ARKADAŞ PEYGAMBER
R.İhsan Eliaçık
Kur’an’da peygamber isimlerinin
“İbrahim”, “Musa”, “Nuh” “Muhammed” şeklinde “mahalleden arkadaşıymış gibi”
alabildiğine tek ve yalın kullanılması öteden beri çok dikkatimi çekmiştir. Bu
konuda nicedir bir şey yazmak istiyordum…
Acaba bu tür isimler Kur’an’da neden yalın geçiyor?
Ben bunun bilinçli bir kullanım ve mesaj olduğunu düşünmekteyim.
Oysa dini kültürümüzde bunun tam tersi bir durum var.
“Mazhar-i mevcudât, seyyid-i kâinât, server-i fahr-i
âlem” vb. bir dizi ünvan ve lakaplar sıralanmadan ve özellikle de
“sallallahu aleyhi ve sellem” (s.a.v) demeden
peygamber ismini anmak saygısızlık sayılıyor.
Hâlbuki bu türden abartılı ifadeler Bizans ve Sasani
imparatorluk geleneğinin modasıydı. Emevi, Abbasi ve Osmanlı
imparatorluklarına da olduğu gibi geçti. Padişahların ve sultanların adı “Halife-i rûy-i zemin, devletlû, haşmetlû, azametlû
padişahımız efendimiz hazretleri…” vs. denilmeden telaffuz edilemezdi.
Keza Yahudi dini kültüründe de örneğin “Davut”
diyemezsiniz; “Davut ameleh” demek zorundasınızdır. Aksi halde hakaret damgası yersiniz.
Şii kültüründe de masum imamların adı anılınca üstelik
ayağa kalkarak salavât getirmek zorundasınız. Aksi halde
imamlara hakaretten dava açılabilir.
Tasavvufta da velilerin ismi anılınca “kaddasellahu
sırruhu” diyeceksiniz. Aksi halde
çarpılabilirsiniz.
Bir arkadaşım şöyle espiri yapmıştı:
Senin ismin sıradan duruyor. Şöyle dini karizma sağlayacak bir isim bulmamız
lazım: Hoca Muhyiddin İbn Muammer el-İhsani el-Kayserî gibi… Aman kalsın, meraklısına
ver onlardan demiştim. (Dedemin adı Hoca Muhyiddin, babamın adı Muammer)
Dikkat ederseniz büyüklüğü ve erdemi
böyle cafcaflı ve tumturaklı isim, ünvan ve imajlarda arayanlar, kendilerine
doğrudan isimleriyle hitap edilmesine bozulurlar.
Oysa Kur’an,
kendi peygamberlerinin isimlerini anarken çarpıcı bir yalınlıkla “İbrahim,
Musa, Süleyman, Davut, Nuh, Muhammed” vb. şeklinde anarak, işbu cafcaflı ve
tumturaklı unvan ve imaj edebiyatını dümdüz ediyor!
Kur’an’da “Muhammed” ismi dört yerde geçiyor. Dördünde de onun elçi
(resül) olduğu vurgulanıyor. Daha birçok yerde
haber getiren (nebi), elçi (resul), arkadaşınız (sahibikum), o (huve), onunla
birlikte olanlar (meahu), sen (ente), kulunu (abdihi) diye bahsediliyor.
Diğer peygamberlerden de
kardeşleri (ehakum) şeklinde bahsedildiğini görüyoruz. Hepsini birden anmak gerektiği yerde de elçilere selam olsun
(selâmun ale’l-mürselîn) deniyor.
Kur’an’ın hiçbir yerinde “Muhammed” ismi geçtiğinde özel bir hitap, unvan
ve lakap zikredilmediğini görüyoruz. Sadece
Resulullah (Allah’ın elçisi) şeklinde hatırlatma yapılıyor.
Peygamberimizin
tabiri caizse “resmi” adı ve ünvanı kelime-i şehadette geçtiği gibi “Âllah’ın kulu ve elçisi”dir. Bu bile mesajla yüklüdür.
***
Peki dini kültürümüzde çok yaygın olan “salavât getirmek”
nereden geliyor? Yani peygamberimizin ismi anıldığında “sallallahu aleyhi ve’ssellem” demek zorunda olmak…
Bunun Kur’an’da emredildiğini söylüyorlar.
Madem öyle biz de “Dur hele” diyelim ve buraya bir mim
koyalım. Çünkü bunun Müslüman milletlerce
üretilmiş tarihsel bir “örf” olduğunu söylemek başka, “Kur’an’da Allah böyle
emrediyor” demek başkadır…
Kanımca “salavât ayeti”
diye bilinen ayetin doğru çevirisi şöyledir:
“Hiç kuşkusuz Allah ve melekleri peygamberi
destekliyor. Ey iman edenler! Siz de onu içtenlikle destekleyin.”
(Ahzap; 33/56).
Bu ayeti şöyle anlıyorlar:
Allah ve melekleri peygambere salavât getiriyor, ey iman edenler siz de salavât
getirin…
Bu anlayışa göre sanki Allah melekleriyle halka oluşturmuş, tarikat meclislerindeki
“hatm-i hacegân” veya teravih namazlarındaki salavâtlar gibi “Allahümme salli
ala..” diye salavât getiriyor! Ve bizim de öyle yapmamızı istiyor, öyle mi?
Burada “salavât getirmek” veya “salâtu selâm okumak” şeklinde bir dizi
seremonik (törensel, önceden belirlenmiş) ifadelerin anlaşıldığını, ayette geçen “salât” kelimesinin esaslı bir anlam kaymasına
uğradığını görüyoruz.
Bakın nasıl.
***
“Salât”
kelimesi insan için kullanıldığında “ateşe odun atmak” fiilinden gelir. Bu ise
bir destekleme eylemidir. Ateş sönmesin, ocak tütsün diye ateşe odun veya kömür
atarsınız, böylece ateşi desteklemiş olursunuz. “Salât”ı kime yapıyorsanız onu
destekliyor veya desteğini istiyorsunuz demektir. Allah’a salât etmek yani dua
edip namaz kılmak onun desteğini ve yardımını talep etmek demektir. Nitekim
“Allah’tan sabır ve salât ile yardım isteyin” (2/152) ayeti bunu gösterir. Keza
“Kıpkızıl bir ateşe salât edilecek (atılacak)” -seyeslâ naren zate lehebin-
(111/3) ayetinde de bu manadadır.
Bu kökten türeyen kelimelerde de bu mananın olduğunu görüyoruz: Ateşte yanmak,
ateşe maruz kalmak (sallâ), bir şeyi yakmak için ateşte bırakmak (tasliyeh),
ateşte ısınmak (ıstılâ), ateşte yanma, ateşte kalma (es-sıllî), destek isteme
yeri, namaz yeri, seccade (musallî), atın yarışta kazananı desteklercesine
ardınca gitmesi (tasliyete’l-feres), destek talebi, yardım isteği, dua etmek
(tasliye) kelimeleri bu köktendir…
Görüldüğü gibi salavât birine destek veya birinden
destek ve yardım isteme manasında kullanılmaktadır. Zamanla Allah’ın
sevdiği kullarını desteklemesinden mülhem olarak Müslümanların İbrahim ve
Muhammed gibi peygamberleri desteklediklerini, yollarında yürüdüklerini ifade
için kullanılır olmuştur.
Kelime kökünden hareketle Allah’ın ve meleklerin nebiye
salât etmesi ve bizim de öyle yapmamızın istenmesi şu demek oluyor: Ey
iman edenler! Peygamberin tutuşturduğu iyilik, güzellik, doğruluk, hak ve
adalet ateşinin sönmemesi için onu destekleyin. Destekleyin ki daha bir
gür yansın. Alev alev yükselsin. Bunun için onun getirdiği dini yaşayın ve
yaşatın. Kendi çağınıza, mekânınıza ve zamanınıza taşıyın ki onu
desteklemiş (ona salât etmiş) olasınız. Aksi halde bu ocak söner. Allah ve
melekleri bunun sönmemesini istiyor ve onu destekliyor; siz de öyle yapın…
Kanımca ayette bizden istenen de budur.
“Muhammed” ismi her geçtiğinde
“salavât getirmek” diye tabir ettiğimiz, önceden belirlenmiş bir takım Arapça
ezberleri otomatikman tekrar edip durmakla alakası olmadığı kanaatindeyim.
Ayeti “otomatik salavât” emri olarak anlayanların çoğu bile (Şafiî hariç)
namazda teşehhüd oturuşundaki salavâtı okumanın müstahap olduğunu, okumayanın
namazını iade etmesinin gerekmeyeceğini söylerler. Yine ayeti böyle anlayanlar
arasında bile, “Muhammed” isminin geçtiği her yerde otomatik salavâtın vacip
olduğunu söyleyenler olduğu gibi, defalarca geçse bile bir defanın yeterli
olacağını, hatta ömürde bir defanın bile yeterli olacağını söyleyenler vardır.
(Kurtubi, Razi).
Fakat ben salât etmeyi böyle anlamamaktayım. Anlasaydım
bile ömürde bir defa salavât getirmenin veya yazıyla (s.a.v) yazmanın yeterli
olacağı görüşünü tercih ederdim.
Demek ki “salavât getirmek” dini bir vecibe değil;
Müslümanların ürettiği bir kültür...
Hem edebiyat, hem musiki değeri var, doğru… Söylenişi gayet güzel, doğru…
Itri’nin camilerde söylenen salavât bestesi dini müzik açısından da son derece
orijinal, tamam…
Camilerde kitle halinde söylenmesi çocukluğumdan beridir çok hoşuma gider.
İran’da buna benzer salavât bestesi dinlemiştim. Onlar da kitle halinde söylüyorlardı
ve sonunda özellikle “Al-i Muhammed” vurgusu yapıyorlardı. Hatta bizdekinden
güfte ve beste olarak daha etkileyiciydi ve kulağa hoş geliyordu.
Ama bunlar sonuçta üretilmiş kültür ve örftürler.
Hatta Müslüman duyarlılığın edebiyat ve musiki yaratıcılığıdır, yeniliktir. Kanımca Mevlid de öyledir. Hatta yenileri bestelenmeli
ve yapılmalıdır. Ben bunlara karşı değilim…
Benim itirazım “otomatik
salavâtın” Kur’an’ın bir emri olduğu iddiasıdır. Hadi kimileri de öyle anlıyor diyelim -ki farklı
anlayışlar zenginliktir- ona da saygılıyım. Fakat
böyle anlamayanların sanki Kur’an’ın bir emri inkar ediliyormuş, peygambere
saygısızlık ve küstahlık yapılıyormuş gibi yaftalanmasına, hele de “salavât
terörüne” varan üste çıkmalarla “O senin mahalle arkadaşın mı? Hadi çabuk
salavat getir bakim, görecem!” pozlarına girilmesine dur diyorum.
Allah’ın resulünün saygınlığını koruma hassasiyetine bütün kalbimle katılırım.
Hatta bu hassasiyetin kaybolmamasını içtenlikle dilerim. Fakat bu biraz
hassasiyet değil; hassasiyet gösterisi oluyor. Böyle yapmakla Allah’ın
resulünü yakınımıza getirmiyoruz, iyi düşünürseniz uzaklaştırıyoruz…
Demek ki toplumun yaygın, makul ve genel kıyafetinden
ayrıca ve özel bir din adamı kıyafeti olamayacağı gibi, ayrıca ve özel bir din
adamı dili de olamaz. Çünkü
din dili diye bir meslek dili yoktur. Çünkü din bir meslek değildir. Bu
nedenle de din dilinin yaşayan dille bütünleşmesi; araziye çıkması, sokağa
inmesi, saray ve molla dili olmaktan kurtulması, eski çağlar söylemi olmaktan
çıkması, ağdalı ifadelerden arınması, alabildiğine sadeleşmesi, ulaşılamaz ve
yakınımıza gelemez halden kurtulması gerekmektedir.
***
Yukarıdaki
ayette geçen salât etmekten ayrı olarak “selâm” etmek, söz konusu desteği
(salâtı) içtenlikle yapmak veya Türkçe’de kullandığımız o bildiğimiz selam
etmektir. Örneğin sevdiğimiz ve saydığımız birinden bahsederken cümle
arasında “Ki kendisini burada saygıyla anıyorum ve selamlarımı gönderiyorum.”
vs. deriz. Ve bunu otomatik olarak her defasında yapmayız, yeri gelir söyleriz.
Söylenmediği zamanda kimse “Niye söylemiyor saygısıza bak” demez. Peygamberin
ismi geçtiğinde de olması gereken budur. Kur’an’daki kullanım da böyledir, yeri
gelir peygamberine selam gönderir. Fakat bu otomatiğe bağlanmış değildir. Doğal
olan bu değil mi?
Bahis konusu ayet hicri
altıncı yılda nazil olan Ahzap suresinde geçer. Ahzap suresi bu açıdan
ilginçtir. Peygamberin evlatlığı, eşleri, ehl-i beytinin kim olduğu, onlara
nasıl bakılması gerektiği konuları işlenir. Bu
cümleden olarak söz peygambere getirilir ve “Allah ve melekleri onu
destekliyor, siz de destekleyin” yani onun yanında olun, onunla beraber hareket
edin, şanını şerefini koruyun, evlatlığı, eşleri vs. ile ilişkileri hakkında
kötü şeyler aklınıza gelmesin, o üzerinize titreyen, çok müşfik, sevgi ve
merhametle dopdolu can yoldaşınız, arkadaşınız denmek istenir…
Peki, peygamberimizin
arkadaşları (sahabeler) ona nasıl “salât” etmişlerdir? Yani onu nasıl
desteklemişlerdir?
İsmi anıldığında salavât çekerek mi?
Yoksa onu malıyla ve canıyla
destekleyerek, onun yanında yer alarak, getirdiklerini uygulayarak, savaş
meydanlarında omuz omuza savaşarak, vuruşarak mı?
Peygambere “salât” etmenin ne demek olduğunu, en iyi, savaş meydanında
etrafında etten duvar örerek koruyan genç sahabeler veya süikast yapılacağını
bile bile yatağına yatan “Ali” veya Taif’den taşlanarak kovulduğu sırada
önüne atlayarak taşlar ona değmesin diye kafası gözü yarılan “Zeyd” açıklar.
Çünkü onlar peygamberle birlikte vuruşanlardır. Hepsi
yan yana, omuz omuza ona “arkadaş” (sahebe) olmuşlardır. Yani onlar sırtlarını
peygambere, peygamber de onlara dayamıştır. Aralarında sarsılmaz bir güven,
dostluk ve kardeşlik oluşmuştur.
Kur’an bu durumu şöyle
açıklar: Sevgi ve merhamet yumağı haline gelenler (ve tavasav bi’r-rahme).
Bu tabir bir de asr suresinde “hakk” ve “sabr” eklenerek kullanılır: Hak ve
adalet için omuz omuza verenler (ve tavasav bi’l-hakk), dertleri ve acıları
paylaşanlar (ve tavasav bi’s-sabr)…
Bütün bunlarda ortak olan arka çıkmak, omuz vermek,
elbirlik olmak yani desteklemek, yanında yer
almaktır
Ayette Cenab-ı Hakk’ın bizden
istediği budur. Çünkü kendisi de melekleriyle birlikte peygamberine öyle
yapmaktadır. Yoksa Allah melekleriyle birlikte
oturmuş da bizim yaptığımız gibi salavât çekiyor değildir.
***
Peki,
Peygamber öleli on dört asır olduğuna göre ona “salât etmek” bugün ne anlama
geliyor?
Mabetleri Itri’nin salât-ı münciyesi ile çınlatmak mı? Ki o mabetlerin arka
sokaklarında kızlar diri diri gömülür, insanlar birbirini aldatır, yalan, dolan,
haksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, yoksulluk, açlık, zina, fuhuş uyyuka çıkar.
Ezan-ı Muhammedi’nin susmaması ve böylece “Muhammed” isminin semalarda inlemesi
mi? Ki o semaların altında insanlar da zulümden inler.
Bu durumda Muhammed’e salat
etmek yani destek vermek ne demektir?
Şu demektir: Yalanı, dolanı, haksızlığı, hırsızlığı, yolsuzluğu,
yoksulluğu, açlığı, baskıyı, zorbalığı velhasıl bütün bir zulmü ortadan
kaldırmak için meydana atılmak, gerçek ve adalet (hakk) uğruna savaşmak,
vuruşmak… Bu uğurda gelen belalara göğüs germek, direnmek, dertleri ve acıları
paylaşmak (sabr)… sevgi ve merhamet (rahmet) yumağı haline gelmek… Bunları
yapanlara arka çıkmak, onlara arkadaş ve yoldaş olmak, elele vermek, omuz omuza
mücadele etmek…
Allah, melekleriyle tıpkı peygambere yaptığı “salât”
gibi, bunları yapanlara da “salât” edeceğini; destekleyeceğini, yardım
edeceğini ve yanlarında olacağını söylüyor. Hakkı, sabrı ve rahmeti
tavsiyeleşmek de, bunu yapanlara Allah’ın melekleriyle birlikte “salât” etmesi de
bu olmak icap eder.
Aksi halde, biliniz ki, “Kim bana şu kadar salavât
getirirse bu kadar günahı affolur” türünden hadislerin aslı yoktur, uydurmadır. Günahları affettirmenin yolu yaptığı kötülükten dünyadayken
dönüş yapmak (tövbe), helallik dilemek ve onu bir daha yapmamaktır. Bunu
yapmadıkça insanlara haksızlık yapanlara ve yeryüzünde zorbalık yapanlara
(Şura; 42) isterseler yüz bin salavât çeksinler af yolu kapalıdır.
Dikkat edin! Sadece Müslümanlara
değil; “insanlara” zulmedenlere ve sadece Ortadoğu’da değil; “yeryüzünde”
zorbalık yapanlara…
***
Ali Şeriati’yi ilk okuduğumuz
yıllarda peygamber ve sahabe isimlerinden (Kur’an’ın uslübuna paralel)
Muhammed, Musa, İbrahim, Ali, Ömer, Ebubekir, Zeyd vs. diyerek konuşmasını çok
yadırgar ve öğrenci evlerinde “Mahalleden arkadaşı gibi konuşuyor, bu adam
Müslüman mı?” tartışması yapardık. Onun sade, yaşayan, çağa dönük dinamik
dili, bizim zihinlerimizi sarmış ağdalı tapınak ve vaiz diline çok yabancı
gelirdi.
Sonradan anladım ki asıl onun yaptığı doğru. Kur’an’ın bu hususta vermek
istediği mesajı bütün riskleri göze alarak asıl o sürdürüyor.
Dini kitaplara bakın başta peygamber isimleri olmak
üzere “mübarek” şahısların ismi, hazretleri (Hz.), sallallahu aleyhi ve’ssellem
(s.a.v), radıyallahu anha (r.a), kaddasallahu ve sirruhu (k.s) ifadelerinden
geçilmez. Bunları okuyan birisi, kendisini ulaşamayacağı başka bir
dünyaya; kutsi ruhlar, evliyalar âlemine girmiş gibi hisseder ve sürekli acaba
günah mı işliyorum endişesi taşır. Bir an evvel buradan çıkarak hayata, yaşama
dönmek ister. Dönünce de “Oh be hayat varmış” duygusu taşır. Çünkü bu dil hayatın dili
değildir. Anlaşılmaz ifadelerle örülü, kendine özgü Arapça dini terimler
yığınından ibaret bir tapınak dilidir. O mesleği bilenlerce açıklanıp yorumlanması
gerekir. Biliyorum,
böyle söylememe “meslek erbabı” çok kızıyor. Hazırladığım
meale “Ruhanilik kaybolmuş, Kur’an sanki sokağa sesleniyor gibi olmuş”
diyorlar. Tam isabet! Notre Dema’nın Kamburu filmini seyrederken
papazın “Peder, İncili tercüme edeceğiz, herkes anlayacak” teklifine öfkeyle
“Hayır olmaz! o zaman ben ne olacağım.” Demesi gibi…
Bunların peygamberin bize arkadaş olmasıyla ne
alakası var demeyin. Bilin ki iş buralardan başlayacak…
***
Önce din dili
yaşamın dili olarak yeniden ifade edilecek. Yaşamın dilinden ayrı bir din dili
olmadığı gösterilecek. Bize yakın ve sıcak gelen, yaşayan, canlı bir dil… Çünkü
ilk doğduğunda öyleydi.
Peygamber, bize çok uzaklarda, örnek alınamayan, hiçbir
zaman bize arkadaş olamayacak bir rüyalar, ruhaniler, mucizeler âlemi figürü
olmaktan çıkarılacak. Yanınızda yürüyen, evinize misafir olan, borç
isteyen, düşmanı şehrin dışında mı karşılasak diye soran, bak bu iyi fikir hiç
öyle düşünmemiştim diyen, nasıl gidiyor evlilik diye hal hatır soran, hoş geldin
gözüm gel buyur otur diye yer gösteren “arkadaş” bir peygamber olacak.
Evet, arkadaş!
“Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” demişiz değil mi?
Neden?
Çünkü arkadaş olursa ancak örnek alabilirsiniz. Aksi halde “dini lider” veya “ruhani
rehber” örnek alınmaz. Sırlı rüyaların beyazlar içindeki ruhani dedesi gibi
size buhurlar içinden nazarla bakar ve kaybolur. Ona salavât getirilir, tesbih
çekilir. Yanınızda yürüyen, yaşayan bir örnek olamaz. “Bu da bizim gibi çarşılarda yürüyor, yemek yiyor, su içiyor.
Bu nasıl peygamber?” dersiniz. Onu hayatın içinde görürseniz salavât
çektiğim bu muydu diye itiraz edersiniz. “Git, bana buhurlar içinde tekrar
görün” dersiniz. Ali, Ahmet, Hasan diye anılırsa basbayağı bizden birisi
olacağı için kabullenemezsiniz.
Bu nedenle şu an çıksa
evinize veya işyerinize gelse “Ben Muhammed, merhaba” dese küstaha bak diye
üzerine yürürsünüz.
Bu nedenle Ali Şeriati
“Muhammed kimdir” diye kitap yazınca, din bekçisi kesilip yazarı hizaya sokma
havasında ve gayet takva numunesi edasıyla “O senin mahalle arkadaşın mı?” diye
zılgıt çekersiniz.
Bu nedenle “salavât
çekmek” artık peygamberi bize arkadaş kılmıyor. Bizden uzaklaştırıyor.
Öyle bir saygı anlayışı ki ismini anamıyorsunuz. Yanınızda,
yörenizde göremiyorsunuz. İnsan arkadaşının ismini kırk türlü salavât
seremonisi ile anar mı? Bir çırpıda ve direk ismini söyleyemiyorsanız arada
resmiyet var demektir ve o sizin arkadaşınız olamaz. Arkadaşınız olamazsa örnek
de olamaz.
Kaldı ki “Allah’ın Resulü”
dışında bir isimle anılacaksa ona en yakışan ve tamamen gerçeğin ta kendisi
olan ifade Muhammedu’l-Emin (Dürüst Muhammed) olabilir. Bundan daha büyük bir unvan ne olabilir? Zaten o önce bu
olduğu için Allah’ın Resulü olmuştur: “Sana olan nimeti sayesinde Rabbin
ile konuşuyorsun, cinlerle değil. Bu sana lütuf ve ikram dışında hak ettiğin
bir karşılıktır. Çünkü senin muazzam bir ahlakın var; hiç kuşkusuz!” (Kalem;
68/2-4).
Bana sorarsanız Ali
Şeriati’nin tarzı daha doğru. Hem üslup olarak
Kur’an kullanımına uygun, hem de gayet sade bir dil. Hayattan kopuk, ağır ve
ağdalı bir tapınak dili yaratmıyor. Peygamberleri ulaşılmaz, yaşanan hayatta
karşılığı olmayan, kendileriyle “arkadaş” olunamayacak, uzaklarda piri fani
varlıklar olarak resmetmiyor. Kendi hayatımıza, içimize, yanı başımıza
getiriyor. Ben bu dili daha çok seviyorum.
***
Ne yani peygambere “arkadaşımız” gözüyle mi bakacağız derseniz, “Evet, o
sizin arkadaşınız” derim. Çünkü hem Kur’an, hem
de kendisi öyle diyor.
Kur’an, onun için “arkadaş” kelimesini bizzat
kullanır:
“Arkadaşınızı cin çarpmış değildir.” (34/46),
“Arkadaşınız yoldan çıkmış ve
sapıtmış değildir.” (53/2),
“Arkadaşınız bir mecnun değildir.” (81/22),
“Arkadaşı ona ‘üzülme Allah bizimle beraberdir’ dediği zaman…” (9/40).
Onun öğrencileri, tebası,
muridleri, hayranları, fan kulubü vs. değil; sahabeleri yani “arkadaşları”
vardı. Veda hutbesinde de onlara böyle
hitabetti: Ashabım! (Arkadaşlarım!)
Ne asil ve klâs bir hitap!
Ne demek arkadaş? Arkanda duran, sırtını güvenle
yasladığın demek…
Ne demek sahabe? Sohbet ettiğin, konuştuğun,
dertleştiğin, hemhal olabildiğin demek…
Hep en iyi arkadaşın ne olduğunu annelerimiz öğretir diye düşünmüşümdür. Öyle
ya eve gelince ilk “Karnın aç mı?” diye sorarlar. Bunu ancak senli benli
olabildiğin gerçek bir arkadaş sorar, değil mi?
Böyle bir arkadaşınız olmasını istemez misiniz?
İşte peygamberin sahabeleriyle arkadaşlığı böyleydi.
Hangi fildişi kulesine
çekilmiş lider halkla dertleşir? Hangi şeyh muridlerini arkadaşı olarak görür?
Hangi yıldız hayranlarının arasına karışır? Hangi din adamı kendini “avamla”
aynı kefeye koyar? Hangi efendi meclisindekilere su dağıtır?
Bunları ancak etrafındakilerle
“arkadaş” gözüyle bakan yapabilir.
Peygamberimiz kesinlikle böyle birisiydi.
Yanındakileri, kendisiyle beraber olanları “arkadaşı” olarak görüyordu, onun
için onlara sahabe (arkadaş, derttaş, yoldaş) denildi.
Karşısında titreyen bir adama: “Kuru hurma yiyen bir
kadının oğluyum ben, ne titriyorsun be adam” dedi.
Yemen’den gelen Muaz bin Cebel yanına gelince secde edip eteklerine kapandı.
Yakasından tutup kaldırdı ve sordu: “Ne yapıyorsun, bu yaptığın nedir?” Muaz
“Ey Allah’ın Resulü, Yemen’de Yahudi ve Hristıyan âlimlerinden gördüm.
Birbirlerini böyle selamlıyorlar, peygamberlerin selamlaması böyleymiş” dedi. Şöyle cevap verdi:
“Dik dur ve Allah’ın selamı, sevgisi ve merhameti (rahmeti) seninle olsun” de.
Bizim selamlamamız budur, onlar peygamberlerine iftira atmış” dedi…
Kimseyi önünde eğdirmedi. Kimseye elini öptürmedi.
Kendisi içeri girince kimseyi ayağa kaldırmadı. Sürekli “Ben de sizin gibi bir
insanım” derdi. Peşinden gelenleri değil; yanında olanları hep “arkadaşları”
olarak gördü. Nitekim
Kur’an da öyle demiyor mu: “Muhammed ve onunla
beraber olanlar (meahu)…”
Bu çok farklı bir ilişkidir.
Patron-işçi, amir-memur, şeyh-murid, hoca-talebe, efendi-köle ilişkisine alışık
olanlar bunu anlayamaz. Ve de gayet rahatsız olurlar.
Dünyada gerçek anlamda arkadaş gibisi var mıdır?
Karşısında dik durulmasını isteyen, gülenle gülen,
ağlayanla ağlayan, arkadaşlarının üzerine titreyen, mazlumlar için meydana
atılan, belaların içine dalan öksüz bir vicdana destek vermek… Onunla Allah’ın
günlerini yaşamak, destanlar yazmak, tarih yapmak, davasını kendi davan, yolunu
kendi yolun bilmek, ona arkadaş olmak, ekmeğini aşını onunla paylaşmak ve yeni
bir dünya için onunla omuz omuza savaşmak, çarpışmak, vuruşmak…
Onun zamanında yaşasaydım benim için en büyük bahtiyarlık herhalde bu olurdu.
Siz siz olun peygamberi arkadaşınız gibi görün. Ben öyle görüyorum. İsmini
arkadaşınızı anar gibi anın. Korkmayın kızmayacaktır.
Ve peygambere arkadaş olmak istiyorsanız,
çevrenizde onun yaptığı gibi arkadaşlık destanları yazın. O zaman “yaşayan
sahabe” olursunuz.
Bir kıvılcım düşer önce büyür yavaş yavaş
Bir bakarsın volkan olmuş yanmışsın arkadaş
Doldurmaz boşluğunu ne ana ne kardaş
Bu en güzel bu en sıcak duygudur; arkadaş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder