.
İnandı! Uyguladı anlamına gelmez.
Uyguladı! Sürdürecek anlamına gelmez”
Bunların ayrımına varanlar doğru
bilgilenir, gerçeği bulur ve fikir sahibi olurlar.
Bilgilenme sürecinde, kendini bilen, İlkelerinden
ve kendi değer yargılarına göre doğrularından emin olan kişiler, duydukları
çevresindeki farklı düşünce ve fikirlere, sorgulama sürecinde, hak vermeseler bile, sadece bunları doğru
anlamakla da kendilerini geliştirirler.
Bu kişiler, yararlanabilecekleri
olumlu bir kazanım elde ederler ve toplumsal uzlaşmaya katkı sağlayabilirler.
2.
Kalbin tasdiki
İnancı belirleyen, kişinin aklını ve gönlünü
çalıştırarak, tefekkür sonucu idrak ile
anladıklarına hak verip vermediği ve kalbinin
onaylayıp onaylamadığıdır.
İNANMAK, Bir
şeyi doğru olarak benimsemektir; özümseyerek
kendine mâletmektir. Birini doğru sözlü olarak bilmek, güvenmektir; Bir
şeyin varlığını, doğruluğunu kabul etmektir; Tanrıyı (Müslümanlar için
Allah’ı), sevecek, güvenecek ve bağlanacak en yüksek varlık olarak bilmektir;
iman etmektir.
Anladığına hak verip inanmak için, aklın
anladığını, kalbin, gönülün, duyguların da beğenip onaylaması gerekir ki bu da
İnsan Kitabındaki Sünnetullah’ tır (Allah’ın yol ve yasasıdır).
Kim
ne derse desin, kime ne dersek diyelim, anlayıp, hak verip, kabul edip yürekten
doğruladığımız ne ise, inandığımız da odur.
Her insanın kendi değer yargılarına göre inandığı
gerçekler, o insanın inancıdır.
İMAN, kalbin tasdiki ve hür irade
ile dilin ikrarıdır.
İman, izafidir, subjektiftir, nefes
alan can adedincedir ki kimde ve nice olduğunu kişinin kendisinden başka ancak
ve yalnız Allah bilir ve bu sebeple İman’ı sadece Allah yargılar.
İnsanlar ise, insanın sözünü
işitir, tutum ve davranışını (eylemlerini) görür ve kendi inancıyla
karşılaştırarak değerlendirirse, zahirde görünenle o kişinin imanı ile ilgili
olarak, sadece dünyevi geçerli, kişisel bir intiba edinebilir.
Hem birey olarak İnsanın ve hem toplumun, olgunlaşıp
gelişmesi için, inançların sorgulanması (tahkiki) gerekli fakat eyleme
dönüşmedikçe yargılanması abestir.
Müteşabih olanı tevil
etmeden inanç konusunda gerçekler, “kalp / gönül” ile idrak edilir dediğimde,
Bilimsel olarak, "Gerçekler
organlarla değil, beyinle algılanır" diyerek karşı çıkanlar, “Kalp / gönül” den Kur’an’daki kastın, bilimsel
olan, “akıl dâhil, bireyin kişiliğini yansıtan
tüm karakteristik özelliklerin kaynağı olan” üst sistemi, “beyin”i
işaret ettiğini algıladıklarında,
yukarıdaki yazılanlarla bilim arasında,
bilimsel manada ve özde bir çelişki olmadığını görebileceklerdir. Çünkü
Rahman’ın Sünnetullah’ ı mutlak gerçektir.
BU KAPSAMDA İNANCI BELİRLEYİP OLUŞTURAN,
KİŞİSEL KABULLERİMİZ / DOĞRULARIMIZ, SEÇİM VE TERCİHLERİMİZDİR.
C.
İMAN /İNANÇ İLE İŞ, EYLEM (UYGULAMA) İLİŞKİSİ
1.
İman / inanç, insanların kişisel seçim, tercih ve
sorumluluğu; eylemleriyle beraber Dünya hayatındaki sınavıdır.
