R. İhsan Eliaçık
Yeryüzünde 1 milyar Müslüman…
Mağripten maşrika saraylar, hanlar, hamamlar…
Mavi göğe yükselen minareler…
Susmayan ezanlar, inmeyen bayraklar…
Namazlar, cumalar, bayramlar, kurbanlar…
Kabirler, türbeler, fatihalar, yasinler…
Bütün bunlar İslam’ın yeryüzünde gürül gürül yaşandığı, dimdik ayakta durduğu
anlamına mı geliyor?
Eğer öyleyse “Geçip giden varsa İslam’ın şu çiğnenmiş diyarından”, “ümmet-i
merhume” (ölü ümmet) haline gelmiş ve “felç-i iradiye mübtela olmuş” hal-i pür
melalimize (yerlerde sürünen acınak halimize) ne diyeceğiz?
Akif’in dizeleriyle;
“Zulme tapmak, adaleti tepmek, hakka hiç aldırmamak
Kendi asudeyse, dünya yansa baş kaldırmamak…
Sözünde durmamak, yalan sözden çekinmemek
Kuvvetin meddahı olmak, acizi hiç söyletmemek…
Mübtezel bir çok merasim; eğilip bükülmeler, yatmalar
Şaklabanlıklar, gösterişler, ardı ardına aldatmalar…
Fırka, milliyet, lisan namıyla daim ayrılık
En samimi kimseler arasında ciddi açık…
Enseden arslan kesilmek, cepheden yaltak kedi
Müslümanlık bizden evvel böyle bir zillet görmedi…”
Peki,
bu ümmet bu zillete neden düştü?
Müslüman dünya neden “Ehl-i kitaplaşma süreci” yaşadı, yaşıyor?
Önceki Ehl-i kitaplaşmalara bakın, hiç ders almadan aynısını neden biz de
yaşıyoruz?
***
Kiliseler, havralar, sinegoglar,
camiler, ezanlar, çan sesleri…
Aslında hepsi hayattan çekilmiş.
Şehirlerin meydanlarına yapılmış olmalarına rağmen hayatın atardamarlarında yok
bunlar.
Onlar eski dünyanın kalıntıları, anıtları, müzeleri olmuş; hemen yanı başında
yeni bir dünya kurulmuş.
***
M.
İkbal’in tespiti ile İslam, aslında eski dünya ile yenidünya arasında
durmaktadır.
Yani insanlık tarihinde yeni
(modern) dünya “bir de din olmadan” yükselebilmenin yollarını arama ise, İslam
aynı yükselme arayışını “dini dünyanın içinden” yapmanın adıdır.
İslam’a “bir insanlık hamlesi olarak”
baktığımızda bu böyledir.
Gerçekten de İslam eski dünyadan yenidünyaya bir geçiştir.
Kendini din formu içinde ifade etmiş yenidünyanın adıdır.
“Büsbütün dini dünya” ile “büsbütün dinden arınmış dünya” arasında durmaktadır.
Onun için İslam “dinlerden bir
din” değildir.
Daha doğrusu “değildi.”
***
Kanımca aşağıdaki üç şey İslam’ı tekrar o eski “büsbütün
dini dünyaya” geri döndürdü ve dinlerden bir din haline getirdi.
Bu,
aynı zamanda İslam’ın özgün içeriğinin boşaltılması, dinler dünyasına getirdiği
re-formun de-forma uğraması; tapınaklarda, minarelerde, ezanlarda, mezarlarda,
riüellerde yaşıyor görünmesine rağmen gerçekte kütür kütür yıkılışıydı.
Dinlerden bir dine dönüşerek yaşaması onun gerçekte yaşadığı anlamına gelmiyor.
Bilakis “Ehl-i kitaplaşma sürecine girerek” ve kendisisine “büyük saygı
duyularak” hayattan çekildiği anlamına geliyor.
İslam’ı yıkan bu üç şeye akılda kalması için “3M” dedim.
Yani M harfi ile başlayan üç kelime: Mülk, Mucize ve Mevzu…
Bu üç kelimenin İslam’a ettikleri sanıldığından çok
fazladır. Bunlar İslam’ın özgün içeriğini boşaltmış, dini dünyaya ve insanlığa
getirdiği yenilikleri mahvetmiştir.
Ve
bu kendi ellerimizle yaptıklarımız yüzünden olmuştur.
Akif’in dizeleri ile;
“Gökten gelen bela sözünün manası yoktur
herzedir
En beyinsizler bile istikbali zira kestirir
Gökten inmez bir de hiçbir şey… Bütün yerden taşar
Kendi ahlakiyle bir millet ölür, yahut yaşar…”
Bakın nasıl…
***
1-
MÜLK: İslam’ın ilk ve esas mesajı mülk
üzerineydi. “Lehu’l-mülk” (Mülk Allah / Halk’ındır.) diyerek başlanmıştı. Her şeyden önce Müslümanın mülk ile
kurduğu ilişki düzelmeliydi. Mülk yığıcılık ve mülksüzlük daima sorunludur.
İbn Haldun’un tabiriyle “ümran rüzgârı” yön değiştirmiş.
İnsanlık “bir de din
olmadan” yükselmenin yollarını aramış.
Böyle bir arayışı yekten suçlamak ne derece doğru?
Her dinin insanlığın yararına olduğunu söyleyebilir miyiz?
Dinler, insanoğlunun bizzat insana, tarihe, hayata ve doğaya yabancılaşmasının
nedeni olamaz mı?
“Dinin afyon yüzü” bu yüzden insanlığın gerçekten karanlık tarafı belki de.
“Belki de” diyorum, “dinin afyon yüzü” diyorum. Çünkü tam da burada İslam
hakkında söyleyeceklerim var.
Yapılan araştırmalarda mülkten şımarmış muhitlerde yaşayanlarla varoşlarda
mülksüzlükten / mesleksizlikten sefalet hayatı yaşayanların ahlaki
davranışlarının birbirine benzer çıkması boşuna değil. Her ikisinde de ahlaki
kayıtsızlık gözlenmiş. Çünkü toplumların temel ahlaki değerlerini koruyan ve
sürdürenler genellikle orta sınıflardır. Bu nedenle orta sınıflaşmış bir toplum
en iyisidir. Aşırı mülkçülük ve aşırı
mülksüzlük daima hastalık üreten bataklık gibidir.
Defalarca söylediğim gibi Kur’an’ın ilk 23
suresini tekrar tekrar okumalıyız. Bu bize neyin ilk ve esas mesele olduğunu,
işe nereden başlamak gerektiğini gösterecektir.
Baktığımızda 23.
sureye kadar putların ismi hiç anılmamakta, daha ilk sure (Alak) zenginliği
kendine yeterli görme (istiğna) ile azgınlık / yabancılaşma (tuğyan) arasında
ilişki kurarak başlamakta…
İlk eleştiriler hep Mekkeli mülk sahiplerine
yönelik…
İlk kıssa mülk
(zenginlik-yoksulluk) meselesinin ele alındığı “Bahçe sahipleri” kısası…
Allah’ın isim ve
sıfatlarından ilk öne çıkarılan daha çok iktisadi yönü ifade eden “Rabb”
kavramı…
Peki neden?
Kur’an neden ilk buradan başlıyor?
Çünkü bir yanda tüm toprakların sahibi
“ağalar”, diğer yanda o topraklarda
karın tokluğuna çalışan “marabalar”… Ve her geçen gün aralarında büyüyen
uçurumlar…
Buradan ne çıkar? “İnsan mı tabut mu?”
Böylesi bir mülk düzeninde Allah’ın “dini” tutar mı? “Tevhid” olur mu?
Buradan çıksa çıksa efendi-köle ilişkisi çıkar.
Kurulsa kurulsa Firavun-köle düzeni kurulur.
Böylesi bir mülk düzeninden “insanca, pek insanca” bir ilişki çıkmaz, çıkamaz,
çıkabilemez.
Bu nedenledir ki mülk paylaşım
düzenine dokunmayan, en önce buradan başlamayan, tıpkı Kur’an’ın başlayışı gibi
işe ilk buradan başlamayan din söylemleri afyondur.
İlk istiğna-tuğyan ilişkisini
işlemeyen din dersleri afyondur.
İlk mülk sahibi zümreleri hedef almayan din söylemleri afyondur.
İlk “bahçe sahiplerini” anlatmayan din vaazları afyondur.
İlk ekmek verenin, aş verenin, yedirenin, doyuranın “Rabb” olduğunu söylemeyen
din teolojileri afyondur.
Eğer Kur’an ise elinizdeki kitap bu böyle…
“İlkleri boşver, onlar nesh oldu, sonraya gel” derseniz sonrası da öyle… Sözü
uzatmayayım.
***
İşte İslam’ı içeriden ilk
yıkan şey eski cahiliye mülk ilişkilerine geri dönüş (irtica!) olmuştur. İslam
ilk buradan yıkıldı. Daha başlamadan otuz yıl içinde bitti…
Dinden dönenler (mürtedler) ilk bundan döndü. “Zekât
vermeyeceğiz, böylesi bir mülk düzenini kabul etmiyoruz” dediler. Bunun için mürted aslında yeni mülk düzeninden dönen
demektir.
Cahiliye döneminin vahşi kapitalizmi, İslam’ın paylaşımcı mülk düzenini,
yeni kardeşlik iktisadını kabullenemedi. Tarihin akışı içinde gayet esastan bir
çıkış olduğu için belki de “içerisi” dahi bunu benimseyemedi.
Hedeflerini
gerçekleştiremeden tarihten çekildi. Halbuki peygamber zamanındaki ideallerin
hedefine tam ulaşması ve insanlıkta kalıcı bir tarihsel dönüşüme neden olması
için en az yüz yıla ihtiyaç vardı.
Topu topu otuz yıl kadar sürdü.
“Benden sonra birbirinizin boynunu vurmayın,
Müslümana kardeşinin canı, malı, ırzı haramdır” denmesine rağmen canlar heder
edildi, mallar yağmalandı, ırzlar çiğnendi.
“Mülk” (mal, iktidar) yüzünden iç savaşlarda dünyanın gözü önünde 90 bin kişi
birbirini kesti. “Muhammed’in adamları birbirini yiyor” dedirttiler.
İslam o günkü dünya kamuoyunda
“Çölde yeni bir din (peygamber) çıkmış kölelere özgürlük (fekku raqabe)
diyormuş” diyerek duyulmuştu… Bu sese kulak kabartan Sasani ve Bizans’ın
köleleri, ezilenleri, mahrumları, çaresizleri, İslam’ın içindeki mülk kavgasını
görünce “Bu da diğerleri gibi” dediler ve umutsuzluğa gark oldular.
İşte o an “çölde
haykıranın sesi” duyulmaz oldu. Dünya kamuoyunda estirdiği o muazzam rüzgâr
hızını kaybetti.
Ebuzer’in çöle gömülmesiyle yıldızı
söndü.
Ali’nin yenilmesiyle rüzgârı dindi.
Kanımca sonrası Sasani
ve Roma mülk / devlet / imparatorluk düzeninin kılıf değiştirmiş tekrarından
başka bir şey değildir…
Tekrar köle ve cariye sahibi olma yarışına girdiler.
Uçsuz bucaksız mal (mâlen memdûd) sahibi olma üstünlük ölçüsü ve fütuhat hırsı
haline geldi.
Zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum büyüdükçe büyüdü. “Son hak din” dahi
buna engel olamadı…
Peki, dinin teorisinde mi bir
sorun vardı yoksa onu anlayan zihin mi sorunluydu?
Tabi ki ikincisi…
Bugün BM verilerine göre yeryüzünde 1 milyar insan sokaklarda aç dolaşıyor.
Allah bugün peygamber gönderse ilk ve esas mesele olarak yine buradan
başlayacaktı. “1 milyar insan hangi suçundan dolayı aç?” diye soracaktı.
“Tevhid ve şirk bununla ilgili değilse nedir?
Özellikle ilk 23 sure
başta olmak üzere tüm Kur’an’ın mülke bakışı bunun apaçık kanıtıdır. Sürekli olarak verme (infak) emrediliyor, biriktirme,
yığma (kenz) yeriliyor. Kur’an’ın tek bir yerinde bile mülk biriktirmenin
övüldüğünü görmedim. Dinin teorik içeriğinde bir sorun yok.
Öyleyse hal-i pür
melalimiz şu: Bu Kitap ezberlenerek, aynlar patlatılarak mehcur
bırakıldı! Duvarlara asılarak, tapınaklarda
inletilerek, duvarlara, sütunlara, mezar taşlarına okunarak terk edildi.
Kitabın ilk ve esas konusu olan mülk meselesi neredeyse bütün dini guruplar,
cemaatler, mezhepler, tarikatlar tarafından unutuldu, yok hükmünde sayıldı.
Hala öyle… Onun için ta Ebuzer’den
beridir fena bozulmaktalar… Gayet sevimsiz, sıkıcı ve çuvaldız gibi içe batıcı
bulmaktalar.
Eh, siz Kitap’ı terk ederseniz o da sizi terk eder!
Bakınız, cennetle müjdelenen
on sahabe (Aşere-i Mubeşşere) içinde ilk üçü hariç (Ebubekr, Ömer, Ali) hepsi
toprak ağası oldu.
Öldüklerinde geride en küçüğünün binlerce dinar mülkü vardı. Sadece birisine
700 köyden haraç geliyordu. Din-u devlet faaliyetinin sonucu böyle mi
olmalıydı? Nasıl Harun gelip Karun oldular? Neden Peygamberimiz olmadı, Ebubekr, Ömer, Ali olmadı
da onlar oldu? Öteden beri hep merak ederim neden cennetle müjdelenen on sahabe
içinde tek bir yoksul sahabe yok? Ebuzer nerede? Ammar? Bilal nerede? (Çünkü o liste uydurma; “Mevzu”)
Demek ki en önce din-u
devlet tefessüh etti, mülk-i millet bozuldu!
İslam işte ilk buradan yıkıldı!
Mülkten kaybettik ilk mülkten!
***
2- MUCİZE:
Mülkte cahiliye anlayışına geri dönüş Müslümanın eşya ile ilişkisini yani
ontolojisini bozduğu gibi, mucize zihniyeti de epistemolojisini bozdu. Yani bilgi kaynakları dumura uğradı. Gözler, kulaklar,
kalpler mucizeye, kehanete, keramete ve intizara (bekleyişe) alıştırıldı.
İnsana, tarihe, hayata ve tabiata yabancılaşıldı. O eski “büsbütün dini
dünyaya” geri dönüldü. Yahudilerin mucize,
Hristıyanların kehanet, Mecusilerin bekleyiş (intizar), Şamanların gök tanrı,
ruhlar, mezarlar ve atalar zihniyeti her yanı sardı. Dini dünya bunlardan
ibaret hale geldi.
Mucizeleştirmeler aklı örten bir afyona dönüştü. Araştırma ve inceleme
gereği duymayan, “Allah” deyince her şeye inanan, yaşayan apaçık ayetleri
(insan, tarih, hayat ve tabiat) mucize saymayan bir zihniyet sardı her yanı.
Kur’an kutsandı, mucizeler
kitabı haline geldi. Esas büyük el-Kitab’ı (Kâinat Kitabı’nı) işaret eden bir
işaret parmağı olarak görüleceği yerde bizzat kendisi en büyük kitap haline
geldi. Kafasını küçük Kitab’a (Kur’an) sokan ve bir türlü büyük el-Kitab’ı (kâinat,
evren) göremeyen zihinler türedi.
Müslüman ümmet elindeki Kitap’ın her şey olduğunu sandı. Bütün her şeyi orada
vardı. Çalkaladıkça kendinden yağ çıkan kap gibi sıkışınca çalkalamak
yeterliydi. Okuyanlar, üfürenler, muska yapanlar, şifre arayanlar, cifr
hesapları gırla gitti, gidiyor.
Elin oğlu el-Kitap’ı (kâinat, evren, doğa) okuyarak bir bilimsel buluş mu
yapmış, hiç telaşa gerek yok. Elimizdeki mucizevî kitapta kesin haber
verilmiştir!
Denizleri yaran Musa, ölüleri dirilten İsa,
ateşte yanmayan İbrahim, kayadan deve çıkaran Salih, üçyüz yıl uykuya dalan
Ashab-ı Kehf, karıncayla konuşan Süleyman ve göğe çıkan İsa vs. vaazlarıyla
uyuşan kitleler, “Bunlar bugün niye olmuyor? Filistinli çocuklara, Iraklı
annelere neden mucize inmiyor?, Kuşlar, karıncalar şimdi neden bizimle
konuşmuyor? Yaşayan el-Kitap’da bunlar niye yok?” sorularıyla karşılaşınca
şüphe vadilerinde dolanmaya başladılar. Ya da “vardır bir hikmeti, töbe töbe”
diyerek içlerine attılar.
Halbuki bunları eski dünya
dinlerinin etkisinden kurtularak, zaten Kur’an’da geçmeyen ve asla bir Kur’an
kavramı olmayan “mucize” kelimesine başvurulmadan açıklamak gayet kolaydır,
anlaşılabilirdir, apaçıktır. Biraz karşılaştırmalı dinler tarihi, biraz eski
uygarlıklar, Kur’an’ın işaret ettiği gibi biraz yol kenarlarında duran eski
çağlara ait kanıtlar, biraz arkeolojik kazılar, biraz tabiat tarihi, biraz bu
formda gelen ve bütün kutsal kitaplarda görülen sembolik dil üzerinde
çalışılsa gayet güzel anlaşılacak.
Fakat
mucizeleştirmeler bütün bunları yok ediyor.
Müslüman zihni tarihe, hayata ve tabiata yabancılaştırıyor.
Kafa konforu rahat, insanlık acısı ve
varoluş sancısı çekmeyen, beyninde hiç merak uyanmayan, soru sormayan, sormayı
şeytan işi sayan, teslimiyetin sorular sordukça değil; sormadıkça
gerçekleşeceğini sanan, akletmeyi, deneyi, gözlemi kör itikatla örten, gayet
kolay olup bitenleri, başına “Allah”, ortasına “Kadir-i Mutlak”, sonuna
“mucize” getirerek açıklayıveren bir zihnin oluşmasına neden oluyor.
Oysa ne olup bittiğine
nüfuz edemiyor. Gerçekliğin içinde değil; gerçekliğe paralel kurgusal bir
dünyada yaşıyor. A. Şeriati’nin dediği gibi alinasyon (yabancılaşma) içinde…
Bu zihnin insanlıkta sıçrama yapması mümkün değildir.
Yeryüzünün öğretmeni, öncüsü, önderi, Kur’an’ın tabiri ile “şahidi” olması
mümkün değildir.
Gassilin elindeki meyyit gibi Hint gurularının
ayağını yalamak ya da şeyhlerinin haremine girmek için sıra bekleyen akılsızlar
işte bu narkozlanmış dinî zihnin ürünüdür.
Böyle olunca
peygamberler harikalar diyarında dolaştırılır. Gerçek hayata paralel
halisinasyonik bir dünya kurulur. Halbuki varolan hayat ve yaşayan tabiata
paralel cinlerden, meleklerden, şeytanlardan, ruhlardan, ifritlerden, nuranî
varlılardan oluşan ayrıca bir dünya yoktur. Allah melekelerini (gücünü,
kudretini) bu paralel ruhani dünyada değil; gözümüzün önünde yaşayan
gerçeklikte; yerlerde ve göklerde gösterir. Güneşle, ayla, yıldızlarla,
denizlerle, ırmaklarla, geceyle, gündüzle, ağaçlarla, kıtalarla, bitkilerle, 1
milyon canlı türüyle vs. gösterir, gösteriyor. Kur’an işte buna “göklerin ve
yerin melekûtu” diyor. Cinler (daha göremediğimiz türler, varlıklar), şeytanlar
(kötülük hırsları, dürtüler) ve melekler (tabiat güçleri) hepsi buradadır.
Keza Allah yepyeni âlemler yaratmaya kadir olduğu
için ileride ölüleri diriltecek, kıyameti koparacak, cenneti ve cehennemi
kuracak, defterler açılacak, hesap günü gelecek ve ahiret hayatı yaşanacaktır.
Buna da Kur’an yeniden yaratılış (halk-ı cedid) diyor. Biz buna iman ederiz,
ispatı ile uğraşmayız, bilimin konusu yapmayız. İslam imanı, maneviyatı ve
ruhaniyatı yalnızca bu olmak icap eder.
Bunun dışında Yahudi
mucizeleştirmelerinin, Hristıyan kehanetlerinin, Mecusi bekleyişlerin bu dinde
yeri yoktur. Onlar o eski “büsbütün dini dünyada” kaldı. İslam’ın dini dünyaya
getirdiği reformun ve eski dünya ile yeni dünya arasında duran misyonunun asıl
burada ortaya çıktığını artık görmeliyiz…
***
3- MEVZU:
Vazolunmuş / uydurulmuş rivayetler demektir. Bununla şu an tefsir, fıkıh, siyer, tasavvuf, kelam
özellikle de hadis kitaplarına sızmış, medreselerde, dergâhlarda, cemaat
mahfillerinde, şeyhlerin sohbetinde, vaizlerin dilinde anlatılıp durulan ve
asla sorgulanmayan Diyanet’in mevzu hadisler
kitabına göre de mevzu (uydurulmuş) 200 bin küsur hadisi kastediyoruz.
Mülk
anlayışıyla eşya ile mucizeleştirmelerle bilgi ile ilişkisi dumura uğrayan
Müslümanın, bu uydurmalarla da peygamberle ve sosyal hayatla ilişkisi
mahvolmuştur.
İslam üçüncü olarak da buradan yıkılmıştır.
Öyle ki “Nebiye atf ile binlerce herze uydurdun
/ Yıktın da dini mübini yeni bir din
kurdun.” diyen Akif bile, görüldüğü gibi bu yolla “yeni bir din kurulduğundan”
bahsetmektedir.
İş bu kadar vahimdir.
Demek ki “Gâle Rasulullah”
(Allah’ın elçisi dedi ki) diyerek kurulan bir “herze-i din” den rahatlıkla
bahsedebiliriz. Farsça’dan dilimize geçen herze boş laf, lakırdı, saçmalık,
saçma söz, uyduruk manasındadır. Bu durumda “herze-i din” peygamberin ağzından
uydurulmuş, akıl dışı, absürd, saçmalıklar dini demek oluyor. Bunlarla dinin
yüzü “çehre-i memsuh” (çirkin bir yüz) halini almıştır.
“200 bin uydurulmuş hadis” fazla abartılı gelmesin. İmam Buhari’nin kitabına
aldığı 7145 hadisi 600 bin (tekrarları ile beraber olmalı) hadis arasından
seçmiş olması herzeliğin ne boyutlarda olduğunu göstermesi bakımından
çarpıcıdır. Demek ki Buhari söylentiler halinde
dolanan 592. 855 hadisi inkâr etmiş! Çok da iyi etmiş. Kanımca Buhari böyle
yapmakla kurulmaya çalışılan yeni herze-i dine ağır bir darbe vurmuştur. Ancak
yetersizdir, daha fazlasını da yapmalıydı. Çeşitli yollardan kitabına
herzelerin girmesine tam da mani olamadığı görülüyor. Şimdi bunu da çağımızın âlimlerinin
yapması gerekiyor.
Düşünelim… Buhari’nin inkâr ettiği 592.855
hadis şu an nerede? Toprağa mı gümüldü? Tamam, Buhari’nin kitabına girmedi diyelim
ya diğerlerine? Kaldı ki kitaba girmese bile dillerde dolaşıyor. Bu uydurma
hadislerin çoğunu din vaazlarında, yazılarında, söylemlerinde, derslerinde,
kurslarında, proğramlarında vs. duyup durmaktasınız. Uydurma (mevzu)
rivayetler yaşıyor, aramızda! Hatta öyle ki sırf bu uydurmalar üzerine dini
cemaatler kurulmuş, guruplar oluşmuş. (İsa dönecek, mehdi çıkacak, mesih
gelecek, deccal zuhur edecek vs.).
Baktığımızda namaz
kılmayana sopa, hapis veya ölüm cezasından zina edenin taşlanmasına…
Zekatın kırkta bir olduğundan ‘ben müslümanın
zengin olanını severim’ söylemine…
Köle ve cariye
edinmenin caiz olduğundan müzik aletlerinin kırılması gerektiğine…
İmamların
Kureyş’ten olması gerektiğinden mehdinin çıkacağına…
İsa’nın kıyamete
yakın geri gelip mehdinin arkasında namaz kılacağından zamanın imamına biat
etmeden ölenin cahiliye ölümü üzere ölmüş olacağına…
Dinden dönenin
öldürülmesi gerektiğinden dördüncü kez içki içenlerin öldürülmesi gerektiğine…
Peygamberimizin
Medine’de Yahudi kabilelerini soykırım uygulayarak katlettiğinden savaşta
kadınların ve çocukların öldürülmesine izin verdiğine…
9 yaşındaki Aişe
ile evlendiğinden hayızlı iken kadınların namaz kılamayacağı, Kur’an’a
dokunamayacağı, camiye gelemeyeceğine…
Kadınların zeka ve
din bakımından eksik olduğundan önünden eşek, köpek veya kadın geçerse namazın
boşa gideceğine…
Erkeğin kadını
‘boş ol’ demekle boşayacağı fakat kadının erkeği boşama hakkı olmadığına…
Sakalın, çarşafın,
sarığın, cübbenin, sünnet olmanın dini vecibe olduğundan hidayete erenlerin Arap
isimleri almaları gerektiğine…
Altın ve ipek
giymenin erkeklere yasak olduğundan resimli eve girmenin haram olduğuna (hâlbuki
anlatılmak istenen lüksten kaçınmak sade yaşamaya özendir)…
Peygamberimizin
okuma yazma bilmediğinden kainatın onun yüzü suyu hürmetine yaratıldığına…
İşaret parmağı ile
ayı yardığından def-i hacet yaparken ağaçların koşup gelerek üzerini örttüğüne…
Salavat getirmenin
dini bir vecibe olduğundan terinden ve idrarından insanların şifa bulduğuna
kadar “binlerce” rivayet işbu uydurma, yarı
uydurma veya ne söylendiğini anlayamama yüzünden, Müslüman dindarın sosyal hayatla ilişkisi, daha önceki
Ehl-i kitaplaşmaların (Yahudi / Hristiyan dindarlığı) neredeyse tıpkısını
aynısı bir süreçle tuhaf bir dini şizofreni halini almıştır.
Bu, dindarın insana, hayata ve tabiata
yabancılaşmasından başka bir şey değildir. Ve bu dinlerin afyon yüzü sayesinde
olmuştur.
Bu noktada Akif’in dediği gibi gerçekten de ‘yeni bir din’ kurulduğunu söylemek
hiç de abartı görünmüyor.
Oysa İslam’da hadisler itikatta
delil olmazlar. Amelde ise bir Kur’an ayetine dayanıyor ve onu açıklıyor
olmaları gerekir. Bu noktada hadisler dini bir değer ifade etmekten
ziyade sosyolojik bir değer ifade ederler. Dönemi anlamamıza, Kur’an’ın nüzul
ortamına ve arka planına inmemize, dil, tarih ve kültür evrenini kavramamıza
yardımcı olurlar. Şahsen ben uydurma hadisleri bile okurum; Arap zihni
nasıl uydurur, uydurma havsalası nereye kadardır, hangi saikle uydurur onu
anlamak için!
Esasında en güzel hadis
(ahsenu’l-hadis / “sözün güzeli - MKA”) Kur’an’dır. (39 / 23).
Kur’an’ın “hadis” kelimesini kullanışı da
ilginçtir.
Yusuf suresi şu ayetle
biter: “Açın
kulağınızı! Peygamberlerin yaşam öykülerinde akıl ve vicdan sahipleri içir
dersler vardır. Bu uydurma bir söz (hadis) değil. Bilakis önceki çağlardan
doğru namına ne kalmışsa sürdüren, her şeyi açık açık dile getiren ve iman
edecek halklara yol gösteren sevgi ve merhamet kaynağıdır.” (Yusuf; 12 /
111).
Başka bir yerde de
sorar: “Allah’tan
ve ayetlerinden başka hangi söze (hadise) inanıyorlar? (45/6).
Demek ki “Muhammed’in
hadisleri” esasında Kur’an olmaktadır. Çünkü Kur’an hem “şerefli bir
peygamberin sözü” (kavlu resulin kerim) hem de “Alemlerin Rabbi’nden indirilme”
(kelamullah) tır. (Fecr; 40, 43).
Anlaşılmış oluyor ki
İslam’ın teorik olarak değil; pratik olarak yıkılışı üç yolla olmuştur. Önce
eşyayla kurulması gereken ontolojik ilişki mülk anlayışı ile çökmüş, sonra
bilgi ile kurulması gereken epistemolojik ilişki mucizeleştirmeler ile dumura
uğramış, sonunda da peygamberin örnekliği üzerinden sosyal hayatla kurulması
gereken gerçekçi, makul, dengeli ve sürdürülebilir ilişki şizofrenik
(gerçeklikle ilişkisi kopmuş, kurgusal paralel bir dünyada yaşayan) ve manik
depresif (aşırı iyimser dışavurum ve aşırı kötümser içe kapanma) bir hal
almıştır.
Yani bu mevzu (uydurma) rivayetler
dindarı hasta etmiştir hasta!
***
İşte Mülk, Mucize ve Mevzu sözcüklerinin
bende ifade ettiği mana budur.
İslam’ı yıkan üç şey
(tersinden) İslam’ı yeniden kuran üç şey de olabilir. İslam’ın misyonu, vizyonu
ve orijinalitesinin burada olduğunu düşünüyorum. Aksi halde İslam “dinlerden
bir din” olarak insanlıkta devam da edebilir, ediyor da zeten.
Mülkle ilişkisi bozulmuş, mucizeleştirilmiş
ve mevzu rivayetlere boğulmuş bir sürü din vardı, hala da var.
Düşünün: İslam neden var?
22 HAZIRAN 2009 PAZARTESI