05 Nisan 2012
ÖZET
Atatürk iyi bir din eğitimi almış
inançlı bir insandır. Ailesinden ve okuldan aldığı din eğitimine ilaveten
kendisini dini konularda camide hutbe okuyacak kadar iyi yetiştirmiştir. Türk
halkının dinini aslına uygun iyi öğrenmesini istemiştir. Bunun için Kur’an’ı,
Hz. Muhammed’in hayatı ve temel din kitaplarını Türkçe olarak yayınlatmıştır.
Din Eğitimini önemli görmüş, okullarda yapılmasını istemiştir.
Atatürk dinin değil; cehalet, bid’atlar,
hurafeler ve din istismarcılarının karşısındaydı. Bu da bazı çevrelerce din
düşmanlığı şeklinde algılanmış ve gösterilmiştir. O, Kur’an’ın özüne uygun Hz.
Peygamber zamanındaki gerçek İslamiyet’in yanındaydı. Dini ve gerçek din
bilginlerini övmüştür.
GİRİŞ
Atatürk, Atatürkçülük ve onun
ilkeleri iyi bilinmeli ve doğru tanıtılmalıdır. Asla da istismar edilmemelidir.
Atatürk’ün dîni yönü ya tam
tanıtılamadığından ya da iyi niyetli olmayan bazı kişilerin yanlış tanıtma
çabalarından bir takım çevrelerde o bir din düşmanıymış şeklinde yanlış imaj
uyandırılmıştır. Atatürk’ü din düşmanıymış gibi
gösterilmesi ya kasıtlıda- ya da bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Bidat
ve hurafeleri dindenmiş gibi kabul eden bazı kimseler, onun bunları dinden
arındırmak için yaptığı çabaları dine karşı hareketlermiş gibi
değerlendirdikleri de bilinen bir gerçektir. Diğer taraftan dini
çıkarlarına alet edenlerin de kendilerinin bu tutumlarına karşı mücadele veren
Atatürk’ü dine karşıymış gibi gösterme çabaları olmuştur.
Bir de Atatürk paralelinde görünerek
Atatürk’ü dine karşıymış gibi gösteren bazı kimseler var ki bunlar da bu
tutumlarıyla zararlı olmaktadırlar.
Bu durumlar ise Atatürk’ün dini yönü konusunda
zihinlerde karışıklıklar meydana getirmektedir. Bunun için Atatürk’ün samimi
inançlılığı, İslam dininin özüne bağlılığı, İslam dinine olan hizmetleri her
fırsatta topluma anlatılmalıdır.
Gerek
Atatürk lehine din aleyhtarlığı yapılırken, gerekse din lehine Atatürk
aleyhtarlığı yapılırken Atatürk’ü dine karşı gibi gösterme taktiğinde birleşen,
fakat maksatları ve hedefleri değişik olan bu iki ayrı kesimin propaganda ve baskı gücü öyle boyutlara varmış
ki bazen dindar olmakla Atatürkçü olmak birbirine zıt olarak telakki
edilmiştir.
Oysa bu durum hiç de öyle değildir. Atatürk
hayatı boyunca din aleyhine bir tek söz söylemediği gibi tam tersine dini,
gerçek dindarı, hakiki din adamını öven, din eğitiminin önemini belirten ve Müslümanlığından
dolayı iftihar ettiğini dile getiren çok sayıda sözleri vardır.
Kendisinin
iyi bir din eğitimi aldığı konuşmalarındaki zengin dini bilgilerden anlaşılmaktadır.
07.02.1923 tarihinde Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde irad ettiği hutbesi
kendisinin din konusunda da bir uzman olduğunu açıkça göstermektedir.
Esasen Atatürk’ün hayatına baktığımızda,
son derece önemli bir manzara ile karşılaşırız. Bir
kere o, yaşadığı devrin din kültürüne oldukça üst seviyede sahip müslüman ve
mütedeyyin bir ana -babadan dünyaya gelmiş biridir ve ilk dini bilgilerini de
onlardan bilhassa annesinden almış ve onun tarafından yetiştirilmiştir. Annesi
Zübeyde Hanım, onu, geleneklere uygun olarak ilahilerle, yani Âmin Alayı ile
mahalle mektebine başlatmıştır.
Biz
burada Atatürk’ün kendi yaşayışından ve din konusundaki kendi sözlerinden
örnekler vererek onun gerçek dîni yönünü ortaya koymaya çalışacağız. Böylece
her iki kesimin tuttuğu yanlışlık ve gerçekler ortaya konacaktır.
DİNİN
LÜZUMU KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ
“Din lüzumlu bir müessesedir.
Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur.”1
“Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir
dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması
için, akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz
bunlara tamamen mutabıktır.”
“Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani
bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate
nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura aykırı ilerlemeye mani hiç
bir şey ihtiva etmiyor…(1923)
“Bizim dinimiz milletimize aşağılık,
miskin ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Aksine Allah’da Peygamber de insanların
ve milletlerin yücelik ve şereflerini muhafaza etmelerini emreder.”4
M.
Hayri Egeli, “Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar” isimli eserinde şu olayı
naklediyor:
“Atatürk için dinsiz diyenler oldu. Bunu
bir moda imiş gibi yayanlar vardı. Onun laik anlayışını dinsiz gibi göstermekte
fayda bulanlar oldu. Hâlbuki Atatürk yobaz aleyhtarı idi. Size başımdan geçen bir
vak’ayı naklederek başlayayım:
Efendim, Münir Hayri namaz kılar, dedi.
En yakın bir dostumun beni bu şekilde
takdim ettiğini gören beni sevmeyenler, şimdi kovulacağımı zannederek
gülüştüler.
Atatürk’le aramızda şu konuşma geçti:
-Sahi mi?
-Evet, Paşam.
-Namaz kılınca içimde bir huzur ve sükûn
hissederim.
Atatürk demin gülenlere döndü:
-Batmak üzere olan bir gemide bulunsanız,
herhalde, yetiş Gazi, demezsiniz; Allah, dersiniz. Bundan tabii ne olabilir.
Sonra bana döndü:
-Dünyadaki işlerine zarar getirmemek
şartıyla namazını kıl, heykel yap, resim de.
Atatürk
asla dinsiz değildi, laikti. Taassubun şiddetli düşmanıydı. Medreseleri
lağvettirdiği zaman, yakınında bulunanlardan rahmetli Gâlib’e:
Yahya Galib Bey, Müslümanlıkta rahiplik
yoktur. Medreseler, eski Türklerin kurdukları modern zihniyette
üniversitelerin, taassubun elinde ıslah olmayacak kadar tereddiye uğramış
harabeleridir. Bunları ne ıslah, ne de idame ettirmek kabildir. Yıkmaktan
kastımız budur. Müslümanlıkta imam, cemiyetin en üstün adamıdır. Dört beş
yüzyıl birbirini tutmayan içtihatlarla, esen rüzgârlara göre verilmiş
fetvalarla inançlarıyla oynanan Türk milletinin din duygularını, bir süre
skolastik cahilin eline bırakamayız. İlerde bu işi bizzat elime alacağım.”5
Atatürk,
16 Mart 1923’te Adana’da Türk Ocağı’nda esnaf ve san’atkârlara yaptığı hitabede
şöyle diyor:
“…Bilhassa bizim dinimiz için herkesin
elinde bir miyar vardır. Bu miyarla hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını
kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa halkın menfaatine
uygundur, biliniz ki, o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine
muvafıksa kimseye sormayın, o şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın
tetabuk ettiği bir din olmasaydı ekmel olmazdı, ahir din olmazdı.
Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alakası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler asri olmayı kâfir olmak sayıyorlar. Asıl küfür, onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı, İslamların kafirlere esir olmasını istemek değil de nedir?! Her sarıklıyı hoca sanmayın. Hoca olmak sarıkla değil, dimağladır.”6
Alıntılanan görüşlerinde görülmektedir ki
Atatürk, İslam’a içtenlikle bağlıdır ve dinin özgün haliyle korunup
yaşanılmasını istemektedir. İslam’ın akıl, ilim, fen ve mantık dini olduğunu,
insanlara ve milletlere kimlik ve kişilikleriyle yaşama anlayışı telkin
ettiğini belirtmektedir. Bu sebeple, Türk Milleti’nin dinini öğrenmesi ve daha
dindar olması gerektiğini söylemektedir.
HZ.
MUHAMMED (SAV) HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Atatürk’ün Hz. Muhammed (sav) hakkındaki
görüşlerini bizzat kendisinin çeşitli yerlerde çeşitli nedenlerle söylediği
sözlerinden anlamaktayız. Atatürk, Hz. Muhammed’ten saygı ve övgüyle söz
etmiştir ve aleyhinde söz edenlere karşı onu her zaman savunmuştur.
Atatürk,
Hz. Muhammed (sav) hakkında şöyle diyor:
“O Allah’ın birinci ve en büyük kuludur.
Onun izinden bugün milyonlarca müslüman yürüyor. Benim, senin adın silinir;
fakat sonuca kadar o ölümsüzdür.”7
“Son Peygamber olan Muhammed Mustafa (sav)
1394 yıl önce Rumi Nisan ayı içinde Rebiulevvel ayının Onikinci Pazartesi
gecesi sabaha doğru tan yeri ağarırken doğdu. Gün doğmadan… Bugün o gündür.
İnşallah büyük tesadüftür. Gerçekten Arap tarihiyle bu akşam doğum gününün
yıldönümüne rastlıyor. Hz. Muhammed, çocukluk ve gençlik günlerini geçirdi.
Fakat henüz Peygamber olmadı. Yüzü nurlu sözü ruhani, olgunluk ve görünüşte
eşsiz, sözünde doğru, yumuşak huylu ve insanlıkta ötekilere üstün olan Muhammed
Mustafa önce bu özel vasıflar ve seçkinliğiyle kabilesi içinde “Muhammedü’l-emin”
oldu.
Muhammed Mustafa, Peygamber olmadan önce kavminin sevgisine, saygısına,
güvenine ulaştı. Ondan sonra ancak kırk yaşında nübüvvet ve kırk üçüncü yaşında
risalet geldi. Fahrialem Efendimiz sonsuz tehlikeler içinde bitmez sıkıntı ve
zorluklar karşısında yirmi yıl çalıştı ve İslam dinini yerleştirmek için
peygamberlik görevini yapmayı başardıktan sonra cennetin en yüksek tabakasına
ulaştı. Kendisinin irşadına ulaşmış olan müslümanlar ve özellikle seçkin sahabe
pek çok gözyaşı döktüler. Fakat insanlık gereği olan bu üzüntülü durumun
faydasız olduğunuz hemen anlayan anlayışlı kişiler, Peygamberin arkasından
ağlamak değil, ümmetin işlerini bir an önce güzel yürütmeye ulaştıracak tedbiri
almak inancıyla toplandılar. Resul-i Ekrem’e halife olacak bir emir seçilmesi
söz konusu edildi. Hz. Peygamber, dostu olan Hz Ebubekir’den şahsen çok
hoşlanırdı. Son nefeslerini yaşarken Ebu-bekir’in kendisine halef olmasının
uygun olacağını değişik şekillerde işaret de buyurmuşlardı.”8
Atatürk,
30.10.1922 tarihli Meclis konuşmasının başlangıcında, Peygamberlerin
gönderilmesindeki ilahi usule, dinimizin son din ve Hz. Peygamber oluşundaki
hikmete temas ederken şöyle diyor:
“Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür.
Adat-ı ilahiyyenin tecelliyatına bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta
iki devirde mütalaa olunabilir. İlk devir, beşeriyetin sabavet ve şehabet
devridir. İkinci devir, beşeriyetin rüşt ve kemal devridir. Beşeriyetin birinci
devrede tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi, yakından maddi vasıtalarla
kendisiyle iştigal edilmeyi istilzam eder. Allah, kulların lazım olan nokta-i tekâmüle
vusulüne kadar, içlerinden vasıtalarla dahi kullarıyla iştigali, lazime-i ulûhiyetten
addeylemiştir. Onlara Hz Âdem aleyhisselamdan itibaren mazbut ve gayr-ı mazbut
bildirilen ve bildirilmeyen namütenahi denecek kadar çok nebiler, peygamberler
ve resuller göndermiştir.
Fakat Peygamberimiz vasıtasıyla en son
hakayık-ı diniyye ve me-deniyyeyi verdikten sonra artık beşeriyetle bilvasıta
temasta bulunmağa lüzum görmemiştir. Beşeriyetin derece-i idrak, tenevvür ve
tekemmülü, her kulun doğrudan doğruya ilhamat-ı ilahiyye ile temas kabiliyetine
vasıl olduğunu kabul buyurmuştur. Ve bu sebepledir ki, Cenab-ı Peygamber,
Ha-temü’l-Enbiya olmuştur ve kitabı, Kitab-ı Ekmeldir.”9
Atatürk’ün son Peygamber Hz. Muhammed
hakkındaki bu sevgi, saygı ve takdir dolu sözlerini duyan ve okuyan hiç bir
kişi onu din düşmanı gösteremez. Bilakis onun dindarlığına hayranlık duyar.
Atatürk,
Hz. Muhammed (sav) den takdirle bahsederken o devirler için de hep “Hz.
Peygamberin zaman-ı saadetlerinde…” diye saygı kelimeleri kullanırdı. Ayrıca
Peygamber Efendimizin dirayetli bir devlet adamı, iyi bir başkumandan olduğunu
da sık sık tekrarlardı.”10
Atatürk,
ölümünden onbeş gün kadar önce dünyadaki müslümanlara gönderdiği mesajında:
-Bütün dünyanın müslümanları Allah’ın son
Peygamberi Hz. Muhammed (sav) in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği
talimatları tam olarak tatbik etmeli. Tüm müslümanlar Hz. Muhammed’i örnek
almalı ve kendisi gibi hareket etmeli; İslamiyetin hükümlerini olduğu gibi
yerine getirmeli. Zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve
kalkınabilirler.
Mustafa Kemal Atatürk, bu mesajı Başbakan
ve Dışişleri Bakanı vasıtasıyla dünyaya açıkladı.
Atatürk’ün bu mesajı, kendisinin ne kadar
dindar ve gerçek müslüman olduğunu açıkça gösteriyor. Onun için Büyük Önder’e
olan sevgimiz, saygımız ve bağlılığımızı isbatlayabilmek ve tazeleyebilmek için
bu mesajı hatırlamalıyız. Atatürk’ün ruhunu şad etmek istiyorsak, son sözlerine
göre hareket etmeliyiz. Doğrusu Büyük Türk Liderinin son mesajı, müslümanlar için
yeni bir hayatın müjdecisi olabilir. Müslümanlar Atatürk’ün sözlerine uyarak
hem dünyada, hem ahirette yüksek mertebeye erebilirler.11
ATATÜRK’ÜN
KUR’AN-I KERİM HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ VE ÇALIŞMALARI
Cumhuriyetin ilanından hemen sonraları
Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesi ve tefsiri üzerinde büyük bir yarış ve
faaliyet görülmektedir.
Atatürk,
1930 yılında, müslümanlar gerçek dinlerini öğrensinler diye, Kur’an’ı Türkçeye,
yeni harflerle tercüme ettirmiş ve ayrıca, Hz. Peygamber’in hayatıyla ilgili
bir kitabı çevirtmiştir.12
Hadimli
Mehmet Vehbi Efendi’nin “Hülasat’ül-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an” isimli eseri ile
Muhammed Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili: Yeni Mealli Türkçe Tefsir”
isimli eseri de dâhil olmak üzere, Cumhuriyetin ilk onbeş yılında,
Kur’an-Kerim’in tercüme ve tefsirine dair yazılıp neşredilen eser sayısı dokuza
varmaktadır.13
Bunlardan
Elmalık Hoca’nın tefsirini, Büyük Millet Meclisi’nin kararı ile ve Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın bütçesine konulan tahsisatla yaz-dırıldığını, başlangıçta
mealin Mehmet Akif Bey merhum tarafından yapılmasının kararlaştırıldığını,
fakat Mehmet Akif Bey’in bilahare bu görevi bırakıp, aldığı avansı da iade
etmesi üzerine, hem mealin, hem de tefsirin Elmalık Muhammed Hamdi Yazır Hoca
tarafından yapıldığını biliyoruz.14
Atatürk,
Kur’an-ı Kerim”in Türkçeye çevrilmesinin gerekçesi konusunda şöyle diyordu:
“Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar,
bunun için Kur’an Türkçe olmalıdır.”15
“Türk Kur’an’ın arkasından koşuyor; fakat
onun ne dediğini anlamıyor; içinde ne var, bilmiyor ve bilmeden tapınıyor.
Benim maksadım arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın.16
RAMAZAN
AYINDA KUR’AN OKUTMASI
Atatürk’ün Kur’an-ı Kerim’e karşı ilgisi,
sadece O’nun Türkçeleştirilmesi ve camilerde Türkçesinin de açıklanması
konularına münhasır değildir. O, Kur’an-ı Kerim’in nazm-ı celilini de daima
zevkle ve huşu ile dinlemiştir. Bilhasa Ramazan aylarında buna özen gösterirdi.
Bu konuda Hafız Yaşar Okur şöyle
diyor:
“Ramazanların Atam için çok büyük bir
önemi vardı. Ramazan gelir gelmez incesaz heyeti Çankaya Köşkü’ne giremezdi.
Kandil geceleri de saz çaldırmazlardı. Sadece beni huzurlarına çağırır,
Kur’an-ı Kerim’den bazı sureler okuturlardı. Ben okurken gözleri bir noktaya
takılır, derin bir huşu ile dinlerlerdi. Ruhen çok mütelezziz olduğu her
halinden anlaşılırdı.
Ramazanlarda bir ay müddetle Hacı Bayram-ı
Veli ve Zincirlikuyu camilerinde şehitlerimizin ruhuna hatm-i şerif okumamı
emrederlerdi…
Büyük
Atatürk birçok vesilelerle şöyle demiştir:
-Mukaddes mihrabı, cehlin elinden alıp
ehlinin eline vermek zamanı gelmiştir.
Bunu, dini davranışlarına daima düstur
yapmışlardır. Peygamber Efendimizden de büyük takdirle bahsederlerdi. O
devirler için hep “Hz. Peygamber’in zaman-ı saadetlerinde…” diye saygı
kelimeleri kullanırlardı. Ayrıca Peygamber Efendimizin dirayetli bir devlet
adamı, iyi bir başkumandan olduğunu da sık sık tekrarlardı.”17
Atatürk’ün
Kur’an dinlemeyi sevdiğine dair, Florya Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde cereyan eden
bir olayla ilgili hatırasını da Mahmut Baler şöyle anlatıyor:
Atatürk, Hafız Yaşar’a hiddetle bağırdı:
-Sen nerdesin be adam! Hafız nerde diye ne
zaman sorsam seni bulamazlar, hastadır derler. Ama yalan, sen temaruz
ediyorsun. Yani yalan yere hastalanıyorsun. Senin bir şeyin yok.
Hafız cevap vermeye hazırlanırken:
-Yeter, kâfi, fazla konuşma! Bir iskemle
al, masanın sonundaki köşeye otur, dedi.
Atatürk, güzel sesle okunan Kur’an’ı
dinlemeyi çok severdi. Hafız’dan uşşak makamında bir Kur’an okumasını istedi.
Hafız ayağa kalkarak:
-Hangi sureyi emredersiniz? Diye sordu.
-Ne istersen onu oku, dedi. Hafız okumaya başladı. Atatürk: -Dur, hicaz
makamına geç, dedi.
Hafız birden bire hicaz makamına geçemedi.
“Hııı…hıı” diye makamı biraz aradıktan sonra buldu ve okumaya devam etti. Sonra
Atatürk, yüzünü bana çevirerek:
“Mahmut Bey, Kur’an okur musunuz? Diye
sordu. -Okurum, Efendim. -Buyurun, okuyun.
Ben, gençliğimde iken ezberleyip hafızamda
olan bir sureyi, besmele çekerek tatlı bir makamla okumaya başladım. Kendileri
de, etraf da şaşırdı. Biraz sonra bana da:
-Hicaz makamına geçin, dedi.
Ben hüzzam makamıyla okumaya başladığım
sureyi, musikiyle olan alakama dayanarak, hiç duraklamadan hicaz makamına geçtim
ve okumaya başladım. Hafız’a dönerek:
-Bak buraya! İşte zekâ ile aptallığın
mukayesesi! Sana, Kur’an oku, dedim. Hangi sureyi istersiniz, diye sordun. Bu
şarkı değil ki beğendiğimizi okuyalım; Allah’ın kelamı… Ne diye soruyorsun.
Nereden istersen oradan oku. Sonra, hicaz makamına geç, dedim. Makamı bulmak
için Kur’an’ın azametini berbat ettin. Şaşkın herif!
Diye beni takdirle gösterdikten sonra
tekrar, işte zekâ ile şaşkınlığın mukayesesi, diyerek Hafız’ı susturdu. Ve Afet
Hanıma dönerek:
-Afet Hanım, Mahmud’a imamın hediyesini
getir, ver, dedi.
Bana herhalde bir cübbe geliyor, diye
beklerken, Afet Hanım, elinde büyük ve renkli bir kutu içinde Türk Ocağı
sigarası getirdi. Ve bana uzattı. Atatürk:
-Bu kutuyu aç ve arkadaşlarına ikram et,
Ben:
Efendim, müsaade buyurursanız,
unutamıyacağım bu mutlu günün hatırası olarak bu kutuyu saklıyayım, dedim
.