ALLAH, indirdiği (Vahiy) ve gösterdiği (Kâinat
ve İnsan) Kitaplarında, insanlara Hak ile batılı / iyi ile kötüyü
/doğru ile yanlışı / güzel ile çirkini anlatıp göstermiş; Dileyene / dilediğine
bunları ayırt etme gücünü, Sünnetullah
kapsamında vermiştir.
ALLAH, peygamberlerini sadece TEBLİĞ (Hakikati Duyurma),
İNZAR (Uyarma) ve TEBŞİR (Müjdeleme)
ile görevlendirmiş ve yetkilendirmiş; İnsanlara
seçim ve tercihlerine göre yol gösterip, onları kılavuzlayıp hidayete erdirmeyi
ise yine Sünnetullah kapsamında üzerine almıştır.
2.
İnsanların
inançları ile özgür seçim ve tercihleri üzerinde, peygamberlerin ve vesvese
veren iblis soyu / iblis izleyicileri olan cin ve insan şeytanları da dâhil
olmak üzere, hiçbir varlığın, zorlayıcı yaptırım güçleri yoktur.
3.
Her şey
Sünnetullah kapsamında olur ve kişiler, inanç ve eylemlerinde, sorumlulukları
kendilerine ait olmak ve sonuçlarına katlanmak üzere, üstlendikleri “emanet”i
kullanırlar.
4.
Dinde Zorlama
Yoktur:
“DİNDE BASKI -
ZORLAMA - TİKSİNDİRME YOKTUR. DOĞRU VE GÜZEL OLAN, ÇİRKİNLİK VE SAPIKLIKTAN
AÇIK BİR BİÇİMDE AYRILMIŞTIR. Her kim tâğuta sırt dönüp Allah'a inanırsa hiç kuşkusuz
sapasağlam bir kulpa yapışmış olur. Kopup parçalanması yoktur o kulpun. Allah,
hakkıyla işiten, en iyi biçimde bilendir” (2 / Bakara / 256)
“ONLARIN İYİYİ VE
GÜZELİ BULMALARI, SENİN ÜZERİNE BİR BORÇ DEĞİLDİR. TAM AKSİNE, DİLEDİĞİNİ /
DİLEYENİ İYİYE VE GÜZELE KILAVUZLAYAN ALLAH'TIR…” (2 / Bakara / 272)
“EĞER RABBİN
DİLESEYDİ, YERYÜZÜNDEKİ İNSANLARIN HEPSİ TOPTAN İMAN EDERDİ. Hal böyle
iken, mümin olmaları için insanları
sen mi zorlayacaksın! “
(10 / Yunus / 99)
“ŞU BİR GERÇEK
Kİ, SEN İSTEDİĞİN KİŞİYİ DOĞRU YOLA İLETEMEZSİN. Ama Allah, dilediğine kılavuzluk eder. Hidayete
erecekleri O daha iyi bilir.”
(28 / Kasas / 56)
“Kuşkusuz, bu Kitap'ı biz sana insanlar için hak olarak
indirdik. Artık kim doğru yolu seçerse
kendi lehinedir; kim de saparsa kendi aleyhine sapmış olur. SEN ONLAR ÜZERİNE
VEKİL DEĞİLSİN.” (39 / Zümer
/ 41)
“GERÇEK ŞU Kİ,
SİZE RABBİNİZDEN GÖNÜL GÖZLERİ GELMİŞTİR. KİM GÖRÜRSE KENDİSİ YARARINA, KİM
KÖRLÜK EDERSE KENDİSİ ZARARINA... BEN SİZİN
ÜZERİNİZE BEKÇİ DEĞİLİM.”
(6 / Enam / 104)
“BİZ ONU YOLA
KILAVUZLADIK. ARTIK YA ŞÜKREDİCİ OLUR YA NANKÖR.” (76 / İnsan / 3)
“Artık uyar /
düşündür! Çünkü sen bir uyarıcı / düşündürücüsün. ÜZERLERİNE MUSALLAT BİR
DESPOT DEĞİLSİN.” (88 / Ğaşiye / 21-22)
“Ve de ki: "HAK, RABBİNİZDENDİR. ARTIK DİLEYEN İNANSIN, DİLEYEN İNKÂR ETSİN."…”
(18 / Kehf / 29)
a)
Allah, bir beşer olarak
peygamberinin yetki ve gücünü apaçık açıklıyor:
“De ki: "BEN
SİZE ZARAR VERME GÜCÜNE DE IŞIK VE AYDINLIK VERME GÜCÜNE DE SAHİP DEĞİLİM."
De ki: "Allah'tan beni hiç kimse kurtaramaz ve O'nun dışında bir sığınak
da asla bulamam." "Ancak
Allah'tan bir tebliğ ve O'nun mesajlarından bir şeyler sunabilirim…" (72 / Cin / 21-23)
b)
İnsanlara
(sorumlu varlıklara) duyuruluyor:
“Yemin olsun… Nefse ve onu düzgün bir biçimde
şekillendirene. Ardından da ona bozukluğunu ve takvasını ilham edene ki, BENLİĞİ TEMİZLEYİP ARINDIRAN, gerçekten
kurtulmuştur. ONU KİRLETİP ÖRTENSE
kayba uğramıştır” (91 /Şems / 1; 7-10)
c)
Sorumluluğun
Şeytanın üzerine yüklenemeyeceği vurgulanıyor:
“Benim kullarım aleyhine senin elinde hiçbir güç / kanıt
olmayacak. Azgınların seni izleyenleri
müstesna." (15 / Hicr
/ 42)
“Şu bir gerçek ki şeytanın elinde, iman
edip yalnız Rablerine dayananlar aleyhine hiçbir sulta / hiçbir kanıt yoktur. ONUN SULTASI, SADECE ONU DOST EDİNENLERLE
ALLAH'A ORTAK KOŞANLAR ÜSTÜNDEDİR.“ (16 / Nahl / 99 -100)
d)
Ve Sünnetullah
olarak insanlar / toplum, uyarılıyor:
“Sizden, sözü saklayan da açıklayan da
geceye sığınıp gizlenen de gündüz yol alan da onun için birdir. Her biri için
onu önünden ve arkasından izleyen gözcüler vardır ki, kendisini Allah'ın emrine
bağlı olarak koruyup denetlerler. GERÇEK ŞU Kİ ALLAH, BİR TOPLUMUN MÂRUZ KALDIĞI ŞEYLERİ,
ONLAR, BİREY OLARAK İÇLERİNDEKİNİ / BİREY OLARAK KENDİLERİNE İLİŞKİN OLANI
DEĞİŞTİRMEDİKÇE, DEĞİŞTİRMEZ…” (13 / Rad / 10-11)
“Bu böyledir. ÇÜNKÜ ALLAH BİR TOPLUMA LÜTFETTİĞİ NİMETİ,
O TOPLUM BİREY OLARAK İÇLERİNDEKİNİ / BİREY OLARAK KENDİLERİNE İLİŞKİN OLANI
DEĞİŞTİRMEDİKÇE, DEĞİŞTİRMEMİŞTİR. Ve Allah, iyice işiten, gereğince
bilendir.”( 8
/ ENFÂL / 53)
“Biz, elçileri sadece müjdeleyiciler ve uyarıcılar
olarak göndeririz. KÜFRE SAPANLAR İSE
BÂTILA YAPIŞARAK ONUNLA HAKKI KAYDIRMAK İÇİN UĞRAŞIYORLAR. Onlar,
ayetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri eğlence edindiler.” (18 / Kehf / 56)
“SEN
HA UYARMIŞSIN ONLARI HA UYARMAMIŞSIN, FARK ETMEZ ONLAR İÇİN; İNANMAZLAR.”
(36 / Yasin / 10)
“SEN
ANCAK RABLERİNDEN İÇİN İÇİN KORKANLARI VE NAMAZ KILANLARI UYARIRSIN.”
(35/ Fatır / 18)
“EĞER
HATIRLATMAK YARAR SAĞLARSA HATIRLAT / ÖĞÜT VER! İÇİNE ÜRPERTİ DÜŞEN, ÖĞÜT
ALACAKTIR. İÇİ KARARMIŞ BEDBAHT İSE ONDAN KAÇINACAKTIR” (87 / A’lâ /
9-11)
“De ki:
"Bilgi Allah'ın katındadır. Bana gelince, ben ancak açıkça uyaran
biriyim." (67 / Mülk
/ 26)
“Yine de yüz çevirirlerse
artık sana düşen, açık bir tebliğden başka şey değildir.” (16 / Nahl / 82)
“Ve de ki:
"HAK, RABBİNİZDENDİR. ARTIK DİLEYEN İNANSIN, DİLEYEN İNKÂR ETSİN." (18
/ Kehf / 29)
D.
İNSANLARIN
TEBLİĞDE YETKİ VE SORUMLULUKLARI:
Allah’ın emirleri bunlar iken, kendi kendilerini mümin (inanan) olarak
nitelendiren bazı insanların, peygambere
verilen yetki ve görevin üzerinde bir yetki ve görev ile “din” adına amaç ve
görev yüklenmesi, dinde aşırılığa gitmektir ki bu anlayış, şirk (Allaha
ortak koşmak) ile özdeştir. Kuran
mesajının ışığında bu bağlamda:
İnananlar,
Kuran’daki İslam’ın duyurulması ve Kuranın emir ve yasaklarına uyulmasını
teşvik etmek dışında ve ötesinde başkaca bir şeyle yetkili ve mükellef
değildirler.
Hiç
kimse, hiçbir kişi tarafından, hiçbir maksatla İslam Dinine girmeye ve inancını
buna göre oluşturmaya veya değiştirmeye zorlanamaz. Çünkü dinin özü ve ruhu
imandır. İman ise tamamen hür iradeye bağlı olarak yapılan vicdani bir kabul,
seçim ve tercihtir.
Hiçbir
zorlama teşebbüsü, kalp ve vicdandaki samimimi inancı olumsuz yönde etkileyemez. Zira
iman, kalp ve vicdanın tasdiklemesidir, gönülden onaylaması,
doğrulamasıdır. Zorlama ile ikrar (söz
ile ifade) değiştirilebilirse de samimi iman değişmez. Bu sebeple her türlü
zorlamaya, dinin özü ve ruhu kapalıdır.
1.
İnançta,
Sünnetullah gereği olarak, insan ancak içinden geliyorsa gönlü imana yatkınsa
iman edebilir. Bu manada dinde zorlama zaten yoktur, olamaz.
Böyle bir zorlama yapılırsa,
maksat ne olursa olsun, Allah’ın hakkını inkârdır. Çünkü Herkesin dini inancında
serbest olması, sorumluluğu ve hesabı kişisel olarak Allah’a
verilecek İslami bir kural olarak, Allah’ın insanlara tanıdığı
bir haktır.
Ayrıca, zorlama ile yapılan bütün amel ve fiiller, İslami inanç, ibadet ve muamele açısından da kesinlikle makbul ve muteber kabul edilemez. Zira böylesi iş ve oluşlar, “Ameller niyetlere göredir” ilkesine gereğince, Allah’ın rızasından uzaktır.
Zorlama ile yapılan amelde (işlerde) dinin vaad ettiği sevap da bulunmaz. Kişisel rıza ve niyet bulunmayınca hiçbir amel, Allahın da razı olduğu bir ibadet olmaz.
2.
İnançta ve
Amelde, Dinin isteklerinin hepsi, Allah’ın hoşnutluğunu / rızasını kazanmak
maksadıyla, zorlamasız, iyi niyet ve rıza ile yapılmalıdır.
İlaveten Dinde insanlara yapılacak
zorlamalar, İslam’ın temel düşüncelerinden biri olan “sınama” anlayışına da
ters düşer. Çünkü
insanın zorlama ile hakka / gerçeğe / doğruya / iyiye / güzele tabi olması halinde;
zor sebebi olmadığında, kendi arzu ve isteği ile Allah rızasını kazanmak için,
bunlara uyup –uymayacağı sınanamaz.
3.
Zorlama,
zorlayana bir sevap kazandırmaz; üstelik eziyet etmektir ki, günahtır.
Zor
korkusuyla katlanılan ve yapılan dini istekler de, zorlanma sebebiyle yapana,
zorlama baskısından kurtulmaktan öteye, Allah indinde geçerli bir yarar, sevap
sağlamaz.
Dinde
zorlama büyük vebal getirir ve zorlama yapanlar hesabı unutmamalıdır ki, Allah
yeminle (kendi tanıklığında) uyarıyor:
“ Yemin olsun, kendilerine
elçi gönderilenleri muhakkak hesaba çekeceğiz; gönderilen elçileri de mutlaka
hesaba çekeceğiz. Onlara bir ilmin tanıklığında bütün serüveni mutlaka
anlatacağız. Biz olup bitenlerden habersiz değildik.” (7 / Araf / 6-7)
E.
FARZ, GÜNAH, AHLAK İLİŞKİSİ
Farz, Kur’an’da Allah’ın yapın ve
yapmayın dedikleridir. Muhkem ayetlerle sabittir. (Bkz,Kur’an ve Anlam: http://kemaladal.blogspot.com.tr/2016/01/kuran-ve-anlam.html
)
Kur’an’daki “GÜNAHKÂRLAR, GÜNAH VE GÜNAHLAR” ile ilgili ayetleri topluca bir arada okuyup hatırlar,
(Bakınız:
SÜNNETULLAH (ALLAH'IN YOL VE YASASI) E- KİTAP (MKA) İNDİR) ve (Bkz. Dinde Mütekabiliyet ve
Sünnetullah -5 ve 6.
GÜNAHKÂRLAR, GÜNAH VE GÜNAHLAR)
Sonra da algılayıp anladığınızı,
Kur’an’daki “GÜZEL AHLAK” ile ilgili ayetler / öğütler ile karşılaştırırsanız,
(Bkz. GÜZEL
AHLAK E- KİTAP (MKA) İNDİR )
Kuran’ın tamamı göz önüne alınarak,
İnsanın ahlaki sorumlulukları ile ilgili olarak başlıklar halinde “GÜZEL AHLAK” yazısında yapılan özet bir tasniflemede başlıklar halinde sıralanan ve
hepside aynı zamanda evrensel olan İNSANIN
KENDİSİNE VE ÇEVRESİNE KARŞI AHLAKİ SORUMLULUKLARI İLE FARZ, GÜNAH VE AHLAK
DEĞERLERİ ARASINDA HİÇBİR ÇELİŞKİ BULAMAZSINIZ. Görebileceğiniz sadece
uyumdur.
1. İnsanın kendisine ve çevresine karşı ahlaki sorumluluklarıyla ilgili olarak, yazıda başlıklar halinde tasniflenen:
a) GÜZELLİKLER / DOĞRULAR / SALİH AMELLER / İYİ VE ÖĞÜLEN TUTUM VE DAVRANIŞLAR, Kur’an’da ayrıntılı kılınarak bildirildiği şekliyle farzdır. Evrensel Ahlak değerleri ile de örtüşür. Sadece kişiyi değil, tüm toplumu ilgilendirir.
b)
ÇİRKİNLİKLER /
YANLIŞLAR / BATIL AMELLER / KÖTÜ VE YERİLEN TUTUM VE DAVRANIŞLAR , Kur’an’da
ayrıntılı kılınarak bildirildiği şekliyle Günah’tır, yasaklanmıştır. Evrensel
Ahlak değerleri ile de örtüşür. Sadece kişiyi değil, tüm toplumu ilgilendirir.
2. İnsanın Allah’a karşı ahlaki sorumluluklarıyla ilgili olarak, yazıda başlıklar halinde tasniflenen, İYİ VE ÖĞÜLEN TUTUM VE DAVRANIŞLAR ile KÖTÜ VE YERİLEN TUTUM VE DAVRANIŞLAR, Kur’an’da ayrıntılı kılınarak bildirildiği şekliyle inananlardan veya inanmayanlardan olmayı belirleyen bir İMAN KONUSU olarak, Allah ile kulu arasında özünde kişiseldir. Kişisel inançla yapılan amellerin / işlerin, toplumda tecellisi ve etkisiyle toplumsaldır. İnananlar dünyasında evrenseldir.
Din, bireylere doğru
yolu göstermek içindir. Toplum bireylerden oluşur. Bireyleri doğru yolda ise
toplum da doğru yoldadır ve bir dünyevi düzen de kurulmuştur. Kur’an’ın “günah” deyip
yasakladığı işlerde, kişilere ve topluma bir yarar yoktur veya zararı,
yararından çoktur. Bu sebeple Kur’an ile bunlar (kişiye ve topluma zararlı veya
zararı yararından çok olanlar), “Haram” kılınıp, “Günah” denip, yasaklanmıştır.
Dikkatinizi çekmek isterim ki, hiç
kimse, Kur’an’da delilini göstermedikçe bir şeyi “haram” kılamaz, “günah”
diyemez ve kendi nefsinden başkasına da yasaklayamaz.İmanın ve Kur’an ahlakının
gereği budur. Hiç kimsenin İslam dini
adına , dillerinin uydurma
nitelendirmeleriyle "Şu helaldir, şu da haramdır!" demeye hakkı ve
vazifesi yoktur.
Diğer taraftan, Günahtan kaçınmanın dünyadaki yararı, topluma da olduğu
için, bu “ahlaki” eylemi yapan kişiye Ahiret’te de karşılığını tam olarak
alacak şekilde, “sevap” yazılmaktadır.
Toplum hayatı içinde yaşayan
fertler olarak, şayet inananlardansak, bir olay karşısında inancı ne olursa
olsun, herhangi bir kişinin “haram”, “günah” veya “ahlak – ahlaksızlık”
yakıştırmalarını, kendi algılayışımızdaki gibi Kur’an ayetlerinden sorgulamak
esastır.
Sorgulamadan
uygulamak, kişisel sorumluluğu kaldırmadığı gibi, toplumsal düzene de olumlu
bir katkı sağlamaz.
3.
Kur’an İnananları
için, sonuç olarak :
Hepimizi terazisi “Kur’an” da olsa,
hepimizin tartmadaki akıl ve gönlümüzün
kalibrasyonu ve değerlendirmedeki “ölçü” (kader) lerimiz farklı farklıdır.
Bilgi, emek
ister; iş, çaba – gayret ister. İşitelim, görelim; İşte Kur’an, okuyalım,
bilelim…
Başkalarının dediklerini de
dinleyelim, değerlendirelim. Lakin nihai karar, tercih ve seçim hakkımızı
kimseye ipotek etmeyelim.
“BAŞKALARI FETVA VERSE DE SEN FETVAYI KALBİNE SOR” diyen Hz. Muhammed’i İzleyelim.
4.
Kur’an’a
inanmayanlar için, sonuç olarak:
Kimsenin, kimseyi inandırma
misyonu, yetkisi ve gücü yoktur. Derler ki: “Paslı çiviyi sökmek
zordur.”
F. Bacon’un
sözleriyle:
“YALANLAMAK VE REDDETMEK
İÇİN; İNANMAK VE HER ŞEYİ KABULLENMEK İÇİN; KONUŞMAK VE NUTUK ÇEKMEK İÇİN OKUMA!
TARTMAK, KIYASLAMAK VE DÜŞÜNMEK İÇİN, OKU!”
ANLATMAK
İSTEDİĞİNİ DEĞİL DE ANLAMAK İSTEDİĞİNİ ANLAYANLAR İÇİN, SÖYLENEN HER
BİR SÖZ FAZLADIR.
M. Kemal ADAL
İZMİR
10 Ocak 2013
İZMİR
10 Ocak 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder