Kimler soru sorar?
R. İhsan Eliaçık
Soru soran zihin nasıl bir zihindir?
Bir toplumda “soru saran adam” olmak ne demektir?
Örneğin bir peygamberi “sorun soran
adam” olarak hiç düşündünüz mü?
Eğer öyleyse gelin “İbrahim’in soruları” üzerine düşünelim.
Bakın Hz. İbrahim neler sormuş?
(Allaha) “Allahım! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini
göster” dedi. “Yoksa inanmıyor musun?” deyince “Evet, inanıyorum ama kalbim
iyice tatmin olsun diye” dedi. (2; 260).
(Kendi kendine) “Gece çökünce yıldız
gördü: ‘İşte bu Rabbim!’ dedi. Yıldız batınca ‘Batanları sevmem’ dedi. Ayı
doğarken görünce: ‘İşte bu Rabbim!’ dedi. O da batınca ‘Eğer Rabbim yol
göstermezse şaşıranlardan olurum’ dedi. Güneşi doğarken görünce ‘İşte bu
Rabbim, bu daha büyük’ dedi. O da batınca ‘Ey halkım! Ben sizin ortak
koştuklarınızdan uzağım’ dedi.” (6; 76-78).
Kanaatimce bu ayetlerde, “İbrahim’in soruları” üzerinden,
bir aklın nasıl yürütüleceği ve bir vicdanın nasıl uyanacağı dersi veriliyor;
soru sorarak, düşünerek, cevaplar arayarak…
Çünkü insanoğluna ilk vacip olan şey sanıldığının aksine iman etmek veya
teslim olmak değil; kuşku duymak, düşünmek, cevap aramaktır. İman ve teslimiyet
bunlardan sonra gelecektir.
Zira cevabını aradığınız sorulara tatminkar bir cevap bulduğunuzda
içinizde bir itminan hali oluşur. İşte buna “iman” denir. Aksi halde, demirin
ateşten geçip çelikleşmesi gibi kuşkulardan geçmemiş, soruya cevap olarak
gelmemiş, bir arayışın sonucu oluşmamış olana iman denmez. O, olsa olsa taklit,
önyargı veya kuruntu olur ki bir üfürüklük işi vardır.
Bu nedenle Kur’an “Önce iman et, sonra düşün” değil;
“Önce düşün, sonra iman et” der.
Ekin hasattan, acıkma doymadan, soru cevaptan önce gelir. Bir meseleyi
önce etraflıca konuşur sonra kararını alırız, önce kararını alıp sonra konuşmayız.
Bunların aksini yaptığınızı düşünün… Ne kadar manasız oluyor, değil mi?
İbrahim’in soruları işte bize bunu öğretiyor.
Sorular sorarak “soylu bir hakikat arayışının” peşine düşmek…
Yerleşik doğrulardan kuşku duymak, onları sorularla sarsmak…
Hz. İbrahim’in bu tür soruları bir çok
yerde sorduğunu görüyoruz: Allah’a, babasına, oğluna, ileri gelenlere, halka,
devlete, gelen elçilere…
İtminana, imana ve teslimiyete
bu sorulardan sonra ulaşıyor.
***
Hz. Peygamber de öyle değil miydi?
Genç yaşındayken Mekke’de hüküm süren hayat hakkında vicdanında sorular oluştu:
“Bu kız çocukları neden gömülüyor?”, “İnsanlar neden alınıp satılıyor?”,
“Tahtadan taştan yontma taşlara insan neden tapar?” , “İnsanlık nereye
gidiyor?”, “Allah olanları görmüyor mu?”…
Sonra bu tür soruların cevabını bulmak
için dağlara, mağaralara çekildi. Geçmiş ve gelecek, dün ve bugün, yerler ve
gökler, görünenler ve görünmeyenler, insan, hayat ve tabiat vs. üzerine derin
düşüncelere daldı. Bazen kırk gün kırk gece eve dönmediği, gözünü mehtapta tek
bir noktaya dikip sabahlara kadar öylece daldığı anlar oldu.
Allah bu arayışı cevapsız bırakmadı.
Daha önce iman nedir kitap nedir bilmiyordu. Yani bu soruların cevabı konusunda
itminana / imana ulaşmamıştı. Göğsü daralıyor, sıkıntı çekiyordu. Allah onu bu
soruların cevabını arar vaziyetteyken buldu. Onu arayışlar içindeyken seçti ve
sorularına cevap vererek yol gösterdi (Ve vecedeke dâllen feheda).
İşte, bu, sorular sorarak işleyen bir
aklın, hisseden bir kalbin ve uyanan bir vicdanın itminana ulaşması, ne
yapacağını bilir hale gelerek karar sahibi olması ve bu karalılıkla tarihin
önünü çıkması, meydana atılması olayıdır.
Bu sorulara gelen cevaplar tarihin akışını değiştirdi.
Aslında
her soruya cevap arayış böyle bir etki yaratır.
Akıl işler, kalp hisseder, vicdan
uyanır, gözler görür, kulaklar duyar, dil konuşur hale gelince insanın meydana
atılası ve kollarını makas gibi açarak “Durun kalabalıklar! Bu yol çıkmaz
sokak!” diye bağırası gelir.
İbrahim,
Musa, İsa ve Muhammed’in (hepsine selam olsun) yaptığı işte buydu. Onlar
esastan sorular sordular, Allah da onlara esastan cevaplar verdi. İnsanlık
tarihinde derin etkiler bırakmalarının bir nedeni de budur.
Baktığımızda en aykırı soruları onların sorduğunu görüyoruz. Öyle ya dini
düşünce alanında (İbrahim’in) “Ölüleri nasıl dirilttiğini göster? veya
(Musa’nın) “Bana kendini göster” veya (Havarilerin) “Bize gökten bir sofra
indirmesini Rabbinden isteyebilir misin?” sorularından / isteklerinden daha
aykırı ne olabilir?
(“Soru” sözcüğünün Arapçası “suâl”
(se-e-le) aynı anda hem soru sormak hem de istekte bulunmak anlamına gelir.
Dolayısıyla soru sormak istekte bulunmak, istekte bulunmak soru sormak
demektir. Mesela “mes’ele” soru sorulmayı / sorgulanmayı / isteklerin neler
olduğunu öğrenmeyi gerektiren şey demektir.)
Buradan şunu anlıyoruz; soylu bir hakikat arayışına girmişseniz, her tür
soru mubahtır. Yeter ki gerçeği sadece gerçeği öğrenmeye çalışın. Allah bu tür
soruların hiç birisini terslememiştir. Aksi halde laf olsun torba dolsun diye soru
sormanın, cevabı gelince altından kalkamayacağı soruların peşine düşmenin
manası yoktur.
***
Hz. İbrahim’in, sadece Allah, kıyamet ve ahiret ile
ilgili değil; toplumsal konularda da; yaşanan hayat, siyaset, devlet ve
imparatorluk tanrıları hakkında da esastan sorular sorduğunu görüyoruz.
(Devlet erkânına) “Nelere tapıyorsunuz?
Bunlar, çağırdığınız zaman sizi işitirler mi veya size bir fayda veya zarar
verirler mi? Eski atalarınızın ve sizin nelere taptığını görüyor musunuz?” (26; 70-75)
(İleri gelenlere) “Şu karşılarında
dikilip durduğunuz heykeller nedir öyle?” (21; 52)
(Saray eşrafına) “Belki onu şu büyükleri
yapmıştır, konuşabiliyorsa ona sorun bakalım? ‘Onların konuşmadığını
biliyorsun’ deyince ‘O halde, Allah’ı bırakıp ta size hiçbir fayda ve zarar
veremeyecek durumda olan putlara mı tapıyorsunuz? Size de, Allah’ı bırakıp
taptıklarınıza da yuh olsun! Bu akıl tutulması neden?” (21; 57-67)
Bu ayetlerde de, yerleşik siyasi ve sosyal düzene karşı
esaslı sorular soruyor. İçinde yaşadığı Babil İmparatorluğu’nun dini / ideolojik
köklerini sarsıyor. Aynı şeyi Hz. Musa Mısır, Hz. İsa da Roma İmparatorlukları
için yapmıştı.
Burada “özgür ruhlu” insan örneğini görürüz.
Özgür ruhlar yerleşik olana teslim
olmazlar. Herkes Mersine giderken onlar tersine gidebilir. Doğruyu söylediği
için dokuz köyden kovulmayı, ateşe atılmayı veya çarmıha gerilmeyi göze
alırlar. Sözün namusuna inanırlar. Eleştirilemeyeni eleştirir, sorulamayanı
sorar, düşünülemeyeni düşünür, söylenemeyeni söyler; “kral çıplak” derler. Gönüller
fethetmeyi değil; zihinler açmayı misyon bellerler. Egemeni eleştirir, zorbanın
karşısına dikilir, zenginin önünde eğilmezler. Böyle yapanın dininin yarısının
gideceğine inanırlar. Haksızlık karşısında dilsiz şeytan olmazlar. Sultan
sofralarından beslenmez, gerçeği sadece gerçeği söyler, acı konuşurlar.
Bir toplum, içinden böyle “özgür ruhlu” insanlar çıkaramazsa katı
geleneklerin, donmuş yasaların, kendi elleriyle ürettiği statükoların
girdabında boğulur. İleriye doğru açılım ve atılım yapamaz. Devrim yapmış
toplumlar, içinden özgür ruhlar çıkarabilmiş toplumlardır. Halklar özgür ruhlu
insanların sayesinde sıçrama yapabilmiş, insanlık onların sayesinde ileri
gidebilmiştir. Tarihine bakın, bütün büyük devrimlerin ve insanlık
sıçramalarının kökünde özgür ruhlu insanların soruları vardır.
***
Hz. İbrahim’in Allah’a, devlete, imparatorluğa dair
olduğu gibi babasına, oğluna, halkına ve de gelen elçilere de sorular sorduğunu
görüyoruz:
(Babasına) “Putları tanrı mı
ediniyorsun?” (6; 74) “Babacığım! İşitmeyen,
görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?” (19;42/45)
(Babasına ve halkına) “Nelere kulluk
ediyorsunuz? Allah’ı bırakıp ta uydurma tanrılar mı istiyorsunuz? Âlemlerin
Rabbi hakkında nedir bu kuruntularınız? Sundukları yiyecekleri yemiyor musunuz?
Ne o konuşmuyor musunuz? Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” (37; 85-97)
(Oğluna) “Oğlum! Ben uykuda iken seni boğazladığımı görüyorum;
bir düşün, ne dersin?” dedi. (37; 102)
(Elçilere) “Ben yaşlı bir adamken bana müjde mi veriyorsunuz?
Nedir müjdeniz?” (15; 54)
Görülüyor ki “İbrahim’in soruları” hayatın her alanını
kapsıyor. Daha kimbilir neler ve kimler hakkında sorular sormuştur?
Kur’an bize bu kadarını aktararak evrensel mesajlar
veriyor ve demek istiyor ki:
Siz de böyle sorular sorun. Allah, kitap, peygamber,
insanlık, dünya, toplum, devlet, geçmiş, gelecek hakkında her şey…
Size söylenenlere körü körüne inanmayın, araştırın.
Kimsenin sözünü duyar duymaz teslim olmayın. Teklif olarak kabul edin ve
kendiniz araştırın. Sorularınızın cevabını buldukça, itminan oldukça
doğruluğunu kabul edin.
Her sözü ve iddiayı dinleyin fakat doğru olanına uyun.
“İnanmıyor musun?” denince, “Evet, ama itminan olmak
istiyorum. Yani delillerini görmek, bizzat kendim benimsemek istiyorum, körü
körüne inanmak istemiyorum” deyin.
Elçiler dahi olsa birisi gelip tarihe, hayata ve
tabiata aykırı bir şey söylerse “Nasıl olur? Bunu açıkla, izah et, ispat et”
deyin.
Allah’ın kavlî ayetleri ile kevnî ayetleri arasında
çelişki olamayacağından hareketle ikisi arasında “uyum” arayın.
“Allah’ın kudretinden şüphen mi var, yapamaz mı?”
diyen olursa “Evet, şüphem yok ama itminan olmak istiyorum. Onun benzerini
göster” deyin…
Öyle ya Hz. İbrahim bile
peygamber olduğu halde itminan olmak istiyorsa bizim bin kat daha fazla
itminana ihtiyacımız yok mu? İbrahim’in soruları, kıyamete kadar insanların
elinde olacak bir Kitaba alınarak neden ayet yapılmış dersiniz? Kime mesaj veriliyor
bu soru örnekleriyle? Peygamberlerde bizim için en güzel örnek olduğuna göre
onun benzeri soruları bizim de sormamız gerekmiyor mu? Kaldı ki İbrahim
soruları ile tabiri caizse “tavan” yapmış; en olmadık soruları sormuş. Bu
soruların cevabı ona var da bize niye yok?
Aslında var.
Hz. İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya, Muhammed’e cevap olarak ne gösterilmişse bize
de gösterilip duruyor. Fakat bizim gözlerimiz var görmüyor, kulaklarımız var
işitmiyor, dilimiz var konuşmuyor.
Gerçeğin ta kendisi yanı başımızda fakat onu
görecek gözler körleşmiş, duyacak kulaklar sağırlaşmış, hissedecek kalpler
taşlaşmış, bulacak vicdanlar donmuş, bağını kuracak akıllar tutulmuş, idrak
edecek zihinler dumura uğramış…
Yoksa “Ne uçan var ne kaçan? Her şey normal ve
olağan!” deyip durmazdık…
***
Demek ki sorular sormak lazım.
Gözleri açmanın, kulakları işittirmenin,
kalpleri hissettirmenin, vicdanları sızlatmanın, zihinleri açmanın yolu
sorularda…
Zira soru sormak meselesi olmaktır.
Sorusuzluk meselesizliktir. Meselesizleşme ise sürüleşme ile eşdeğerdir.
Sürülerde soru soran bir tek hayvan görülmemiştir. Sürüleşmeden, sorduğunuz
sorular ile ayrılırsınız
Soru sormak tehlikeli görünmektir. Sürüleşmiş topluluklara konuşmaya alışmış
birisi için en riskli ve tehlikeli şey topluluğun içinden soru sormak için
kalkan eldir. Ya cevaplayamazsa? Ya bilmediği bir şey sorarsa? Ya konunun cahili
olduğu ortaya çıkarsa?
Soru sormak gerçeği
aramaktır. Gerçeğin ortaya çıkması için sorulur bütün sorular… Savcı soru
sorar, hâkim soru sorar, gazeteci soru sorar, filozof soru sorar, çocuk soru
sorar… Düşünün; sorular olmazsa insan hayatı nice olurdu?
Peki, “Fazla soru
sormayın, sizden öncekiler bu yüzden helak oldu. Soru sormak şeytan işidir, ilk
akıl yürüten Şeytandır” yollu rivayetlere ne diyeceğiz?
Akıldan, zekâdan ve soru sormaktan rahatsız olanlarca uydurulmuş sözlerdir
bunlar…
Karşılarında sürü görmek isteyenlerin hezeyanlarıdır bunlar…
Bunlar Kur’an’ın ruhuna, İbrahim’in misyonuna aykırıdır ve reddedilmelidir.
Çünkü ilk soruyu melekler sordu: “Kan dökecek birini mi yaratacaksın?” (2; 30)
Evet, ilk soruyu melekler sordu!
İnsana
dair gerçekler meleklerin bu sorusuyla açıklığa kavuştu. İnsanlık tarihinin en
büyük cevabı ve açıklaması bu sorunun ardından geldi.
Şeytan soru sormaz, aldatır. Sorsa bile aldatmak, kandırmak için sorar; ona da
soru denmez. Kibir, kıskançlık, haset, yanıltma, aldatmadır şeytanın işi;
gerçeğin ortaya çıkması için soru sorma değil… Asıl soruyu melekler sordu,
dikkat edin!
Onun
için insana ilk vacip soru sormak; bunların cevabını aramak, onun için
düşünmek, araştırmak, yollara düşmektir…
Bu şu demek: Sorunuz yani arayışınız, yollara düşmeniz yoksa Allah sizi ne
yapsın?
İlk soruyu soran “melâike”ye selam olsun!
Pirimiz İbrahim’e ve muhteşem sorularına selam olsun!
16 MART 2009 PAZARTESI
Din bağlamında, ne kendisine “kitap inen nebi” ne de “vahiy alan resulüm”; Sadece Kur’an sevdalısı, kalbi mutmain (İnanmış, gönlü kanmış, emin olmuş ) mümin ve müslimim inşallah ve rabbim Allah, iman konusunda arayışlarıma sünnetullah çerçevesinde elbet cevap da vermiştir elhamdülillah.
YanıtlaSilHer kim, mümin ve müslim olarak samimi arayış içine girerse onlarında arayışlarına Sünnetullah çerçevesinde, “ hal / bir şeyin içinde bulunduğu şartları veya taşıdığı niteliklerin bütünü, durum, vaziyet, diliyle” mutlaka cevap verir Allah.
Sünnetullah odur ki, Allah peygamberliği / nebiliği, bunu isteyene değil, kendi seçtiği kullarına vermiş ve Hz. Muhammed’den sonra da toplumlara kendi içlerinden birini peygamber / nebi olarak görevlendirmemiştir:
“Allah; Âdem'i, Nûh'u, İbrahim Ailesi'ni, İmran Ailesi'ni seçerek âlemlere üstün kılmıştır; Birbirinden gelen soylar halinde. Allah, hakkıyla işiten, gereğince bilendir.” 3. sure (ÂLİ IMRÂN) 33-34. ayet
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir; O, Allah'ın resulü ve nebilerin sonuncusudur. Allah her şeyi gereğince biliyor.” 33. sure (AHZÂB) 40. ayet
İlaveten, herhangi bir Kur’an mümini (inananı), Kur’an’daki Allah lafzını, kendi toplumuna, toplumun ana diliyle ifade ettiğinde, resul Kur’an’ın elçiliğini (resulün resullüğünü)yapmaktadır ki bu “irşad”, onu Peygamber /nebi yapmaz.
Hadî olan yalnız ve ancak Allah’tır.
M. kemal Adal