-Hayır, siz sigaraları dağıtın, hatırasını
saklayın, dedi.18
Atatürk’ün
her Ramazan’da, kız kardeşi Makbule Hanım’a, Annesinin ruhu için hatim indirilmesin
rica ettiği ve hafız için, içinde para bulunan bir zarf verdiği de bilinen bir
husustur.19
Görülüyor ki Atatürk, Kur’an-ı Kerim’in
indiği ay olan Ramazan ayında çeşitli şekillerde Kur’an okutmaktadır. Üstelik
okuyuşta daha düzgün okumaları konusunda hafızların dikkatini çekmektedir.
ATATÜRK DİN İSTİSMARINA VE HURAFELERE
KARŞIDIR
Atatürk, hurafeye, safsataya, yobazlığa,
taassuba ve dinin politik istismarına daima karşı koymuş; dini, toplumu sömürme
aracı haline getirmek isteyen din bezirgânlarına şiddetle çatmıştır.
Burada,
Atatürk’ün dini konuda verdiği mücadelenin dinin aslına değil, bilakis din
perdesi altında yürütülen taassuba ve dinin çeşitli maksatlarla istismar
vasıtası yapılmasına karşı olduğunu gösteren bazı sözlerine yer vermek istiyorum.
“2 Temmuz 1932’de toplanan Birinci Türk
Tarih Kongresi’nin son günlerinde Atatürk, tarih öğretmenlerini ve öğretim
üyelerini Gazi Orman Çiftliği’nde bir çaylı toplantıya çağırdı. Bu toplantıda
bizimle iki saat konuştu. Bu arada öğretmenlerden biri Atatürk’e şunu sordu:
-Paşam, din lüzumlu bir şey midir?
Halifeliğin kaldırılması iyi mi olmuştur?
Atatürk,
bu soruya şu cevabı verdi:
-Evet, din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz
milletin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası vardır ki, din Tanrı ile kul
arasındaki kutsal bir bağlılıktır. Mutaassıp İslamcıların.din komisyonculuğuna
izin verilmemelidir. Dinden maddi çıkar sağlayanlar alçak kişilerdir. İşte biz,
bu duruma karşıyız. Buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan kimseler,
saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizin mücadele edeceğimiz ve
ettiğimiz bu kimselerdir.
Dinle hilafeti birbirinden ayırdetmek
lazımdır. Birincisi ne kadar faydalı ise ikincisi o kadar lüzumsuz bir hal
almıştır. Halifeliği kaldırdığımız günden bugüne kadar kimsenin buna sahip
çıkmaması, müslüman dünyasının halife olmaksızın da yürüyeceğine ve yürümekte
olduğuna en güzel örnek değil midir?!”20
“Bütün müstebit hükümdarlar hep dini alet
edindiler. İhtiras ve istibdatlarını terviç için hep sınıf-ı ulemaya müracaat
eylediler. Hakiki ulema, dini bütün alimler hiç bir vakit bu müstebit
tacdarlara inkiyad etmediler; tehditlerden korkmadılar. Bu gibi ulema kamçılar
altında dö-ğüldü; memleketlerinden sürüldü; zindanlarda çürütüldü;
darağaçlarında asıldı. Lakin onlar yine o hükümdarların keyfine, dini alet
yapmadılar.”21
Cehalet
ve taassup, dini istismar için en müsait ortamı meydana getirdiğinden ve bunu
gidermek için gerçek din bilginleri yetiştirmenin gereğini ise şöyle
vurgulamaktadır:
“Fakat bunca asırlarda olduğu gibi, bugün dahi,
akvamın cehlinden ve taassubundan istifade ederek, binbir türlü siyasi ve şahsi
maksat ve menfaat için dini alet ve vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde
bulunanların dahil ve hariçte mevcudiyeti, bizi bu zeminde söz söylemekten,
ma-ateessüf, henüz müstağni bulundurmuyor. Beşeriyette din hakkındaki ihtisas
ve vukuf, her türlü hurafelerden tecerrüd ederek hakiki ulum ve fünun
nurlariyle musaffa ve mükemmel oluncaya kadar din oyunu aktörlerine her yerde
tesadüf edilecektir.”22
Dini
konularda sözleriyle uygulamaları birbirini tutmayan kimselerin esas
maksatlarını da şu sözleriyle ifade ediyor:
“Masum halka, beş vakit namazdan maada,
geceleri de fazla namaz kılmayı vaaz ve nasihat etmek, belki ömründe hiç namaz
kılmamış olan bir politikacı tarafından vaki olursa bu hareketin hedefi
anlaşılmaz olur mu?!”23
“…İslam dinini, yüzyıllardan beri
alışageldiği üzere bir siyaset aracı durumundan uzaklaştırmak ve yüceltmek
gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz Kutsal ve ilahi inançlarımızı ve vicdani
değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü menfaat ve ihtiraslara
görünüş sahnesi olan siyasetlerden ve siyasetin bütün kısımlarından bir an önce
ve kesin olarak kurtarmak milletin dünyevi ve uhrevi mutluluğunun emrettiği bir
zarurettir. Ancak bu suretle İslam dininin yüceliği belirir.”24
Bu
sözlerden anlaşıldığı üzere Atatürk, din istismarı yapmaya şiddetle karşıdır.
Siyasi ve şahsi nedenlerle din istismarı
yapılmasına, dinin siyasete alet edilmesine asla tahammülü yoktur. Müslüman
oldukları halde çöken ve yıkılan milletlerin, geçmişlerinin yanlış
alışkanlıklarına ve inançlarına İslam’ı dayanak yaptıkları ve İslami
gerçeklerden uzaklaştıkları için, yok olduklarını söyler. Dinin hurafelerden ve
batıl inançlardan arındırılmış olarak insanlara sunulmasını ister.25
Atatürk, gerçek dine ne kadar taraftar ise
hurafelerden ve bid’atlardan oluşan; akla, mantığa ve bilime yer vermeyen din
anlayışına o kadar karşıdır. Zaten bu hurafe ve bid’at anlayışına İslam dini de
karşıdır.
Bu konu
ile ilgili olarak Atatürk şöyle der:
“Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani
bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikata
nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye muhalif
hiçbir şey ifade etmiyor. Halbuki Türkiye’ye istiklalini veren bu Asya
milletinin içinde daha karışık, sun’i, itikad-ı batıladan ibaret bir din daha
vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince, tenevvür edecekler. Onlar
ziyaya takarrüp edemezlerse kendilerini mahv ve mahkum etmişler demektir.
Onları kurtaracağız!”26
Gene
bir konuşmasında:
“…Herhalde zihniyetlerde mevcut hurafeler
kamilen tardolunacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz
etmek imkansızdır. Ölülerden istimdat etmek medeni bir heyet-i ictimaiyye için
şeyndir. (ayıptır) ”27
ATATÜRK’ÜN
GERÇEK DİN BİLGİNLERİNİ TAKDİRİ VE ÖVGÜSÜ
Dini şahsi çıkarlarına ve
menfaatlerine alet edenlere karşı olan Atatürk, gerçek din bilginlerini ise her
zaman takdir etmiş, hizmetlerini övmüş ve onlarla övünmüştür.
Atatürk,
24 Eylül 1924 tarihinde Amasya’da, şerefine verilen bir ziyafetin sonunda, sözü
Milli Mücadele’ye getirerek şöyle diyor:
“Efendiler! Bundan beş sene evvel buraya
geldiğim zaman bu şehir halkı da, bütün millet gibi, hakiki vaziyeti
anlamışlardı. Fikirlerde karışıklık vardı. Dimağlar adeta durgun bir haldeydi.
Ben burada birçok zevatla beraber, Kamil Efendi Hazretleriyle de görüştüm. Bir
cami-i şerifte hakikati halka izah ettiler. Efendi Hazretleri halka dediler ki:
-Milletin şerefi, haysiyeti, hürriyeti,
istiklali hakikaten tehlikeye düşmüştür. Bu felaketten kurtulmak, icap ederse
vatanın son ferdine kadar ölmeyi göze almak lazımdır. Padişah olsun, halife
olsun, isim ve unvanı ne olursa olsun, hiç bir şahıs ve makamın mevcudiyetinin
hikmeti kalmamıştır. Tek kurtuluş çaresi, halkın doğrudan doğruya hâkimiyeti
ele alması ve iradesini kullanmasıdır.
İşte Efendi Hazretlerinin bu yol gösteren
va’z ve nasihatından sonra herkes çalışmaya başladı. Bu münasebetle Müftü Kamil
Efendi Hazretlerini takdirle yadediyorum. Ve genç Cumhuriyetimiz, bu gibi ulema
ile iftihar eder.”28
Bir
başka konuşmasında da hakiki âlimlerden şöyle bahsediyor:
“Efendiler! Bir fikri daha tashih etmek
isterim. Milletimizin içinde hakiki ulema, ulemamız içinde, milletimizin
bihakkın iftihar edebileceği alimlerimiz vardır. Fakat bunlara mukabil ilmi
kisve altında ilmi hakikatlerden uzak, lüzumu kadar teallüm edememiş, ilim
yolunda layıkı kadar ilerleyememiş, hoca kıyafetli cahiller de vardır. Bunların
ikisini birbirine karıştırmamalıyız. Seyahatlerimde bir çok hakiki münevver
ulemamızla temas ettim. Onları en yeni ilmi terbiye almış, sanki Avrupa’da
tahsil etmiş bir seviyede gördüm. İslamiyetin hakikatlerine ve ruhuna vakıf
olan alimlerimizin hepsi bu kemal mertebesindedir.29
Nitekim Atatürk’ün övgüyle bahsettiği
müftüler ve din adamları ülkenin kurtulması için milli mücadelede de
kendilerine düşen görevleri yerine getirmişlerdir.30
Mondros Ateşkesi (mütarekesi,30 Ekim !918)
sonrasında batı ülkeleri hemen ülkemiz aleyhine faaliyete geçmiştir. İç ve dış
ihanet odakları el ele vererek anayurdumuz Anadolu, İngiliz, Fransız, İtalyan
ve Yunanlıların işgaline uğramıştır.
Böyle bir anda milletin ruhunda ve
benliğinde mevcut olan direnme gücünü ateşleyen hocalar, müftüler, din
adamları, Milli Mücadele fikrinin doğuşunda önemli bir faktör olmuşlardır.
Ölüm
kalım mücadelesinin ilk günlerinde halk Mustafa Kemal Paşa’nın da belirttiği
gibi, “Hakiki vaziyeti alamamışlardı, fikirlerde karışıklık vardı, dimağlar
adeta durgun haldeydi.” Pek çok din adamı gene Mustafa Kemal Paşa’nın
ifadesiyle “hakikati halka izah ettiler… doğru yolu gösteren vaaz ve
nasihatlerden sonra herkes çalışmaya başladı.”
Bu cümleden olarak İzmir’in işgalinden
sadece 4 saat gibi kısa bir süre sonra düzenlediği mitingde; “işgal edilen bir
memleket halkının silaha saldırılması dini bir görevdir” diyen Müftü
Ahmet Hulusi Efendi’nin etrafında Denizli’ler hemen
birleşmişlerdir.
Din adamları Milli Mücadele kıvılcımını
ateşlemekle kalmadılar. Kimileri ellerinde silah beldelerini de korumuşlardır.
Örneğin İsparta’da Hafız İbrahim Efendi DEMİRALAY, Afyonkarahisar’da
da Hoca İsmail Şükrü ÇELİKALAY
adlarında gönüllülerden alaylılar teşkil etmişlerdir.
Öte
yandan hiçbir Müdafa-i Hukuk Cemiyeti yoktur ki, onun içinde veya başında bir
din adamı bulunmasın. Bilindiği üzere TBMM bu kuruluşların üzerine bina
edilmiştir. Yine Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Anadolu topraklarına ayak
bastığında onu karşılayanların başında din adamları ön saflarda yer
almışlardır.
Kısaca ilk
direniş fetvasını veren ve örgütünü kuran Denizli Müftüsü Ahmet
Hulusi Efendi’den, İzmir
Valisi İzzet Bey’in Yunan işgaline karşı çıkmaması üzerine, “Vali Bey… bu
sakalım kanımla kızarabilir, ama bu alına Yunan alçağını sükunetle selamlamış
olmanın karasını sürerek huzuru ilahiye çıkamam” diye haykıran İzmir Müftüsü Rahmetullah Efendi, Mustafa Kemal Paşa’ya “Paşam! Bütün Amasya
emrinizdedir” diyen Müftü Hacı Tevfik Efendi’den Milli Mücadele’nin meşru olduğuna dair fetva veren M. Rifat Efendi ve daha niceleri, Mustafa Kemal Paşa’nın “Ya İstiklal Ya ölüm” parolası etrafında
birleşmişlerdir.31
Atatürk, İstiklal Savaşı’ndan sonra da
yaptığı yurt seyahatlerinde din adamlarıyla sohbet etmiş ve gerçek din âlimlerini
daima takdir etmiş, hizmetlerini övmüş ve onlarla iftihar etmiştir.
ATATÜRK’ÜN
DİN EĞİTİMİNE VERDİĞİ ÖNEM
Atatürk, genel eğitime önem
vermesinin paralelinde din eğitimine de önem vermiştir. Din eğitimini, milli
eğitimin ilk hedefleri arasına almakla kişilerin dinini, diyanetini öğrenmek
mecburiyetinde olduğunu belirtmiş ve okulları bu eğitimin tek yeri olarak göstermiştir.
O, bu konuda şunları söyler:
“Müslümanların toplumsal hayatında hiç
kimsenin özel bir sınıf olarak varlığını korumaya hakkı yoktur. Kendilerinde
böyle bir hak görenler dini hükümlere uygun hareket etmiş olmazlar. Bizde
ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye
mecburuz. Her kişi dinini, din işlerini, imanını öğrenmek için bir yere
muhtaçtır. Orası da okuldur.”32
3 Mart
1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Türkiye’deki bütün eğitim ve öğretim
kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Bu kanunun din eğitimi ile ilgili
4. maddesi aynen şöyledir:
Madde 4- Maarif Vekaleti yüksek diniyat
mütehassısları yetiştirilmek üzere Darülfünun’da bir ilahiyat Fakültesi tesis
ve imamet ve hitabet gibi hidemat-ı diniyyenin ifası vazifesiyle mükellef
memurların yetişmesi için de ayrı mektepler kuşat edecektir.
Atatürk,
bu kanun çıkmadan önce, 31 Mart 1923 günü İzmir’de yaptığı bir konuşmada yüksek
din eğitimi görmüş din bilginlerinin yetişmesini istemiş ve şöyle demişti:
“Milletimiz ve memleketimizin irfan
ocakları bir olmalıdır. Bütün memleket evlatları aynı surette oradan
çıkmalıdır. Fakat nasıl ki her alanda yüksek meslek ve ihtisas sahipleri
yetiştirmek lazım ise, dinimizin felsefi gerçeğini araştırma, inceleme ve öğretme
bakımından ilmi ve fenni kudrete sahip olacak (güzide ve hakiki ülema-yı kiram)
seçkin ve hakiki alimleri yetiştirecek yüksek müesseselere malik olmalıyız.”33
Bir
defasında Meclisi açış konuşmasında eğitimi yaygınlaştırarak köylüyü de
eğitmenin gereğini şöyle vurgular:
“Efendiler! Yüzyıllardan beri milletimizi
yöneten hükümetler, maarifi yaygınlaştırmak arzusunu açıklaya gelmişlerdir.
Ancak bu arzularına erişmek için Doğu’yu ve Batı’yı taklitten
kurtulamadıklarından, sonuç milletin cehaletten kurtulamamasına müncer
olmuştur.
Bu hazin gerçek karşısında bizim takibe
mecbur olduğumuz maarif siyasetimizin ana hatları şöyle olmalıdır: Demiştim ki,
bu memleketin sahibi ve hey’et-i içtimaiyemizin unsur-ı esasisi köylüdür. İşte
bu köylüdür ki, bugüne kadar nur-ı marifetten mahrum bırakılmıştır. Binaenaleyh
bizim takip edeceğimiz maarif siyasetinin temeli, evvela mevcut cehli izale
etmektir. Teferruata girmekten ictinaben, bu fikrimi bir kaç kelime ile tavzih
için diyebilirim ki, alelıtlak umum köylüye, okumak, yazmak ve vatanını,
milletini, dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafi, tarihi, dini ve ahlaki
malumat vermek ve a’mal-i erbaayı öğretmek, maarif programımızın ilk hedefidir.
Bu hedefe varmak, eğitim tarihimizde kutsal bir merhale teşkil edecektir.”34
ATATÜRK
ERKEKLER KADAR KADINLARIN DA EĞİTİMİNE ÖNEM VERMİŞTİR.
İslam Dini’nin “Oku” emri kadın ve erkeği
ayırt etmeksizin her ikisine beraberdir. Ayrıca Hz. Peygamber (sav): “İlim her
kadın ve erkek üzerine farzdır.” diyerek ilmin her iki cinse farz olduğunu
belirtmiştir.
Atatürk,
bu konuda:
“Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların
erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey müslüman
erkek ve müslüman kadının beraberce ilim ve irfan kazanmasıdır. Kadın ve erkek
ilim ve irfanı aramak, nerede bulursa oraya gitmek ve onunla donanmış olmak
mecburiyetindedir.”35
Atatürk,
bir diğer konuşmasında ise:
“…Bizim ulvi dinimiz, her müslim ve
müslimeye ilim tahsilini farz kılıyor ve her müslim ve müslime, ümmeti tenvir
ile mükelleftir.”36
Diyerek insanları aydınlatmada kadın ve
erkeğin müştereken mükellef olduğunu belirtiyor. Çünkü insanlar ilk
eğitimlerini ve kültürlerini, kültür değerlerini anne kucağında elde ederler.
Yeni nesillerin beden ve ruh sağlığı içinde olabilmelerinde aile bireylerinin
eğitimleri ile kültürleri önemli rol oynar. Zira toplumun sağlıklı, sağlam
olması, kişilerin milli ve manevi değerlere bağlılıkları ailede alacakları
kültüre bağlıdır. Kadını cahil olan topluluklar, hasta nesiller yetiştirirler
ve toplum telafisi güç problemlere gebe olur.37
Kadının eğitimi toplumun
tümünün eğitimi demektir.
Atatürk’ün din eğitimi konusundaki görüşü,
görüldüğü gibi, dini gerçekleri ilmi bir zihniyetle ele alıp araştıracak
bilginleri yetiştirmek üzere kurulacak yüksek eğitim öğretim kurumlarına sahip
olmanın yanında, her ferde dininin, diyanetinin, imanının mutlaka mekteplerde
öğretilmesi ve hepimizin bunları mütesaviyen öğrenmek mecburiyetinde
olduğumuzdur. 38
Bu konuda da kadın ve
erkek ayrımı yoktur.
ATATÜK’ÜN
CAMİİLERDE VERİLEN HUTBELER KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ
Günümüzde hutbeler, cuma ve bayram günleri
cami minberlerinde halka verilen en önemli yaygın din eğitimi vasıtasıdır. Her
cuma ve bayram yüz binlerce insan camilerde Türkçe olarak okunan hutbeleri
dinlemekte ve bu hutbelerle din konusunda bilgilenmektedirler.
Atatürk 7 Şubat 1923 günü Balıkesir Zağnos
Paşa Camii’nde güzel bir hutbe okudu ve irad ettiği bu hutbe ile günümüz
hatiplerine iyi bir hutbe örneği bıraktı. Hutbeden sonra cemaat tarafından 20
soru soruldu.39
Bunlar
arasında hutbeler hakkında sorulan sorulara şöyle cevap verdi:
“Hutbeler hakkında sorulan sualden
anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin şekli, milletimizin fikri hisleri, dili ve
medeni ihtiyaçlarıyla uygun görülmemektedir. Efendiler! Hutbe demek, nasa hitap
etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman
bundan bir takım mefhum ve manalar istihraç edilmemelidir. Hutbeyi irad eden
hatiptir. Yani söz söyleyen demektir.
Hutbeden amaç, halkın aydınlatılması ve
ona yol gösterilmesidir, başka birşey değildir. Yüz, ikiyüz, hatta bin sene
evvelki hutbeleri okumak, insanları cehl ve gaflet içinde bırakmak demektir.
Hatiplerin normal olarak halkın günlük kullandığı dil ile konuşmaları
gereklidir. Geçen yıl Millet Meclisi’nde söylediğim bir nutukta demiştik ki,
“Minberler halkın akılları,vicdanları için bir ilim irfan kaynağı olmuştur.”
Böyle olabilmek için minberlerde söylenecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması
ilim ve fen gerçeklerine uygun olması lazımdır. Hutbeyi verenlerin siyasi
olayları, sosyal ve medeni olayları her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar
bilinmediği takdirde halka yanlış aşılamalar yapılmış olur. Bu nedenle hutbeler
tamamen Türkçe ve günün gereklerine uygun olmalıdır ve olacaktır.”40
Atatürk’ün bu işaretleri üzerine bu konu
bütün yurt düzeyinde tartışıldı.41
Ancak bu hutbeden dört yıl sonra 17 Şubat
1927 tarihinden itibaren her camiide okunmak üzere 51 konuyu içeren Türkçe
hutbe kitabını Türkiye’deki bütün imam-hatiplere Diyanet İşleri Başkanlığı
dağıttı.
O zamanın
Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi yazdığı önsöz’de:
“Hutbenin tamamen Arapça okunması,
hutbelerdeki mev’izelerden müstefit olmak isteyen ve lisan-ı arabiye vakıf
olmayan müslümanların (şu) dindarane emeline imkân vermemektedir” der. 42 ve
hatiplere rehber olmak üzere kitabın yayınlandığını ifade eder. İşte 17 Şubat
1927 tarihinden itibaren camilerimizde bugünkü uygulama başlatılmış oldu. Hala
da devam etmektedir. 43
Atatürk
bütün bunları halkın dinini anlayarak, bilerek uygulamalarını sağlamak için yapıyordu.44
Günümüzde bu görüşler istikametinde
hutbelerin hazırlanması ve hatiplerin kendilerini iyi hutbe hazırlayıp
okumaları çok önemli bir husustur. Halkın minberde kendi dilinden okunan
hutbeyi anlaması ve hutbeyle din konusunda bilgilendirilmesi önemlidir.
LAİKLİK
DİNSİZLİK DEĞİLDİR
Atatürk,
laikliğin din aleyhtarı bir zihniyetle uygulanma ihtimalini göz önüne alarak
şöyle demiştir:
“Laik hükümet tabirinden dinsizlik
manasını çıkarmaya yeltenen fesatçılara fırsat vermemek lazımdır.”45
Aynı
zamanda Atatürk, Laikliğin din ve vicdan hürriyetinin teminatı olduğu
konusundaki görüşlerini şöyle belirtmektedir:
“Laiklik yalnız din ve dünya işlerinin
ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de
demektir… Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle
mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin
etmiştir. Laikliği dinsizlikle karıştırmak isteyenler, ilerleme ve canlılığın
düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış doğu kavimlerinin fanatiklerinden
başka kimse olamazlar… Türkiye Cumhuriyeti’nde her yetişkin dinini seçmekte hür
olduğu gibi, belirli bir dinin merasimi de serbesttir. Biz dine saygı
gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz Biz sadece din işlerini, millet
ve devlet işleriyle karıştımamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu
hareketlerden sakınıyoruz…”46.
Aslında
iyi incelendiği takdirde Laiklik bu haliyle İslam Dini’nin özünde mevcuttur.
Akıl, mantık, ilim, gelişme, dinamizm ve
vicdan hürriyeti temellerine dayanan, evrensel olan ve çağdaşlaşmayla
çatışmayan İslam dini ile laiklik arasında bir zıddiyet, aykırılık söz konusu
olmadığı gibi tam bir uygunluk da vardır. 47 Laiklik dine saygıya ve gerçek
dindarlığın gelişmesine imkan sağladığı gibi 48 dinin siyaset alanında
istismarına karşı da bir güvencedir.49
SONUÇ
Atatürk’ün din konusunda anlattığımız
fikirleri ve uygulamaları onun Allah’a, Peygamber’e, Kur’an’a inanan samimi bir
müslüman olduğunu göstermektedir. O, dinin özüne ve aslına bağlıydı.
Bid’atlere, hurafelere, dinin menfaat ve siyaset çıkarlarına alet
edilmesine karşıydı.
Türk insanının dininin aslını,
katıksız öğrenmesini ve yaşamasını istiyordu.
Eğitimin okullarda yapılmasını
istiyordu.
Halkın din eğitimini doğru-dürüst ve
yeterli şekilde almasını istiyordu.
Laiklikle din ve vicdan hürriyetini
teminat altına almak istemişti.
Ord.Prof. Ali Fuat Başgil’in de belirttiği gibi,
”Laiklik; devrimizin
ihtiyaçlarından doğma bir zarurettir. Laik olmayan bir devlette, din
hürriyetinin güvenilir bir teminatı yoktur… Laiklik prensibini, samimiyetle
kabul ve tasvip eden ve o yolda uygulamaya geçen bir devlette, bütün aksaklıklar
bertaraf edilmiş olur.”50
Atatürk, ülkemizde ve İslam dünyasında
esaretten ve çaresizlikten kurtulma yolunu açmasıyla İslam dinine ve İslam
dünyasına en büyük hizmeti yaptığını iyi anlayıp ve anlatmak gereklidir.
Bağımsızlık mücadelesinde diğer İslam ülkelerine de öncülük etmiştir.
Atatürk
dinin değil; cehalet, bidatler, hurafeler ve din istismarcılarının
karşısındaydı.
Bu da bazı çevrelerce din düşmanlığı
şeklinde algılanmış veya gösterilmiştir. Oysaki Atatürk Hz. Peygamber
zamanındaki gerçek İslamiyetin yanındaydı.
Bu
durumu bir konuşmasında şöyle ifade ediyordu:
“…Tereddütsüz diyebilirim ki, bugünkü
İslam dini başka, Peygamberin zamanındaki İslam dini başkadır. Gerçek
İslamiyet, yaratılıştan gelen mantıklı bir dindir. Hayalleri, yanlış düşünceleri,
boş inançları hiç sevmez, özellikle nefret eder…”51
1 Laiklik ve
Atatürk’ün Laiklik Politikası, Genel Kurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüd
Başkanlığı, Ankara-1998,s.45; Utkan
Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara-1971, s.206.
2 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara-1971, s.206.
3 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.210
4 Söylev ve Demeçler, 11,90; Ethem Ruhi Fığlalı, Atatürk ve Din, Millî Eğitim, Ankara-1981, s.134-135.
5 Sadi Borak, Atatürk ve Din, İstanbul-1962, s.79-80.
6 Sadi Borak, a.g.e., s.33; Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, Ankara-1969, s.66-61.
7 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.208
8 Nutuk-Söylev, Il.cilt, Ankara, T.T.K. Yayınları, 1989, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, s.106-108.
9 Sadi Borak, a.g.e., s.17.
10 Gotthart Jaschke, “Yeni Türkiye’de Kur’an-ı Kerim Kursları,” (Tercüme:Nimet Arsan), İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi,cilt:5,cüz:l-4, İstanbııl-1973,s.62-63.
11 Nedim Sabaî, Atatürk, (Urduca Yayınlarda) , A.Ü.Dil ve Tarih-Coğrafya F. Yayınları, A.Ü. Basımevi, s.102, (Trc.Prof.Dr. Harif Faruk)
12 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, s.85.
13 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, 5/1928-1931.
14 Ahmet Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi, Ankara-1997, s.39.
15 Osman Ergin, a.g.e., s.,5/1957
16 Osman Ergin, a.g.e., 5/1950
17 Gotthard, a.g.m., s.62
18 Mahmut Baler, Hayatını Tercüman İçin Yazdı, (Baldan Damlalar) Tercüman Gazetesi,s.2.
19 Ahmet Gürtaş, a.g.e., s. 155.
20 Atatürk Önderliğinde Kültür Devrimi, Kalkınma için Bölgesel işbirliği Tebliğleri, 9-11 Kasım 1967, Ankara-1972,s.53-54.
21 Sadi Borak, a.g.e., s.39.
22 Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, Ankara-1969, s.72.
23 Enver Ziya Karal, a.g.e., 73.
24 Ethem Ruhi Fığlalı, Atatürk ve Din, Millî Eğitim, Ankara-1981, s.135.
25 Sabri Hizmetli, “Mustafa Kemal Atatürk’ün İslâm Tarihi Anlayışı,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c.15, s.44 ,sh.466.
26 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, Ankara-1981, s.570.
27 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II,s.214-215.
28 Sadi Borak, a.g.e., s.64.
29Sadi Borak, a.g.e., s.38-39.
30 Ali Sarıkoyuncu, Millî Mücadelede Din Adamları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1995, c.l, s. 17-18.
31 Enver Ziya Karal, a.g.e., s.69.
32 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, 5/1736.
33 Yahya Akyüz, “Atatürk’ün Türk Eğitim Tarihindeki Yeri,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C.1V.S.10 Ankara-1987,s.84.
34 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul-1977,V,1901.
35 Sadi Borak, a.g.e., s.38; Utkan Kocatürk, a.g.e., s.212.
36 Ahmet Vehbi Ecer, Atatürk’ün Din ve İslam Dini Hakkındaki Görüşleri, Kayseri-1998, s.5.
37 Ahmet Gürtaş, a.g.e., s.69.
38 Sadi Borak, a.g.e., s.31.
39 Sadi Borak, a.g.e., s.31-32; Osman Ergin, a.g.e., V, 1944;
40 Osman Ergin, a.g.e., V,1944; Dücane Cündioğlu, Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi, İstanbul-1998,s.43 vd.
41 Bkz. Dücane Cündioğlu, a.g.e., s.53.
42 Gotthart Jaschke, a.g.e., s.45.
43 Ahmet Vehbi Ecer, a.g.e., s. 16.
44 Osman Pazarlı, Sosyoloji, Lise III. Sınıf, Remzi Kitabevi, Istanbul-1979, s.63.
45 Atatürkçülük, I, 111.
46 Ahmet Mumcu, Atatürk’ün Kültür Anlayışında Vicdan ve Din Özgülüğünün Yeri, Ankara-1991.
47 Bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, “İslam ve Laiklik” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım,1995,Sayı 33,s.635-686.
48 Ahmet Vehbi Ecer, a.g.e., s.19.
49 Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik, 2. bs.İstanbul, 1962, s. 171.
50 T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, VII, 3.3.1340 (1924), s.58-60; Geniş bilgi için bkz. , Hazırlayan ve Sadeleştiren Prof.Dr. Reşat Genç, Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, Ankara-1998, s. 147-151.
51 A.g.e.,s. 147-151.
http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-48/ataturkun-dini-yonu-ve-din-egitimine-bakisi
2 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara-1971, s.206.
3 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.210
4 Söylev ve Demeçler, 11,90; Ethem Ruhi Fığlalı, Atatürk ve Din, Millî Eğitim, Ankara-1981, s.134-135.
5 Sadi Borak, Atatürk ve Din, İstanbul-1962, s.79-80.
6 Sadi Borak, a.g.e., s.33; Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, Ankara-1969, s.66-61.
7 Utkan Kocatürk, a.g.e., s.208
8 Nutuk-Söylev, Il.cilt, Ankara, T.T.K. Yayınları, 1989, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, s.106-108.
9 Sadi Borak, a.g.e., s.17.
10 Gotthart Jaschke, “Yeni Türkiye’de Kur’an-ı Kerim Kursları,” (Tercüme:Nimet Arsan), İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi,cilt:5,cüz:l-4, İstanbııl-1973,s.62-63.
11 Nedim Sabaî, Atatürk, (Urduca Yayınlarda) , A.Ü.Dil ve Tarih-Coğrafya F. Yayınları, A.Ü. Basımevi, s.102, (Trc.Prof.Dr. Harif Faruk)
12 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, s.85.
13 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, 5/1928-1931.
14 Ahmet Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi, Ankara-1997, s.39.
15 Osman Ergin, a.g.e., s.,5/1957
16 Osman Ergin, a.g.e., 5/1950
17 Gotthard, a.g.m., s.62
18 Mahmut Baler, Hayatını Tercüman İçin Yazdı, (Baldan Damlalar) Tercüman Gazetesi,s.2.
19 Ahmet Gürtaş, a.g.e., s. 155.
20 Atatürk Önderliğinde Kültür Devrimi, Kalkınma için Bölgesel işbirliği Tebliğleri, 9-11 Kasım 1967, Ankara-1972,s.53-54.
21 Sadi Borak, a.g.e., s.39.
22 Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, Ankara-1969, s.72.
23 Enver Ziya Karal, a.g.e., 73.
24 Ethem Ruhi Fığlalı, Atatürk ve Din, Millî Eğitim, Ankara-1981, s.135.
25 Sabri Hizmetli, “Mustafa Kemal Atatürk’ün İslâm Tarihi Anlayışı,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c.15, s.44 ,sh.466.
26 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III, Ankara-1981, s.570.
27 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II,s.214-215.
28 Sadi Borak, a.g.e., s.64.
29Sadi Borak, a.g.e., s.38-39.
30 Ali Sarıkoyuncu, Millî Mücadelede Din Adamları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1995, c.l, s. 17-18.
31 Enver Ziya Karal, a.g.e., s.69.
32 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, 5/1736.
33 Yahya Akyüz, “Atatürk’ün Türk Eğitim Tarihindeki Yeri,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C.1V.S.10 Ankara-1987,s.84.
34 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul-1977,V,1901.
35 Sadi Borak, a.g.e., s.38; Utkan Kocatürk, a.g.e., s.212.
36 Ahmet Vehbi Ecer, Atatürk’ün Din ve İslam Dini Hakkındaki Görüşleri, Kayseri-1998, s.5.
37 Ahmet Gürtaş, a.g.e., s.69.
38 Sadi Borak, a.g.e., s.31.
39 Sadi Borak, a.g.e., s.31-32; Osman Ergin, a.g.e., V, 1944;
40 Osman Ergin, a.g.e., V,1944; Dücane Cündioğlu, Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi, İstanbul-1998,s.43 vd.
41 Bkz. Dücane Cündioğlu, a.g.e., s.53.
42 Gotthart Jaschke, a.g.e., s.45.
43 Ahmet Vehbi Ecer, a.g.e., s. 16.
44 Osman Pazarlı, Sosyoloji, Lise III. Sınıf, Remzi Kitabevi, Istanbul-1979, s.63.
45 Atatürkçülük, I, 111.
46 Ahmet Mumcu, Atatürk’ün Kültür Anlayışında Vicdan ve Din Özgülüğünün Yeri, Ankara-1991.
47 Bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, “İslam ve Laiklik” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Kasım,1995,Sayı 33,s.635-686.
48 Ahmet Vehbi Ecer, a.g.e., s.19.
49 Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik, 2. bs.İstanbul, 1962, s. 171.
50 T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, VII, 3.3.1340 (1924), s.58-60; Geniş bilgi için bkz. , Hazırlayan ve Sadeleştiren Prof.Dr. Reşat Genç, Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, Ankara-1998, s. 147-151.
51 A.g.e.,s. 147-151.
http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-48/ataturkun-dini-yonu-ve-din-egitimine-bakisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder