Gördün mü o, dini yalan sayanı?
İşte odur yetimi itip kakan;
Yoksulu doyurmayı özendirmez o.
Vay haline o namaz kılanların ki,
Namazlarından gaflet içindedir onlar!
Riyaya sapandır onlar / gösteriş yaparlar.
Ve onlar, kamu hakkına / yardıma / zekâta / iyiliğe engel olurlar (107/Maun/1-7)
Din, Dünya ve Ahiret Mutluluğu
sağlayan bütün bir ahlaki değerler sistemidir.
Yalan,
aldatmak amacıyla bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylenen söz, uydurma
demektir. Dini yalan saymak ise dinde mevcut olan bütün ahlaki değerleri,
insanları aldatmak amacıyla, bilerek ve gerçeğe aykırı olduğunu kabul
ederek beyan etmektir.
Surenin ifadesiyle dini yalan sayan kişilerin en belirgin özellikleri
olarak, yetimi itip kakması ile yoksulu doyurma arzusu / gayreti duymaması,
riyaya sapıp gösteriş yapması ve kamu hakkına / yardıma / zekâta /
iyiliğe engel olması vurgulanmaktadır.
Yetim; yalnız, yegâne, azîz, babası olmayan, erginlik çağına ermemiş çocuk anlamında bir fıkıh terimidir.
Erginlik çağına girdiği halde, rüştünü ortaya koyamamış çocuğa ve kocası ölmüş olan kadına da yetim denildiği olur (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5505).
Onlar, topluma Allah’ın emanetidirler. Bunun için, yetimleri himaye ederek eğitip yetiştirmek ve onların topluma yararlı insan olmalarına çalışmak, Müslümanların ahlaki ve hukuki görevidir.
İnsanla başlayan ve onunla devam eden bir imtihanın adıdır o. Yetimlikle iç içeyiz…
Bu ümmetin peygamberi de yetim geldi. Yetimi korudu, yetimi kollamayı
vasiyet etti. Rabbi ona emretti, o da ümmetine. Yetimi okşadı. Allah’tan
kendisine indirilene dayanarak, yetime babalık yapanlara cennet vaat etti.
Cennette kendisine iki parmağın yakınlığı kadar yakın bir konum vaat etti.
Yetim,
tek tek tuğlalardan oluşan muhkem (sağlam) bir binanın nasıl kurulduğunun, bir
büyük toplumun tek vücut şuuruna nasıl erdiğinin izlenebileceği bir aynadır. O
aynaya bakar, vefamızı ölçeriz. Merhametimizi, insanlıktan neler
barındırdığımızı ölçeriz.
Yetim olabilirdim, o ezikliği ve eksikliği yaşayabilirdim… Babalı büyümenin şükrü olarak bir yetime kefil olma ve ona yürek açma vefası göstermek, kendini anlamış olmaktır.
Yetimle
sabrımız ölçülür. İnsanların neredeyse kendi çocuklarına tahammül edemedikleri bir zamanda,
dinden ve insaniyetten kardeşimiz olan “elin çocuğu” nun yerli yersiz
sıkıntılarına ne kadar tahammül edebileceğimiz ölçülür. İman ettiğimiz Rahman
Rabbimizin rahmetinden payımıza ne düştüğü ölçülür. Bunun için yetim rahmettir,
sabırdır, ispattır, imtihandır.
Sadaka vermenin, Allah yolunda infakın en verimli alanlarından birisi yetime bakmak, onun hayatına kefil olmaktır.
Yetimlik Kur’an’da yer alan bir imtihan vesilesi olarak bilinmelidir. Pek çok ihtimalli bir sonucun bizi beklediğini müdrik olmalıyız. Yetimin horlanmasına sebep verilmemesi gerektiği gibi, aşırı himaye ile ele avuca sığmaz hale gelmesine de sebep olunmamalıdır. Yetime kol kanat açmayı ona velayet sahibi olmak gibi düşünmek hatalıdır.
Yetimleri
sahiplenmede kurumsallaşma, bilhassa asrın getirdiği ilave sorunlar karşısında
zorunlu olmuştur. Yetimlere yönelik çalışmaları yürüten vakıflar ve benzeri kurumlar
aslında, birer fert olarak ifa etmemiz gereken bir görevi ifa ettikleri için
bizim yükümüzü taşımaktadırlar.
Yetimlere karşı hissettiğimiz yükümlülüğü vakıflara ve benzeri kurumlara karşı hissetmek zorundayız.
Yoksulluk, paraya, mala mülke sahip olmama halidir. Ya da, yoksulluk, en alt seviyesi itibariyle, bir lokmaya ve bir hırkaya muhtaç olma hali olarak tarif edilebilir.
Bu durumda yoksul, en yalın şekilde, varsıl / zengin olmayan kişi olarak tarif edilecektir.
Yoksul, en temel ihtiyaçlarını, yaşadığı coğrafyaya, günün şartlarına ve ait olduğu sosyal çevrenin standartlarına göre kendi imkânlarıyla yeteri kadar temin edemeyen insan olarak da tanımlanabilecektir.
Bütün bu tanımlamaları içine alacak şekilde yoksul, beslenme, giyinme, barınma, sağlık, eğitim ve evlenme gibi en zarurî ihtiyaçlarını, günün şartlarına, yaşadığı coğrafyaya ve sahip olduğu sosyal konuma göre belirlenecek olan standartlara uyacak şekilde kendi imkânlarıyla karşılayamayan insan olarak tarif edilecektir.
Bu tariften anlaşılacağı gibi, yoksulluk, içinde bulunulan zamana, yaşanılan sosyal çevreye ve ait olunan coğrafyaya göre değişecektir. Bu nedenle, yoksulluğu, çoğu zaman yapıldığı gibi, belli bir parasal değere bağlamak doğru bir tanımlama olmayacaktır.
Yoksulluğa düşen insanlarımız beslenme, barınma, giyinme, evlenme, sağlık ve eğitim gibi en temel ihtiyaçlarını kendi imkânlarıyla karşılayamadıklarında ne yapacaklardır, ya da ne yapmalıdırlar, sizce?
Anadolu insanının o güzel tabiriyle “ört ki ölem” mi demelidirler?
Veya bizler, “ne halleri varsa görsünler” mi demeliyiz?
Fakir ve aç insanların çaresizliğine karşı, böylesine bir vurdumduymazlığa ve bakar kör konumunda bir seyirci kalışa gönlümüz razı olmalı mı?
İnsan olarak, komşu olarak, vatandaş olarak böylesi söylemlere ve böylesi davranışlara hakkımız var mı?
Ve bizler aynı duruma düştüğümüzde böyle şeylerin kendimize denmesine razı olabilir; hayatın acımasızlığı karşısında çaresizliğimiz insanların vurdumduymazlığını ve neme lazımcılığını kabul ederek içimize sindirebilir miyiz?
O halde ne yapacak ve nasıl yapacaklar da, yoksul insanlar en temel ihtiyaçlarını karşılayacaklar ve insanca yaşayacaklardır, dersiniz?
Kapı kapı dilenecekleri mi?
Cami avlulularında mendil mi açacaklar?
Çalacaklar, çırpacakları mı?
Dolandırıcılığı kendilerine meslek mi edinecekler?
Yol mu kesecekler?
Haraç mı alacaklar?
Rüşvete mi bulaşacaklar?
Kimilerinin yaptıkları gibi, devleti mi hortumlayacaklar? Böyle bir şeye niyetlenecek olsalar bile, yoksul insanların hortumlara yaklaşması nasıl olacak da mümkün olacaktır?
Uyuşturucu ticaretinde kuryelik mi yapacaklar?
Kiralık katil mi olacaklar?
Çek senet mafyasının adamı mı olacaklar?
Ülkemizde cirit atan dış odaklı şer güçlerin hesabına mı çalışacaklar?
Fesat ocaklarının kucağına mı düşecekler?
Misyonerlerin yardımlarıyla geçinip dinlerini mi değiştirecekler?
Yoksul insanlar bunların hangisini yaparlarsa en temel ihtiyaçlarını karşılayabilirler ve insanca yaşama imkânını elde edebilirler, dersiniz?
Öyle ya, “Açlık en akıllı balıkları bile oltaya getirir.” diyor Goethe.
Ve Victor Hugo, Goethe’nin sözünü doğrularcasına dile getiriyor açlığın
insanın bel kemiğini nasıl kırdığını: “Açlık, öyle bir kapıdır ki, oradan geçmek
mecburiyeti doğdu mu, insan ne kadar büyük olursa olsun, büyüklüğü kadar
eğilmek zorunda kalır.” diyerek...
Bir başka batılı düşünür Daniel Defoe ise, açlığın insanı ve sosyal
münasebeti nasıl bozduğunu dillendiriyor: “Açlık ne dost, ne akraba, ne insanlık ve ne
de hak tanır.” İfadesiyle...
Yoksul insanlar, en temel ihtiyaçlarını karşılamak için de olsa bu sayılanları yapmamalılar mı, sizce? Yani oltaya gelmemeliler, bellerini bükmemeliler, kesinlikle hak ve hukuktan ayrılmamalılar mı?
Bütün bu yanlış işleri yapmasınlar ve hatta bütün bu yanlış işlerin yanına bile yanaşmasınlar diyecek olursanız, söyler misiniz, yoksul insanlar, kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmek için ne yapmalılardır öyleyse?
Ölsünler, ya da, bırak ne halleri varsa görsünler, diyemeyeceğimize ve böyle bir söz söylemeye kesinlikle hakkımız olmadığına göre, yoksul insanlar ne yapsınlar da insanca, yaşamaları için gerekli olan en temel ihtiyaçlarını onurları zedelenmeden, devlete ve millete düşman olmadan karşılayabilsinler?
Bilinen ve kabul edilen en temel bir gerçektir ki, doğan her insan, Allah’ın takdir ettiği bir süre için, hür olarak ve onurlu bir şekilde yaşama hakkına sahiptir. Bu nedenle meşru ya da gayri meşru, bu dünyaya gelen her insan, yaşamak için her şeyi yapmak ve her yolu denemek durumundadır.
Bir başka deyişle, Halık-ı Zülcelal insana ölme ve öldürme yetkisi vermemiştir. Haksız yere bir kişiyi öldürmenin bütün insanlığı öldürmek gibi kabul edilişi, bu nedenledir. İslam’da, intihar etmek veya kendisine ötenazi uygulanmasını istemek bunun için yasaktır. Çünkü bütün bunlarda yetki aşımı söz konusudur. Öyle ya canı Allah yaratmış ve yine O (cc) alacaktır. Yani yetki sadece ve sadece O’na (cc) aittir.
Can gerçekten de azizdir. Bunun içindir ki, Anadolu insanı inancının yönlendirmesiyle “Allah’ın verdiği canı Allah’tan başkası alamaz” diyerek bu konudaki değer hükmünü ortaya koyar.
Can
gerçekten öylesine azizdir ki, insan o aziz olan canının tehlikeye düşmesi
durumunda, gönle inmeyecek şekilde, dil ile inkâr gibi, leş ve domuz eti yemek
gibi dinimizin kimi temel haramlarını bile işleme ruhsatına sahip kılınmıştır.
Bütün bunların çerçevesinde, çok net biçimde söylemek durumundayız ki, makamı, yetkisi, sosyal konumu, gücü, rengi, dini, meşrebi, mezhebi, dili, ırkı, coğrafyası ne olursa olsun, kimsenin kimseye açsan ve hastaysan öl ya da ben yerken sen sadece seyret deme hakkı yoktur.
Açlık, yoksulluğun en alt ve en tehlikeli basamağıdır. Bunun içindir Anadolu insanının “Allah kimseyi açlıkla imtihan, ya da terbiye etmesin” diyerek dua etmesi, “Az kalsın yoksulluk, küfre yakın olacaktı.” sözü ise bu alt basamağın tehlikesini en veciz biçimde ortaya koyan Nebevî bir söylemdir.
Ve Nebiler Nebisinin duası, “Ya Rabbi, ben küfürden ve fakirlikten sana sığınırım.” biçimindedir. Çünkü fakirliğin ve özellikle açlık derecesindeki fakirliğin insanın başını ne tür belalara sokacağının cevabını veren ilahi kelam ise, “Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin.” anlamındadır.
Anadolu insanı “Fakirlik kapıya bastırılacak şey değil.” diyerek, yoksulluktan köşe bucak kaçarken; William Shakspeare, “Yoksulluk kapıdan girdiğinde aşk pencereden çıkar.” diyerek, aşkın bile yoksulluğa yenik düşebileceğini çok çarpıcı biçimde ortaya koyar.
Bir başka ifadeyle, yoksulluk durumunda, iki gönül bir olsa da, samanlığın seyran olmayacağının gerçek bir ispatıdır bu söz. Nitekim ihtiyaçların namütenahi olacak şekilde arttığı günümüzde, iki gönlün birleşmesiyle seyran olan nice samanlıkların yoksulluk karşısında zindana döndüğü ve ortada nur yumağı gibi yavruların olduğu nice yuvaların çatır çatır yıkıldıkları bilinen bir gerçektir.
“Aç tavuk ambar yıkar.” atalar sözü ile de aç bir canın neler yapabileceğinin boyutlarını ortaya koyar Anadolu insanı. Böyle demekle, Anadolu’nun o güzel insanı, aç bir can sahibinin aklı ve gücü kısıtlı tavuk değil de, en güzel biçimde yaratılmış ve mükemmel bir akılla donatılmış insan olduğunda nelerin olabileceğinin altını çok kalın hatlarla çizmek istemiştir.
Bir Fransız yazar, “Ben Fransızım; Fransa’yı elbette çok severim. Hatta ona taparım. Ama Fransa beni aç bırakırsa onu satarım.” diyerek mükemmel bir akılla donatılan insanın aziz olan canını korumak amacıyla neler yapabileceğini, hiçbir yoruma gerek kalmayacak biçimde, bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.
Yoksulluğun en alt basamağını oluşturan açlığın tehlikeleri saymakla bitmeyecek kadar çoktur.
Bu bakımdan gerek devlet yönetimini ellerinde tutanlar, gerekse toplumun
ileri gelenleri aç ve yoksul insanları kendi başlarına bırakmadıkları gibi,
onların onurlarını koruyacak şekilde onlara yardımcı olmanın yollarını aramalı
ve bulmalıdırlar.
Fert olarak, Müslüman’ım diyor ve Allah’ın rızasını kazanmak için namaz kılıyorsak;
Namazlarımızdan gaflet içinde değilsek / kalplerimiz namazlarımıza yabancı
değilse; Riyaya sapıp gösteriş yapmıyorsak / niyetimiz sadece insanlarca
görülüp onlar tarafından takdir edilmek değilse; Allah için kıldığımız
namazların, bizi, öncelik yetim ve yoksullarda olmak üzere insanlara, kamu
hakkına / yardıma / zekâta / iyiliğe yönlendirmesi gerekir.
Aksi halde (Allah Korusun) Dini yalan sayandan ne farkımız olur ki? O kıldığımız namazların Dünya ve Ahiret mutluluğumuz için ne katkıları olabilir ki? Kime ne yararı olabilir ki?...
Namazlarımızdan gaflet içinde olmaktan Allah’a sığınalım ve Allah rızası için Halka (İnsanlara) hizmetin Hakka Hizmet olduğunun bilinci içinde, ibadetlerimiz gereğince salih amel (iyi / doğru / yararlı işler) yaparak insanlar için hayra ve barışa yönelik değerler üretelim İnşallah.
(Derlemedir)
M. Kemal ADAL
adalkemal1@gmail.com17 Ekim 2010 / İZMİR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder